28 Kasım 2013, Perşembe (Roterdam, Brugge)
Brugge’a görme isteğimin nereden kaynaklandığını tam olarak hatırlamıyorum ama daima en çok görmek istediğim şehirlerin başında geliyordu. Hollanda’ya gitme planımı yaparken de “kesin gitmelisin” listeme ilk olarak Brugge’u eklemiştim. En başta merkezimi Hengelo olarak belirlemiş ve oradan günübirlik dolaşmayı düşünmüştüm. Fakat ns.nl’de (Hollanda tren şirketi) Brugge’a hiçbir tren bulamamıştım. Birkaç gün sonra keşfettiğim b-europe.com’da (Belçika tren şirketi) ise tren rotaları görünüyor ama ayrıntılar (ray bilgileri vs) görünmüyordu. Ayrıca, Hengelo’dan minimum 2 aktarma yaparak ancak 5,5 saatte Brugge’a gidilebiliyordu. Bu da orada kalmamı ve akabinde bir sonraki günü de yolda geçirmemi sağlayacaktı. Sonrasında uçaklara baksam da benzer bir şekilde ya sefer yoktu, ya da çok kötü saatlerde bulunabiliyordu. Tabi pahalı olması ve önce Amsterdam ya da Brüksel’e gitmemin gerekmesi de moralimi iyice bozmuştu…
Daha sonra planım değişip Rotterdam’daki kuzenim Fazilet’in evine gitmeye karar verince Brugge’a da yaklaşmış oluyordum. Fakat ns.nl’de yine hiçbir tren görünmüyor, b-europe.com’da ise 2 aktarmalı ve 2 saat 50 dakika süren, ayrıntısız tren rotalarını görüyordum. Heval bana, “Brugge’a gidemiyorsan Anvers’e (Antwerpen) git, bayağı benziyor” demişti. Ben de Perşembe sabahı uyanıp Faziletin buzdolabından güzel sandviçler hazırladıktan sonra, “en kötü Anvers!” diyerek Rotterdam Lombordijen’den sınır şehir olan Roosendaal’a doğru yola koyuldum.
Hollanda’ya gelmeden önce Heval, tren biletlerinin çok pahalı olduğunu söyleyip, bazı mağazalarda satılan günlük biletlerden almamı önermiş ve akabinde bana iki tane sarın almıştı. O bilet ile tüm gün boyunca Hollanda’da istediğiniz kadar trene binebiliyordunuz. Biletlerden birini 27’sinde Hengelo – Rotterdam Lombardijen arasındaki yolculukta, diğerini ise 29’unda Rotterdam Lombardijen – Amsterdam gidiş-dönüş yolunda kullanmayı planlayarak Hüseyin’in desteği ile çıktı almıştım. Gariptir ki, bir gün önceki yolculuğumda hiçbir kontrolle karşılaşmamıştım. Lombardijen durağında da gişe olmaması ve sadece otomatların olmasından ötürü biletsiz olarak Roosendaal trenine bindim. İçeride sadece 3-4 kişi vardı. Dordrecht’e kadar hiçbir kontrol de olmadı. Fakat…
Dordrecht’de kondüktör yanıma gelip “bilet” deyince ben de daha önce planladığım oyunu oynamaya başladım. “Günlük biletim var” dedim ve kâğıtları çıkarttım. Hüseyin “ne olur ne olmaz” diye iki biletten de ikişer tane bastırmıştı ve ben de çıkartıp sıra ile gösterdim. Ama malum biletler 27 ve 29 Kasım içindi ve biz 28’indeydik. Sonrasında sanki çıkartmayı unutmuşum gibi yaptım. “3 tane bilet satın aldım. Burada 28’i de olmalı ama bulamıyorum. Benim hatam çıkartmamışım!” dedim ve “ne yapabilirim?” diye sordum. Adam ciddi bir şekilde, “biletin olmalı” diye cevap verdi. Bunun üzerine “29’unu kullansam?” diye sordum. “Olmaz” dedi. “Peki, sizden bilet alayım?” dedim. (Cezayı kastederek) “Çok pahalı” dedi. İşler iyice karışıyor ve terlemeye başlıyordum. Adam bir süre beni süzdükten sonra, “nereden bindin ve nereye gidiyorsun” diye sordu. “Lombardijen, Antwerpen” diye cevap verdim. Ardından “biletlerin çıktısını aldıysan sana mail gelmiş olmalı. Onları göster” dedi ve gitti. Döndüğünde, Türkiye’den geldiğimi ve netim olmadığını söyledim. Adam dertli dertli bana baktı. Bunun üzerine whatsapp’da Hevalin bana gelmeden önce gönderdiği kupon fotolarını gösterdim. Adam benle beraber biletleri saydı ve “2 tane var?” dedi. İyice sıçmıştım. Yapacak bir şey yoktu ve cezayı ödeyecektim. Hem de 5,5 euroluk tren bileti için! (Buradaki en büyük hatam Schipol’da gördüğüm ve incelediğim bilet otomatının üzerinde para girişinin olmaması idi. Ben de tüm otomatların böyle olduğunu düşünüp Lombardijen’de bilet almamıştım. Oysa akşam dönüşte konuştuğum bir kondüktör ısrarla, “demir para girişi olmalı!” diyecek ve ben de bir gün sonra gerçekten de olduğunu görecektim!) Adam bir süre daha düşündükten sonra (acımış olacak ki) günlük biletlerimden 29’un üzerini çizip 28 yaptı ve üzerine damga basıp, “bir dahaki kontrolde bu damgayı göster” dedi. Ben de derin bir oh çekip teşekkür ettim.
Roosendaal’da indikten sonra hemen gişeye yöneldim. Görevliden “bilet yok” cevabını almaya kendimi hazırlamış bir şekilde, Brugge’u sordum. Kadın bir süre bakındıktan sonra, “36 euro” dedi. Okeyleyince de, “acele etmelisin, 3 dakika sonra kalkıyor” dedi. Ben de çok hızlı bir şekilde kadına 100 Euro uzattım. Üzerini ve aktarma çıktısını alıp koşmaya başladım. Anvers trenindeydim. Bir yandan çıktıyı inceleyip bir yandan da paramı saydım ama bir gariplik vardı. Kadından 51,5 Euro para üstü almıştım. Çok düşündüm ama neden 48,5 Euro ödediğimi anlamadım. Herhalde kadın hata yapmıştı çünkü biletin üzerinde de 36 Euro yazıyordu.
Anvers’e ulaştığımda tüm yolculuğum boyunca göreceğim en güzel istasyona gelmiştim. Binanın dışını görmesem de içi Milano’da hayranı olduğum tren istasyonuna benziyordu. Brugge trenine 17 dakika vardı. Bu yüzden yavaş yavaş 11. perona doğru ilerledim. Fakat perondaki ekranda güzergâhlar arasında Brugge görünmüyordu. Şaşırdım ama bir sürü bavullu turistin beklediğini görünce telaş yapmadım. Zaman olduğu için danışmaya gidip bileti gösterdiğimde kadın bana, “değişiklik oldu, 4 numaralı perona git” dedi. İyice şaşırdım ama sonuçta görevliyi dinlemeliydim. Hızlıca 4 nolu perona gittim ama oradaki ekranda da Brugge yazmıyordu, emin olamadığım için tekrar aynı görevliye döndüm. Bu sefer de, “21’e git” dedi. Neler olduğunu bir türlü anlamasam da treni kaçırmamak için hızlıca yürümeye başladım. Trenin önündeki görevliye sorduğumda bana, “bu trene bineceksiniz ve bir durak sonra inip ardından Brugge’a giden trene bineceksiniz” dedi. İçeride bulunan bir turist çifte de sorduktan ve onlardan da aynı cevabı alınca “ohh!” dedim. Yolculuk sırasında görevli kadının beni aktarma durağına en yakın trene yönlendirmeye çalıştığını anladım!
Bir durak ve ardından görevlilerin yönlendirmesi ile bindiğim trenle sonunda Brugge’a doğru son adımı atmış oldum. Saat 11:30 civarlarında trenden indim. İlk iş olarak dönüş trenini teyit ettim. Her saat :18’de Antwerpen’e doğru yolculuğa başlayabiliyordum. Ardından ilk kez bir şehirde danışmaya gittim. Bana bir harita hediye ettiler ve ardından kırmızı yıldızlarla belirtilen 12 noktayı görmemi önerdiler. Ben de, yürüyerek dolaşmak istediğimi ve bunun uygun olup olmadığını sordum. Görevli kadın, “Brugge pek büyük bir yer değiş ve yürümenizi tavsiye ederim” dedi. Teşekkür ettim ve Brugge’da dolaşmaya başladım.
II. Dünya Savaşı’nda zarar görmeyen nadir şehirlerden biri olan ve bu yüzden Orta Çağ mimarisini hala koruyan Brugge’a doğru adım atar atmaz farklılığı fark etmeye başlıyordum.
Eski tuğla, ihtişamlı evler, kanal, yapraklarını döken ağaçlar arasında başladığım yürüyüşümde ilk dikkatimi çeken yapı günümüzde huzurevi olarak kullanılan Minnewaterhospital oldu.
Yolun sonuna kadar ilerlediğimde kanalın diğer tarafında güzel bir yapı duruyordu.
Solda ise en sevdiğim yerlerden biri olacak Begijnhof (Beguinage / Kadınlar, 13yy) Manastırı’nın köprüsü ve kuğuları görüyordum. Bu arada bir çiftin kendi fotoğraflarını çekmeye çalıştığını görüp fotoğraflarını çekmeyi ve akabinde onların da benim fotoğrafımı çekmelerini önderdim. Gülerek kabul ettiler.
Köprüden geçtikten sonra girdiğim Manastır yeşilliklerle ve ağaçlarla dolu büyükçe bir avluya açılıyordu. Hemen solumda bir kilise vardı.
İçeride yer alan binalar oldukça güzeldi.
Manastırdan çıktıktan sonra gezmeye devam ettim. Hiçbir yeni yapının bulunmadığı oldukça masalımsı bir yerde dolaşıyordum.
Kanallar, evler, ağaçlar…
Artık alışkanlık haline getirdiğim üzere, magnet almak için bir dükkâna girdim. 50’lerindeki satıcıya magnetlerin yerini sorduktan sonra bakınmaya başladım. Bu arada satıcı boynumdaki atkıyı bir süre kestikten sonra, “hangi takım?” diye sordu. Ben de klişe sorulara sebebiyet vermemek için, “Gençlerbirliği, Ankara takımı. Türkiye’nin başkentinden” diye cevap verdim. Adam, “biliyorum” dedi. Şaşırdım. (Viktoria Plzen ile karıştırarak) “Dün Manchester City ile oynamadınız mı?” diye sordu. “Hayır” cevabın üzerine, (Avrupa Kupaları maçlarını kastederek) “buralara gelmiyor musunuz?” diye sordu. Ben de 2003-04 sezonundan bahsettim. Ve “güzel günlerdi” diyerek iç çektim. Bana Brugge taraftarı olduğunu ve 2-3 haftada bir maçlara gittiğini söyledi. Ben de stadın yerini sordum. “Buradan biraz dışarıda elbette” diye yanıt verdi.
Beğendiğim magnetlerden birini gösterip burasının (harita üzerinden gösterek) Begijnhof manastırı olup olmadığını sordum. O da, “evet” diye cevap verdi. Ardından 4 saatim olduğunu ve istasyondaki görevlinin bana kırmızı yıldızları takip etmemi önerdiğini söyledim. O da haritamı alıp, önce “çizebilir miyim?” diye sorduktan sonra bana bir rota çizdi ve “buraları gezmelisin” dedi. Ben de teşekkür ettim. Parayı ödedikten sonra tam çıkarken, “bir daha gelmelisin” dedi. Ben de, “bir gün Brugge ile karşılaşmak için Gençlerbirliği ile gelmeyi umuyorum” dedim. Gülümsedi ve, “evet, bir gün maç için tekrar gelmelisin!” dedi.
Brugge’un neredeyse her yerinden görünen gotik mimariyle inşa edilen Onze Lieve Vrouwekerk’e (Church of Our Lady / Bizim Leydi Kilisesi, 13yy) doğru ilerliyordum.
Arnavut kaldırımı sokaklar nefisti.
Neredeyse kafamı çevirdiğim her yer kartpostaldan fırlamış gibiydi.
Bizim Leydi Kilisesi oldukça ihtişamlı görünüyordu.
Kilisenin içini de kısaca dolaştıktan sonra haritadaki rotamda yürümeye devam ettim. Dijver kanalı ayrı bir güzeldi.
Neredeyse her sokak başında bulunan haritalarda nerede olduğunuzu görebiliyor ve nereye doğru devam edeceğinize karar verebiliyordunuz.
Dijver kanalının hemen yanında dantelden yapılmış (şehrin çikolata, bira ve dantel işlemeleri ünlü) Brugge haritası ise çok yaratıcı bir düşünceydi!
Biraz sonra kanalın üzerinden geçerek Burg meydanına ulaştım.
Meydanın dört bir yanını tarihi binalar çevreliyordu.
Burg’dan çıktıktan sonra kısa bir süre daha devam ettikten sonra Market Meydanına ulaştım.
Büyük meydanın ortasına bir Pazar kurulmuştu. İncikten, boncuğa, yemekten içeceğe birçok şey satılıyordu.
(Burg’dan gelirken) meydanın solunda Belfart Çan Kulesi (Belfry of Bruges, 1240) yer alıyordu.
(En son Seven Psychopaths (Yedi Psikopat) filmini izlediğim) Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği 2008 yapımı Brüj’da (In Bruges) filminin de ana mekânı olan, 83 metre yüksekliğindeki yapının 366 basamaklı merdiveninden tırmanarak Brugge’a kuş bakışı baktım. Her şey nefis görünüyordu!
Dar merdivenlerden çıkarken ara ara durup inenlere yol vermek gerekiyordu. Öyle yaptığım bir an karşıdan gelenler teşekkür etti. Ben de nefes nefese, “rica ederim” dedim. Kadın yanımdan geçerken, “senin zaten nefeslenmeye ihtiyacın var” dedi ve güldü.
Dar ve çok merdivenler aklıma doğrudan Milano Duomo’sunu getirmişti.
Ardından aşağıya inip hava kararmadan tekne turuna katılarak, Brugge’u bir kere de kanalların arasından geçerken görme imkânım oldu.
35 dakikalık turdan sonra hava kararmaya başlamıştı ve benim tek düşüncem çikolatalardı. Dolaştığım bölgede birçok çikolata dükkânı vardı ve bunlardan bazılarının adını duymuş bazılarını ise hiç duymamıştım. Sıradan dolaşmaya başladım.
Her dükkânın kendine has bol sayıda, farklı çikolatası vardı. Ve fiyatları da biraz yüksekti. Bu yüzden ancak sınırlı ve tadımlık çikolata alabildim.
Mesela dükkânlardan birinde otuza yakın farklı tarzda, her biri 33 gram gelen karamel vardı! 3 tanesi 100 gram geliyordu ve fiyatı 5 Euro idi. (Bu yazıyı yazarken aldığım mochalı karameli yedim. Tek kelimeyle göz kamaştırıcıydı! “Keşke daha fazla alsaydım” dedim.)
Çikolatacıları da dolaştıktan sonra son bir kez ışıklar altındaki Brugge’a bakınarak tren istasyonuna doğru yürümeye başladım. Burg meydanından geçerken muhtemelen atmışlarındaki bir adam oldukça enteresan bir müzik aletiyle bir yandan şarkı çalıp bir yandan da herkese takılıyordu. Fotoğraf çekenlere şapkasını çıkarıp selamlamayı da ihmal etmiyordu…
Bir yere kadar hiç haritaya bakmadan yolumu buldum. Fakat bir noktadan sonra ulaştığım büyük parkı bir türlü çıkaramadım ve yardım istedim. İki ufak çocuğu ile köpeğini dolaştıran bir kadın, bir süre benle yürüyerek yolu gösterdi. Teşekkür ettikten sonra hızlanmaya başladım. Ana caddeye çıkmıştım ama istasyon ortalıkta görünmüyordu. Bir yardım daha aldım ve istasyonun biraz solunda olduğumu anladım. Saatime baktığımda trenin kalkmasına 6 dakika vardı. Koşmaya başladım. Son anda trene yetiştim ve derin bir “oh” çektim.
Antwerpen’e geldiğimizde trenden inip peronlara doğru yürürken ekranda binmem gereken Roosendaal treninin kalkma saatinde olduğumu görüp depar atmaya başladım. 3 kat indikten sonra perona ulaştım. Tren rötar yapmıştı. Bir kere daha “oh” çektim. Bir iki dakika sonra geldi ve akabinde Hollanda’ya ulaştım.
Elbette bu kadar şans fazlaydı ve Rotterdam Lombardijen trenine yetişemeyeceğimi anlayınca kuzenden destek alarak saat ve peron bilgilerini alarak iner inmez oraya doğru giderek Dordrecht trenine atladım. Oradan da Lombardijen’e binecektim ama yanlış perona gidince treni kaçırdım. Bunun üzerine 30 dakika bekledikten sonra bir sonrakine binip kuzenle buluştum ve böylece biraz koşuşturmacalı ve kısa olsa da, Brugge’da masal gibi 7 saat geçirmiştim…
Tüm tatilim boyunca en büyük handikap günlerin kısalığı oldu. Saat 16:30 civarlarında batan güneş nedeniyle yapacaklarımı çok sınırladım. Ya da çok hızlı yapmaya çalıştım. Fakat bu gezide, günler kısa ya da havalar soğuk olsa da her şehrin hem yazını, hem sonbaharını, hem gündüzünü, hem de gecesini görmenin gerektiğini anladım…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Hengelo, De Grolsch Veste, Giethoorn, Brugge, Amsterdam – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…