29 Kasım 2013, Cuma (Roterdam, Amsterdam, Den Haag)
Bir gün önce dörder tane aktarma yaparak gidip geldiğim Brugge’dan sonra güvenim yerine gelmişti. Akşam Amsterdam’a hangi saatlerde tren olduğunu, aktarma saatlerini ve peron bilgilerini not ettim. Rotterdam Lombardijen’den önce Rotterdam Centraal’a oradan da Amsterdam’a geçecektim.
Sabah Fazilet beni tren istasyonuna bıraktığında aklımdaki tek soru işareti, girişteki otomatların bozuk para ile çalışıp çalışmamasıydı. Brugge’a giderken bozuk para yeri yok diye bilet almamış ve 29’unda kullanmayı planladığım tüm gün biletini harcamıştım. Dönüşte konuştuğum kondüktörler otomatlarda bozuk para girişinin olduğunda ısrarlıydılar. Ve evet, haklıydılar. Dün akşamdan hazırladığım paraları atarak Rotterdam Centraal’a kadar biletimi aldım. Trene atladım ve 9 dakika sonra indim.
Tren istasyonundaki gişeler bankalardaki gibi dizayn edilmişti. Önce bir sıra numarası alıp bekliyor ardından da numaranız bankoda görüntülenince görevliye gidip derdinizi anlatıyordunuz. Ben de Amsterdam’a gidiş, Lombardijen’e dönüş ve yarın için Schipol’a gidiş biletlerini aldım.
Sonrasında planladığım trene bindim. Fakat daha önce bindiğim trenlere nazaran daha az konforlu ve farklı renkte bir trendi. Kondüktör gelip “bilet” dediğinde, hemen biletimi çıkartıp uzattım. Adam damgayı bastıktan sonra, bindiğim trenin hızlı tren olduğunu ve 10 Euro ekstra ücret ödemem gerektiğini söyledi. Dün gece tren seferlerine bakarken en kısa sürede gideni seçmiştim! O da buydu tabi! Ödemeyi yaptıktan 35 dakika sonra Amsterdam tren istasyonundaydım.
İstasyondan çıkmadan önce dönüş trenlerinin saatlerini kontrol edip ardından Brugge’daki gibi bir danışma aradım. Vardı ama ne bileyim dışarıdan pek hoşuma gitmedi. Bir de çok kalabalık olduğu için, en arka iki sayfasında küçük bir Amsterdam haritası olan reklam broşürünü alıp gardan ayrıldım.
Dışarı çıktığımda ince ince yağan yağmur ve kalabalıkla karşılaşıyordum. Solumda portatif dükkânlar ile sağımdaki binalar arasında yürümeye başladım. Fakat bir süre sonra sağımda, bir sürü arkadaşımdan ismini duyduğum Seks Müzesi’ni fark ettim. Bugüne kadar yurtdışında ödediğim en ucuz müze biletini (4 Euro) aldıktan sonra 3 katlı müzede dolaşmaya başladım. Seksle ilgili bir sürü materyalden oluşan müze koleksiyonunda eski çağlardan biblolar, ufak heykeller, fotoğraflar, kasetler, film posterleri, seks aparatları, aniden bağıran bir kadın ya da aniden size doğru dönen çıplak bir adam heykeli gibi “komiklikler” gibi bir sürü şey vardı. Grup halinde içeride dolaşanlar elbette daha çok fazla eğleniyorlardı. Benim ilgimi ise ismini çok duyduğum ve orta çağda çok yaygın olarak kullanılan bekâret kemerleri ve 19. yüzyılın son çeyreğinden erotik/porno fotoğraflar çekti. Enteresandılar…
Müzeden çıktığımda yağmur durmuştu. Dam Meydanı’na doğru yürümeye devam ettik. Bu arada sağımda bir bilet dükkânı duruyordu ve içeriden müze biletleri alabiliyordunuz. Aklıma Heval’in, “Van Gogh müzesi için deli gibi kuyruk vardı o yüzden girmedik” cümlesi geldi. Demek ki böyle bir çözüm üretmişlerdi. Ben de 15 Euro ödeyip Van Gogh müzesi için biletimi önceden almış oldum. Ardından görevliden müzenin yeri konusunda bilgi aldıktan sonra yürümeye başladım.
Kısa bir süre sonra şehrin en çok bilinen yerlerinin başında gelen Dam Meydanı’ndaydım. Tam karşımda balmumu heykelleriyle ünlü Madame Tussauds duruyordu. “Gidebilirim” listeme ekledim. Solumda 1956’da II. Dünya Savaşında ölenler için yapılan National Monument (Ulusal Anıt) yer alıyordu.
Sağ köşede 1385’de yapımına başlanan ve Gotik mimarisi ile inşa edilen Nieuwe Kerk (New Church / Yeni Kilise) bulunuyordu.
Ulusal Anıt’ın tam karşısında ise 1648’de yapımına başlanan Koninklijk Paleis Amsterdam (Royal Palace of Amsterdam / Amsterdam Kraliyet Sarayı) vardı.
Biraz bakındıktan sonra Hollandalı olduğunu düşündüğüm bir kıza Van Gogh Müzesi’ne nasıl gidebileceğimi sorarak onun yönlendirmesiyle Müzeler Meydanı’na doğru yürümeye devam ettim.
Bir süre sonra şehrin ünlü kanallarını görmeye başladım. Neredeyse her sokak arasından kanal geçiyordu.
Ağaçlara yakın olan kanalların üstünde toplanmış sarı yapraklar oldukça güzel görünüyordu.
Sokaklardaki apartmanlarda oldukça enteresandı. Bazılarının üzerinde (muhtemelen) yapıldıkları yıllar yazıyordu.
Yol güzergâhım sırasında ufak meydanlar ve küçük heykeller görüyordum.
Kanalların üzerinde yer alan köprülerin demirlikleri bisikletlerle doluydu. Zaten şehirde arabalardan çok bisikletle gezen insanları görüyordunuz.
Yönümün doğru olup olmadığını kontrol etmek için genelde Hollandalı ya da dükkânlardaki görevlileri seçmeye çalışıyordum.
Apartmanların bazılarının duvarlarında bulunan yürüyüş seviyesindeki süslemeler çok güzeldi.
Diğer kanalları kesecek şekilde bulunan Spiegelgracht kanalına geldiğimde nefis bir manzara ile karşılaşıyordum. Tam karşımda 1885’de yapılan Rijksmuseum (State Museum / Devlet Müzesi) binasını görüyordum. Bir süre fotoğrafımı çekecek birisi için bakınsam da bir türlü kimseyi bulamadım ve “dönüşte” diyerek yürümeye devam ettim.
Ulusal Müze’nin altında bulunan bisiklet ve yaya yolunu kullanarak Müzeler Meydanı’na ulaşıyordunuz. Geçiş çok güzel düşünülmüştü.
Gelmeden önce maps’ten bakındığım meydan beklediğimden çok büyüktü. Son bir kontrol olarak 45’lerinde bir adama Van Gogh Müzesi’ni sorduktan sonra meydanın çok büyük ve güzel olduğunu söyledim. O da bana meydanla ilgili bazı bilgiler verdi.
Bu arada hava yeniden kapanmış ve yağmur yağmaya başlamıştı. Geldiğimden sürekli değişen bir hava vardı Amsterdam’da.
Müzeye girmeden önce elinizdeki bilet ya da davetiyeyi gişeye verip orijinal müze bileti alıyordunuz. Ardından içeri girip aramadan geçiyor ve sonunda müzeye ulaşıyordunuz.
Müze oldukça kalabalıktı. (2012’de yaklaşık 1,5 milyon ziyaretçisi varmış ve bu konuda Hollanda’da ilk ve dünyanın 30. müzesiymiş.) Bu yüzden neredeyse her tablonun önünde 5-6 kişi sırada bekliyor ve sırası gelince yaklaşıp inceliyor ya da fotoğraf çekiyordu.
Yanında “fotoğraf çekmeyin” işareti olan tablolar haricinde çekim yapabiliyordunuz.
3 katlı binada Van Gogh’un birçoğu ikon olmuş çalışmasını görebiliyordunuz.
Tıpkı Salzburg’daki Mozart’ın evinde sanatçının kullandığı kemanı gördüğümde şaşırdığım ve heyecanlandığım gibi burada da Van Gogh’un kullandığı paleti ve boya tüplerini görmek oldukça enteresandı.
Tablolardaki (benim açımdan özellikle canlı) renk tonları çok göz kamaştırıcıydı.
Benim favori tablom ise Temmuz 1890’da ölmeden önceki son haftasında çizdiği Wheatfield Under Clouded Sky adlı eseriydi. O kadar çok sevdim ki bir süre baktıktan sonra insanları bekletmemek için biraz daha arkalara geçip bir süre daha baktım. Müzede en çok ilgimi çeken şeylerden biri, sanatçının parasızlıktan aynı tuvallerin arkalarına yaptığı çalışmaların sergilenmesiydi.
Müzeden çıktığımda saat 2’ye geliyordu. Kışın dolaşmanın en büyük sıkıntısı, günlerin erken bitmesi olduğu için hızlıca bir karar vermeliydim. Ya gitmeyi düşündüğüm Madame Tussauds ve Rijksmuseum’da bulunan Rembrandt’ın eserlerini görmeye gidecek ya da “bir başka zamana” diyerek şehri dolaşacaktım. Ben de şehri dolaşmaya karar verdim.
Dönüş yolunda fotoğraf çekinmeyi çok istediğim Spiegelgracht’a yaklaştığımda orta yaşlı bir turist çiftin haritaya baktıklarını görüp hızlanmaya başladım. Yanlarına ulaştığımda “fotoğrafımı çekebilir misiniz?” diye sordum. Adam, aksanlı bir İngilizceyle, “olur. Ama 5 Euro?” dedi. Gülümsedim ve “olur” diye cevap verdim. Bunun üzerine beni kesin bir bakışla, “ciddi misin?” diye sordu güldü ve fotoğraf makinasını aldı. Pozumu verdim, sırıttım, adam da “tamam” deyince yanlarına gittim. Ama telefonun ana ekrana düşmüştü. Şaşırdım. Kontrol ettim ama hiçbir fotoğraf çekilmemişti. “Olmamış, bir kere daha dener misiniz?” dedikten sonra nereye basacağını bir kere daha söyledim. Adam şaşkınlıkla, “haa burası mıydı!” dedi ve tekrar karşıya geçti. Ben de pozuma hazırlanıp sırıtırken, kadın adamın arkasına geçmiş pozu ve adamın çekip çekmediğini inceliyordu. Ardından kadın “tamam” dedi, ben de yanlarına yaklaştım ama adam “yoo olmadı!” diyordu. Bir kere daha baktım ve bu sefer de adamın video çekimine geçtiğini gördüm. “Olmamış, video çekiyor” deyince, kadın, “ama video iyidir” diyerek bir kahkaha patlattı. Ben de, “kesinlikle ama şu an benim bir fotoğrafa ihtiyacım var” deyip güldüm. Adam emin bir şekilde, “bir kere daha deneyeceğim” deyip fotoğraf makinasını aldı. Karşıya geçti, ben yerime geçtim, sırıttım ve ardından adam “tamam” deyince yanlarına ulaştım. Kontrol etmek için fotoğraf makinasını elime aldığımda adam ve kadın pür dikkat beni izliyorlardı. “Evet, olmuş!” deyince adam yumruklarını sıkarak kollarını havaya kaldırıp sevinç hareketi yaparak, “yeaaah” dedi. Güldüm ve teşekkür ettim. Hayatımdaki en enteresan fotoğraf çektirme anımdı…
Şimdiki hedefim gelmeden önce bir arkadaşın önerdiği Rembrandt Meydanı’ydı. Bu sefer sadece harita yardımıyla yürüyerek dolaşmaya başladım.
Yine kanalları, evleri inceleye inceleye amaca doğru ilerliyordum.
Gelmeden önce kanalda tekne turu yapmayı düşünsem de yağmur nedeniyle üstü kapalı tekneleri görüp bu düşüncemden caymıştım.
“Işığın ve gölgelerin ressamı” olarak anılan Hollandalı ressam Rembrandt’ın (1606-1669) adını verdiği meydanı farklı kılan şey, sanatçının 1642’de yaptığı The Night Watch (Gece Devriyesi) tablosunun heykelleştirilmiş bir halinin yer almasıydı. “Tablo heykellerin” arkasında bir de sanatçının heykeli bulunuyordu.
Meydanda biraz zaman geçirdikten sonra önce Esther’in “kesin denemelisin” dediği kroketi denemek için tam karşı sokakta yer alan Van Dobben’e gidip bir kroket yedim. Dışı galeta unuyla kaplanmış et püresi olan kroketin bir benzerini Hüseyin’in önerisiyle Hengelo’da da deneyip çok beğenmiştim bu da nefisti.
Atıştırmadan sonra haritanın üzerindeki görülmesi gereken yerlerden biri olarak çiçek logolarıyla işaretlenmiş olan yeri bulmak için kasmaya başladım. Ne olduğunu merak etmiştim. Bir süre aşağı yukarı gittikten sonra buranın lale satan dükkânlar olduğunu görüp, “bu muymuş yani!” diye hayıflanıyordum.
Ardından dolaşa dolaşa önce Dam Meydanı’na ardından da Oude Kerk’in (Old Church / Eski Kilise) bulunduğu meydana gittim.
Bu meydanın en bilinen özelliği ise kilisenin etrafında yer alan ve Amsterdam deyince herkesin aklına gelen De Wallen (Red Light District / Kırmızı Işık Bölgesi) adı verilen genelevin bulunmasıydı. Dar sokaklar arasında (genelde) sağlı sollu kabinlerde müşteri bekleyen seks işçilerini görebildiğiniz alan oldukça enteresandı.
Yazıyı yazmak için yaptığım araştırma sırasında bölgede yaklaşık 301 tane kabinin olduğunu öğrendim (en.wikipedia). İşin en ilginç yanı ise, Amsterdam’a gelen neredeyse tüm turistlerin (kadın, erkek, ergen, genç, yaşlı) bu bölgeyi (genelde utangaç ve/veya şaşkın bakışlarla) dolaşmasıydı. Bölgede yer alan seksle ilgili tüm yerler ve içerisinde esrar içilebilen coffee shoplar turistler için “gidilmesi gereken yer” haline gelmişti.
Merakımı giderdikten sonra Oudezijdsvoorburgwal kanalının yanındaki dükkânlardan birinden, kâğıt külah içinde satılan patates kızartması alıp yemeye başladım. Bu arada patateslerden biri yere düştü ve 7-8 tane martı bir anda üşüşüp patatesi kapıp kaçtılar. Kanalın yanındaki banka oturup patates yemeye devam ettiğimde martıların etrafımda uçtuğunu ve bağırdıklarını fark ettim. Birkaç kez patates attıktan sonra etrafımdaki martı sayıları iyice artmıştı. Bir yandan da sürekli bağırdıkları için gelen geçen “ne oluyor orada” kıvamında bakış atıyorlardı. Birkaç kere daha patates attıktan sonra yemeye devam ettim ve onlar da umudu kesip gittiler.
Artık yapacağım pek bir şey kalmamıştı. Hava da kararmıştı. Saat 18 civarlarında dönmeye karar verdim ve (tıpkı Brugge’da yaptığım gibi) şehri bir de ışıklar altında görmek için yeniden Dam Meydanı’na doğru hareketlendim. Bu arada hava iyice soğumaya ve rüzgâr şiddetini arttırmaya başlamıştı. Bir süre takıldıktan ve hemen çaprazdaki bir alışveriş merkezine girip bakındıktan sonra tren garına doğru yürümeye başladım.
Sakin bir şekilde gara geldiğimde sıradaki Rotterdam Centraal treninin iptal edildiğini gördüm. Bunun üzerine ne yapabileceğimi sorduğum bir kondüktör beni başka bir trene yönlendirdi. Monitördeki güzergâhta Centraal’i görünce atladım. Bir süre sonra trendeki monitörlerin çalışmadığını fark ettim. Her ihtimale karşı yanımdaki kıza Rotterdam’a gidip gitmediğini sorduğumda “gidiyor” yanıtını alınca rahatladım. Ardından gar adlarını görebileceğim bir koltuğa geçtim. Sonrasında trende kablosuz internet olduğunu fark edip durak saatlerine bakarak Rotterdam’a rahatça ulaştım. Fakat Centraal’dan Lombardijen’e olan seferlerde bir sorun vardı. Birkaç tanesi iptal edilmişti ve bir sonraki tren 30 dakika sonra idi. Mecbur bekledim ve trene binip, istasyonda Faziletle buluştuk.
Kuzen akşam yemeği için (yolculuğumuz sırasında Türkçedeki adının Lahey olduğunu öğreneceğim ve şaşıracağım) Den Haag’ın sahil bölgesi olan Scheveningen’e doğru yola koyulduk. (Sanırım) 40 dakika sonra sahildeki Vispaleis’deydik. Limanda çok sert rüzgâr esiyordu. Geldiğim günden beri Faziletle yediğimiz yemeklerden damak zevklerimizin aynı olduğunu düşünerek, onun önerilerine uymaya karar verdim. Hengelo’daki son günümde Heval’in önerisi ile pazarda yediğim Kibbeling’e benzeyen türde kızartılmış (Türkçedeki tam adını bulamadığım) whitefish yedik. Yanında verilen küp soğan ve acı sosla birlikte oldukça lezzetliydi. Yemeğin yanında ilk kez denediğim üzümlü fanta da lezzetliydi.
Yemekten sonra yarınki uçağımı düşünerek dinlenmek üzere Rotterdam’a döndük. Evde, ilk geldiğim gece oynadığımız ve kazandığım tavla maçının, heyecan dolu rövanşını yaptık. Bir o, bir ben derken, iki kere marstan son anda yırtıp oyunu zar zor kazandım ve Türkiye’de rövanşlarını yapmak üzere anlaştık.
30 Kasım 2013, Cumartesi (Roterdam)
Her ihtimale karşı saat 11:40’daki uçağım için saat 7’de uyanıp 7:50’de Lombardijen’e vardım. Normal koşullarda Schiphol’a 50 ile 70 dakika arasında ulaşılabiliyordu. Fazilet’e teşekkür edip vedalaştıktan sonra bavulumla 2 numaralı raya ulaştım. Etrafta sadece iki kişi vardı. Monitöre baktığımda 7:50 yazması gerekirken 8:20 treninin adı yazıyordu. 7:50 treni ise daha aşağıdaydı. Bir terslik vardı. Bekleyen iki kişinin yanına gidip durumu onlara sorduğumda sarışın olan çocuk (sanırım o da ben söyleyince fark etmişti), sinirli bir şekilde, “İptal edilmiştir. Raylarda bir sıkıntı var galiba. Saçmalık!” dedikten sonra bisikletini alıp gitti. Siyahi olan çocuk bana acıyan gözlerle bakıp, “havaalanına mı?” diye sordu. “Evet” diye cevap verdiğimde “raylarda bir sorun var ama nerede bilmiyorum. Bu yüzden 8:20’de iptal olabilir, hiç belli olmaz. Trenlere güvenmemelisin!” dedi ve otobüsle Centraal’a gitmemi önerdi. Aklıma dün akşam buraya dönerken yaşanan rötarlar geldi. Daha zaman olduğu için daha ufak çapta bir panik yaşayarak kuzeni aradım. “Geliyorum” dedi. Arabaya binip Centraal’a doğru yola çıktık. Yolda onun telefonundan Schiphol’a tren saatlerine bakarken tüm trenlerin iptal edildiğini görüp iyice şaşırdım. Beli ki sorun büyüktü ve en kötüsü ne zaman çözüleceği belli değildi. Kuzenin işe gidecek olmasından ötürü 60 km uzaktaki havaalanına gitmek için tek seçimimiz taksiydi. Bir süre aradıktan sonra bir taksi görüp yanına yanaştık. Adam, “taksimetreyi açabilirim, normalde 150 Euro tutuyor (ki 151 Euro tuttu!) ama 100 Euro’ya götürebilirim” dedi. Oldukça pahalıydı ama yapacak bir şey yoktu. Fazilet’e bir kere daha veda ettikten sonra taksiye atlayıp Schiphol’a doğru yolculuğa başladık.
Taksi şoförü nereli olduğumu birkaç kere sorduktan sonra Türklere hiç benzemediğimi söyledi. Benzer bir şeyi yıllar önce İtalya’da yaşadığım aklıma geldi, güldüm. O ise, doğma büyüme Rotterdam’lıydı. Yolculuk boyunca bol bol sohbet ettikten sonra havaalanına vardım. Bu aksilikte tek sevindiğim nokta 100 Euro’nun hoş sohbet bir taksiciye gitmesiydi. “Sağlık olsun” diye düşünerek havaalanından içeriye girdiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Hiçbir arama olmadan THY’nin checkinine gelmiştim. Bavulu teslim edip biletimi aldıktan sonra pasaport kontrolünde sıraya girdim. Bu arada yanıma gelen bir görevli pasaportumun çipli olup olmadığını sordu. Çipli olduğunu söyleyip gösterdiğimde, “Avrupa Birliği vatandaşları için” tabelası bulunan çipli geçişten geçebileceğimi söyledi. Şaşırdım. (Hani, “yeni bir uygulama mı ki?” diye düşünerek) önce denemeye karar versem de sonradan vazgeçtim. Zaten biraz sonra bir polis bulunduğum sıradaki çipli pasaportluları diğer tarafa çağırırken, benim pasaportumu görüp “sadece Avrupa Birliği vatandaşları” dedi. Usul usul beklemeye devam ettim.
Sıra bana geldiğinde pasaportumu polise doğru uzattım. Sarışın ve (muhtemelen) Hollandalı olan polis, pasaportumu alırken aksanlı bir şekilde, “merhaba, nasılsınız?” dedi. Ben de oto kontrol “thank you” diye cevap verip ardından şaşırarak, “teşekkürler, iyiyim” dedim. Polis gülümsedi ve kontrolden sonra pasaportumu bana uzatarak, “Türkçe söylüyorum. İyi günler” dedi. Gülümsedim ve teşekkür ettim. İlginçti.
Kontrolden geçtikten sonra monitörlere bakarken D12 kapısına yürüyerek 10 dakikada gidebileceğimi gördüm. Aklıma Özgür’ün, “Schiphol havaalanı büyüktür” sözü geldi. Kapıya doğru yürürken hala herhangi bir kontrol olmamasına şaşırıyordum. Biraz sonra güvenlik kontrolünün, uçağa binmeden önce kapı önlerinde yapıldığını öğrenecektim…
Bu sırada yaşadığım en ilginç olay kapıya varmadan önce oldu. Soluklanmak için bir koltukta bir süre oturduktan sonra tuvalete gitmeye karar verdim. Çıkıp tekrar yürümeye başladığımda elimde bir eksiklik vardı. Hollanda’da aldığım plakların bulunduğu karton kutu yanımda değildi! Eyvah deyip hızlıca tuvalete doğru yöneldim ama orada değildi. Üzgün üzgün çıkıp yürürken gözüm oturduğum banka takıldı. Birileri oturuyordu ama benim kutu tam da onların ayağında dibinde duruyordu. Derin bir oh çekip paketi geri aldım.
Uçak İstanbul’a 4-5 dakika geç indi. Bununla da kalmayıp yere indikten sonra, yer bulması, yanaşması ve kapıların açılması için yaklaşık 15 dakika bekledik. Bir de buna otobüsü beklemek eklenince panik yapmaya başladım. Çünkü Ankara uçağına aktarma arası sadece 80 dakika idi ve neredeyse yarım saati gitmişti. Kapıya ulaşınca koşmaya başladım. Bu arada bir görevli “Ankara uçağı mı?” diye sordu. Evet deyince bizi başka bir yere yönlendirip, “panik yapmayın, koridorun sonundaki pasaport kontrolünden geçip bir üst kata çıkarak iç hatlara ulaşabilirsiniz” dedi. Derin bir “oh” çeksem de, koridorun sonunda Libyalı sporcuların pasaporttan geçtiklerini fark ettim. İşin kötü yanı her biri 3-4 dakika sürüyordu ve benim uçağın kalkmasına 45 dakika vardı. Bir süre daha bekledikten sonra dayanamayıp Libyalıların yanına ikinci bir sıra yapan Türklerin arkasında sıraya girdim. Libyalıların (haklı olarak) sinirli bakışları arasında kontrolden geçip uçağa sonrasında da evime ulaştım…
Son iki gün yaptığım yolculuklarda ara ara heyecanlı anlar yaşasam da bunları “tecrübe” olarak anılarıma kaydettim. Ankara’ya döndükten sonra sakin kafayla düşününce ve fotoğraflara bakınca çok güzel bir gezi olduğunu fark ettim… Gerçekten güzeldi…
Gitmeden önce hiç planlamasam ya da üzerinde düşünmesem de Hengelo hariç gezdiğim tüm yerler bana fena halde Venedik’i anımsattı. Orayı da çok sevmiştim…
Pazar günü, gittiğim her ülkede, gittiğim yıl basılmış herhangi bir tane demir parayı ekleyerek oluşturduğum koleksiyonumun fotoğrafını çektim. Hollanda ve Belçika’da (alışverişler sırasında) 2013 paralarını bulmuştum. Hatta Hollanda’da Portekiz ve Avusturya’dan sonra 2 Euro’luk özel gün parası yakalamıştım!
Dip Not: Koleksiyondaki Türk paraları KKTC’yi temsil ediyor…
Dip Not 2: Koleksiyonumu oluşturmaya başladığımdan beri (aradığım paraları bulmak için cebindeki 300 euroyu bozdurup, tek tek demir paraları incelemek gibi!) büyük bir yardım sağlayan Hasan Gülmüş’ (aka Kayhan Kaynak) teşekkürleri borç bilirim…
Dip Not 3: Bu yazıyı yayınladıktan yaklaşık 3 hafta sonra Hasan Gülmüş ve Umut Besler’in katkılarıyla koleksiyonumda eksik olan Slovenya 2012 ve Vatikan 2008 paralarını da buldum ve koleksiyonumu “şimdilik” tamamlamış oldum.
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Bundan önce gittiğim 8 ülke, sırasıyla şöyle: (1) İtalya (2008), (2) Vatikan (2008), (3) İspanya (2008), (4) Macaristan (2009), (5) Avusturya (2009), (6) Kuzey Kıbrıs (2010, 2010), Avusturya (2012, 2. Kez), (7) Slovenya (2012), (8) Portekiz (2013)
RT @malicetinkaya: Yeni Post: Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 4
http://t.co/OoPJgB8dbq