29 Eylül 2008, Pazartesi (İstanbul, Milano)
(1 Dolar: 1,2375 TL – 1 Euro: 1,8065 TL)
Hayatımda ilk kez 29 Eylül 2008, Pazartesi günü yurtdışına çıktım. Vize almak için belgeleri toplarken yaşanan bol soru işaretleri, Milano’da pasaport kontrolünün nasıl olacağı heyecanı derken günler günleri kovaladı ve önce Ankara’dan İstanbul’a otobüsle geçtik oradan da Milano’ya uçtuk. Pasaport kontrolü oldukça şaşkınlık vericiydi. Zira sağlı sollu iki tane polis görev alıyordu ve pasaportu alıp, gelen kişinin yüzüne bakıp onaylaması 5-10 saniye sürüyordu. Bir süre sonra polislerin İtalyanca olarak birbirlerine laf attıklarına şahit olup, “kim daha hızlı bitirecek” yarışı yaptıklarını düşünmüştüm.
Terminalden çıkıp şehir merkezine gideceğimiz otobüse bindiğimizde bizi bir sürpriz karşılıyordu. Telefonlarımızı yurtdışına açmayı unutmuştuk. Bizi bekleyen Derya’ya haber vermeliydik ve aklımıza hiçbir şey gelmiyordu. Çünkü elimizde sadece telefon numarası vardı ve biz aradığımızda o da otobüsün son durağına gelecekti. “Uçağın iniş saatini biliyor yaklaşık bir saatte gelir” diye düşünürken, ön sıralarda oturan bir kızın telefonda Türkçe olarak Milano’ya indiğini söylediğini duyup yanına yanaşmış ve durumu anlatıp Derya’yı aramış ve derin bir oh çekmiştim.
İlk kez farklı bir ülkede olmanın verdiği avanaklıkla etrafı süzerken, 3 şeritli yolda tüm arabaların ip gibi dizildiğini ve kimsenin kimseyi sollamadığını, önüne kırmadığı fark ettim. Bir süre şaşkınlıkla izledikten sonra “demek ki herkes kuralların elverdiği hızda giderse oluyormuş!” diye düşünerek ilk dersimi çıkartıyordum. Merkeze inip bizi bekleyen Derya ile buluştuktan sonra ilk iş olarak su almak için bir büfeye gitmiş ve İtalya’da suların birçok çeşitte olduğunu ve birçoğunun soda gibi mineralli olduğunu öğrenip ülkeye iner inmez ikinci kez şaşıracaktım. Sonrasında eve gidip yol yorgunluğunu atacaktık.
30 Eylül 2008, Salı (Milano)
Sabahleyin, kaldığımız evin yakınlarında bulanan ufak bir markette bir yandan kahvaltılık alırken, bir yandan da reyonları gezip farklı ürünleri incelemek oldukça zamanımı almıştı. Bu gezinin ardından kahvaltılıklara bir sürü de abur cubur ekleyip kasaya geldiğimde naylon torbaların parayla verildiğini görüp şaşırmıştım. Bu yüzden insanlar, çocukluğumda annemle pazara giderken yanımızda taşıdığımız dayanaklı torbalardan taşıyorlardı. Bugün bile Türkiye’deki herhangi bir süper markette insanların naylon torbaları üçer beşer alarak sergiledikleri tüketim çılgınlığını gördükçe o günü hatırlar ve “keşke burada da paralı olsa da insanlar daha az plastik tüketse” diye düşünürüm.
Kahvaltının ardından kaldığımız evinin önündeki sokağa kurulan “semt pazarını” uzun uzun incelemiştim. Ömür abime gördüğüm farklı mantarların resimlerini çekmiş, dev ve kart salatalıkları görüp şaşırmış ve preslenmişe benzeyen (Devebastı) şeftalileri görüp “buralarda sadece bunlar yetişiyor herhalde” diye acımıştım. Ama yıllar sonra Türkiye’de de satılmaya başlanan bu şeftalinin aslında oldukça lezzetli bir tür olduğunu öğrenecektim.
Pazarda gezindikten sonra Derya ile buluşmak için şehrin en ünlü katedrali olan Milano Katedraline (Duomo di Milano) doğru yürümeye başladık. Geçtiğimiz her sokağı (çok katlı tarihi binalarla çevrili olduğu için) İstiklal’e benzetiyorduk.
Kısa bir süre sonra bazı insanların çimenlere yayıldığı, bazılarının koştuğu, bisiklete bindiği, yürüdüğü, ağaçlarla kaplı oldukça büyük bir park olan Sempione parkına geldik. İçinde bir de göletin bulunduğu parka bayılmıştık! Daha sonraları şehrin merkezinde bu tarz yeşil alanların oldukça fazla olduğunu ve bazılarının aslında zenginlere ait olup ardından devlete bağışlandığını ve belediyelerinde koruyarak halka açtığını öğrenip saygı duyacaktık.
Parka bir süre takıldıktan sonra yürüyüşümüze devam edip 15. Yüzyılda Milano dükü Francesco Sforza’nın yaptırdığı ve artık şehir müzesi/resim galerisi olarak kullanılan Sforza şatosu/kalesine (Castello Sforzesco) ulaştık. Solmuş sarmaşıklarla kaplı dış surlar, orta avlu, 2 yuvarlak büyük kubbe, üstünde saat bulunan orta kubbe ve çıkışında yer alan çeşmesiyle oldukça güzeldi.
Bir süre daha yürüdükten sonra yaklaşık bir hafta kalacağımız Milano’da en sık geleceğimiz ve en çok zaman geçireceğimiz yer olan Duomo meydanına (Piazza del Duomo) ve bugüne kadar gördüğüm en güzel ve inanılmaz yapılardan biri olan Milano Katedraline ulaştık. Katedralin her bir yerinde, kullanılan tüm malzemelerden oyulmuş on binlerce küçüklü büyüklü figür göz kamaştırıcıydı.
Katedrale göre meydanın sağında bulunan, 19. yüzyılın ortalarında inşa edilen ve dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Galleria Vittorio Emanuele II’nin cam kubbesi, dükkânların, kafelerin bulunduğu yapılar oldukça güzeldi.
İçeride dolaşırken Yavuz, yerde bulunan boğa figürünün üzerindeki çukura topuğunuzu koyup dönmenin buranın geleneklerinden biri olduğunu anlattı ve bizde bol bol kahkaha atarak birkaç kere uyguladık.
Neredeyse her akşam kaldığımız evin yan sokağında bulunan Roma dondurmacısında yediğimiz dondurmaların neredeyse her biri nefisti. Hatta birkaç gün sonra gideceğimiz Roma’da yediğimiz dondurmadan bile güzeldiler.
1 Ekim 2008, Çarşamba (Milano, Giuseppe Meazza)
Milano’daki ikinci gün öğlen yine Duamo meydanındaydık. Derya bizi marzipandan yaptığı meyveleriyle ünlü bir kafeye götürmüştü.
Dönüşte ufak bir büfede çeşitli takım atkıları satıldığını görüp Ural’ın “bana Livorno atkısı alsana” sözleri aklıma gelmiş ve bakınmaya başlamıştım. Ama sergilenen atkılar arasında Livorno’nun ki olmadığı için satıcıya sormuştum. O da büfeden çıkıp bir yere gitmiş ve elinde atkıyla dönmüştü. Daha sonraları birkaç kere daha gelip atkı alacak ve Türkiye’ye götürecektim.
Duomo meydanına döndüğümüzde katedralin içine girdim. Birçok bölümde çalışma vardı. (Sonraları katedraldeki çalışmaların ve yenilemelerin (en.wikipedia 1387-1988) yüzyıllardır sürdüğünü ve İtalyanların bir türlü bitmek bilmeyen işler için, “Duomo’ya döndü” dediklerini öğrenecektim.) Dış camlardaki renkli ve bol motifli işlemeleri çok sevmiştim.
Ama beni en çok etkileyen şey, derisi yüzülmüş San Bartolomeo (Marco d’Agrate, 1562) heykeliydi. İnce damarlarına kadar en ince ayrıntısına kadar oyulmuş heykel inanılmaz ama bir o kadar da ürkütücüydü!
Bir ara Milano’nun en ünlü moda evlerinin bulunduğu sokaklarda kısa bir gezi yaptık. Bu arada sokak arasında gördüğümüz bir çocuk parkı daha çok ilgimizi çekti. Çünkü parktaki tüm oyun aparatları tahtadan yapılmıştı. Hem incelemek, hem de biraz dinlenmek için bir süre parkta zaman geçirdik.
Milano’da en çok şaşırdığım şeylerden biri insanların genelde küçük arbaları tercih etmesi ve çok fazla insanın mobilet kullanması idi. İşin en ilginç yanlarından biri ise takım elbiseli erkeklerin ve kadınların da mobiletlerle işe gitmeleri idi. Hatta bir akşam opera binasının önüne park etmiş yüzlerce mobilet görüp dumur olmuştum. Ama trafik için ne güzel bir çözümdü o! Ankara’da da kullanabilsek keşke diye bol bol muhabbetini etmiştik.
Meydana döndüğümüzde katedralin üstüne çıkıldığını görüp bizimkilere önermiş ama olumsuz yanıt almıştım. “O zaman siz bekleyin ben gidiyorum” diyerek girişe geldiğimde, önümde iki seçenek vardı. Ya bedavaya merdivenlerden çıkmak, ya da para verip asansöre binmek. Her Türk gibi “tabana kuvvet” diyerek basamakları çıkmaya başladım. Sürekli dönen, dar yolda basamakları çıktıkça yorulmaya ve sıkılmaya başladım. Ara ara duraksasam da, sürekli karşıdan gelen insanlar ve bitmek bilmeyen dar basamaklardan ötürü bir süre sonra iyice daralıp, “dönsem mi?” diye kendi kendime sormaya başladım. Ama düşük tempo ve yavaş yavaş vites yükselterek tavana ulaşmayı başardım. Bir süre nefeslendikten sonra tavanı gezerek hem meydanı hem de Milano’nun yakın bölümlerini kuşbakışı izlemek çok güzeldi. Sorasında katedralin en tepe noktasında bulunan ve bronz olduğu için altın gibi parlayan Madonnina (Giuseppe Perego, 1774) heykelini hayranlıkla izledim.
Bu arada meydanda Werder Bremen’li taraftarlar yavaş yavaş toplanmaya başlamışlardı. Küçük gruplar halinde dolaşan bazı Inter’liler onların yanlarından marşlar söyleyerek geçiyorlardı. Akşam Giuseppe Meazza’da Inter Milan ile Werder Bremen arasında oynanacak olan Şampiyonlar Ligi maçı, Milano’ya geliş tarihimiz netleştiğinden beri benim de hedefimdeydi. Fakat sormuş soruşturmuş ama defalarca bilet bulmanın hem pahalı, hem de zor olacağını işitmiştim. O yüzden taraftarlı gördükçe canım sıkılıyordu.
Bitmek bilmeyen merdivenleri koşarcasına indikten sonra bizimkilerin yanına geldiğimde, az önce Ebru Şallı’nın önlerinden geçtiğini söylemişler ve bir süre paparazzilik üzerine geyik yapmıştık…
Meydanın etrafında dolaşmaya ve takılmaya devam ederken sürekli üzerlerinde formaları olan taraftarları görmek, maçın aklımdan çıkmamasını sağlıyordu. Hem buraya kadar gelip gidememeye de sinir oluyordum! Maça yaklaşık 1 saat kala, stadyuma nasıl gideceğimizi öğrenip metroya atladık. En azından ortamı ve stadı dışarıdan görecektik! Metrodan çıktıktan sonra Inter’li taraftarları takip etmeye başladık. Bir süre sonra gitgide artan gürültüleri ve muhteşem stadı görmeye başladık. Stadın çevresinde bulunan yuvarlak yollara bir anlam verememiştim. Aklıma Esat’taki çok katlı otoparkın araba çıkışları için yapılan dönerli yolu gelmişti. (90 dakika sonra bunların stattan çıkışı sağlayan muhteşem çözümler olduğunu anlayacaktım!)
Maçın başlamasına 10-15 dakika kalmıştı ve görece olarak dışarıda çok az kişi vardı.
Gelmişken maç atkısı alalım diyerek atkımızı aldık ve ardından gişeleri görüp şansımızı denemeye karar verdik. Şans ya, kale arkasındaki Verde tribününün orta katından bilet vardı. Hem de 27 euro! O an, dünyanın en mutlu insanı olmalıydım!
Biletinizi kendi başınıza uzatarak turnikelerden stadın bulunduğu alana rahatça girmek, arama yapılmaması, ortalıkta sadece sizin soru sormanızı bekleyen ya da acil durumlara müdahale eden stewardlar, her şeyin satıldığı büfeler, kale arkasında olmamıza rağmen sahaya yakın ve üstten güzel bir görüş açısına sahip olmak, 80 bin kişilik olmasına rağmen kutu gibi stat ve o günlerde hayranı olduğum Adriano’nun sahadaki varlığı, (ki o gün kimler yoktu ki orada. Julio Cesar, Cordoba, Stankovic, Zanetti, Quaresma, Ibrahimovic, Maicon, Cambiassoi, Materazzi, Bolotelli, Muntari, Mesut Özil, Pizarro, Mertesacker, Jose Mourinho…) kısacası her şey muhteşemdi. Tek sıkıntı etrafı izlemek ile maça odaklanmak arasında gidip gidip gelen ruh halimin kendinden geçmişliğiydi!
Devre arasında dev ekrandan o gün Şampiyonlar Ligi’nde oynanan maçlarda devre arasında atılan golleri izlemek de enteresan bir duyguydu…
Maçtan çıktıktan sonra (nasıl olsa metroya gidiyorlardır gibi aptalca bir öneri ve ısrarla) bazı taraftarları takip etmeye başladık. Bir süre sonra saçma sapan bir yere gelmiştik. Haritada bir türlü bulamadığımız otoban vari yol, canımızı sıkmış ve telaşlanmamızı sağlamıştı. Birkaç gence oldukça basit İngilizce cümlelerle metro durağını sorsak da hiçbir cevap alamamak iyice moralimizi bozmuştu. (O günlerde ‘İtalyan, Alman ve Fransızlar gıcıklık olsun diye İngilizce konuşmazlar’ sözleri aklımıza gelse de, Madeira’da tanıştığım Francesco’ya olayı anlatıp ‘neden cevap vermemiş olabilirler?’ diye sorduğumda bir süre düşündükten sonra ‘saçma. Belki İngilizce aksanları konusunda çekinmişlerdir. Bilmiyorum. Sonuçta cümle çok basit ve metro İtalyanca’da da metro!’ diye cevap vermişti.)
Bir gün önce Milano’da taksilerin yoldan yolcu almadıklarını, o yüzden de ya durağa gitmeniz gerektiğini ya da telefon etmeniz gerektiğini öğrendiğimizden taksi seçeneğini de şimdilik askıya alıyor ve başka bir çözüm yolu arıyorduk. O sırada bir otobüs durağı görüp hangi otobüsün kaç dakika sonra geleceğini gösteren elektronik saatler ve geçecek otobüslerin durakları ile metro aktarmalarını görebildiğimiz haritalar sayesinde kendimizi herhangi bir metro istasyona atıp eve dönmüştük.
Bir gün sonra macanilari.com’a sıcağı sıcağına, Milano’da geçirdiği iki gün ve maçla ilgili uzun bir anı yazmıştım. Buyurun: 2008-2009 Sezonu Şampiyonlar Ligi B Grubu 2. Maçı Inter Milan 1-1 Werder Bremen
2 Ekim 2008, Perşembe (Milano, Sirmione)
Perşembe sabahı, İtalya’nın en büyük golü ve aynı zamanda kuzey İtalya’nın en popüler tatil merkezlerinden biri olan Garda gölünün güneyinde yer alan Brecia’daki Sirmione’ye gitmek üzere Milano’daki tren istasyonundaydık. (Sonraları 2 kere daha geleceğim) tren istasyonu, mimarisinden, peronlarına ve bolca ışık süzmelerine şahit olmanızı sağlayan cam kubbesinden, giriş/çıkışların yapıldığı avlusuna kadar her şeyiyle görülmeye ve gezilmeye değer bir yerdi.
Güzel, bol muhabbetli ve geçtiğimiz yerleri gözleyerek yaptığımız tren yolculuğunun ardından Sirmione’ye gitmek üzere otobüs beklemeye başladık. Durakta asılı olan ve abartı makyajıyla Bülent Ersoy’a benzettiğimiz posterdeki sanatçı hakkında uzunca bir süre geyik yaptıktan sonra otobüse atlayıp göle yakın bir yerde indik. Devasa ve özene bezene yapılmış bahçeleri, şato vari villaları, havuzlu evleri kıskana kıskana aralarından geçerek göle ulaştık.
Rengi ve uçsuz bucaksız görüntüsüyle göl, daha çok denizi andırıyordu. Deniz kenarındaki kalesi, şirin ve ufak limanı ve sokaklarıyla oldukça güzel bir yerdi. 4-5 saat dolaşıp ardından trene atlayıp Milano’ya dönmüştük.
Akşam Derya bizi sokak arasında yer alan, ufak ama önünde insanların sıra beklediği, oldukça popüler bir Sicilya pizzacısına götürmüştü. Yemek öncesinde aldığımız peynir tabağı ve pizza hayatımda yediğim en lezzetli yiyeceklerdendi. Seyrelmiş ve beyazlaşmış saçlarını yana tarayan, sevimli büyük bir göbeği olan lokanta sahibinin neredeyse her masayla ilgilenmesi ve muhabbet etmesi de (tek kelime anlamasam bile) güzeldi.
Milano’da kaldığımız günlerde akşam yemeği için bir kere de deniz lokantasına gidip büyük bir dilim kılıç balığı yemiştim. Ekşimsi tadını ve sert kıvamını yadırgasam da yıllar sonra çalıştığım şirketin organize ettiği bir kongrede 200 kiloluk bir orkinosun etinin de benzer özelliklerde olduğunu görüp, marina yöntemlerinin ya da büyüklüklerinin buna sebep olduğunu düşünmüştüm.
“Milano, Giuseppe Meazza, Sirmione, Venedik, Roma, Vatikan, Madrid, Santiago Bernabeu, Toledo – Bölüm 1” üzerine 2 yorum