18 Haziran 2009, Perşembe (Budapeşte)
Bir gün önce “gelmişken bir de stadyum görelim” diyerek haritayı karıştırıyordum. Maç falan yoktu ama bir yıl önce hem Giuseppe Meazza, hem de Santiago Bernabeu’yu gördükten sonra gittiğim yerlerde küçük büyük stadyumları (en azından dışından) görmeyi alışkanlık haline getirmeye çalışıyordum. (Ki zamanla öyle de oldu. Artık gitmeyi planladığım tarihlerde maç var mı, stadyum var mı diye araştırmadan gezi planı yapmıyorum.)
Sabah kahvaltının ardından Tuna’ya gitmeden önce yolumuzun üzerindeki Ferenc Puskas stadyumuna gitmek istedik. Fakat nasıl olduysa onun yanında bulunan Papp Laszlo Spor Arenası’na ulaştık. Bir süre bakındıktan sonra zamansızlıktan yolumuza devam ettik. (Yıllar sonra bu yazıyı hazırlarken google maps’de stadın gittiğimiz yere 400 metre mesafede olduğunu görüp “tüh!” dedim.)
Son iki gündür kısa ziyaretler yaptığımız St. Stephen Basilikası’nın (Szent István-bazilika) içini, tepesini ve etrafını Erdem ve okuldan arkadaşı Gülen ile birlikte bolca dolaştık.
Güzel ve ihtişamlı yapının tepesinden Budapeşte oldukça güzel görünüyordu.
Bugünün en önemli olayı ise Erdem’in Central European University’deki mezuniyet töreniydi. Okula gidip bir süre takıldıktan ve Erdem hazırlıklarını yaptıktan sonra yürüyerek törenin yapılacağı opera binasına gittik.
Üniversitenin kurucularından Macar ve Yahudi asıllı ABD’li finans spekülatörü ve liberal girişimci George Soros da törendeydi. Biz de üst locaların birinden töreni izledik ve bol bol alkışladık.
Törenin ardından bugüne kadar gördüğüm en ilginç müzelerden birine gittik. 2. Dünya Savaş sırasında Nazi karakolu olan, Sovyetlerin işgalinden sonra ise Rus karakolu olarak kullanılan Terör Evi’nde (Terror Háza/House of Terror), Macaristan tarihinin oldukça karanlık iki döneminde yaşananlar çok vurucu bir şekilde sergileniyordu. İç avluda duran ve üzerinden sürekli, kanı simgeleyen yağın aktığı tank, odalardaki karanlık renk tonları, ekrandaki televizyonlarda gösterilen “ağır” görüntüler ile müzedeki sunum oldukça vurucuydu.
Ama en vurucusu, en üst kata çıktıktan sonra binmek için bir süre beklediğiniz asansörde yaşayacaklarınızdı. Sadece 3 ya da 4 kişinin alındığı asansöre bindikten ve kapı kapandıktan sonra tüm ışıklar sönüyor ve karşınızda açılan bir ekranda karakolda işkence gören bir mahkûmun anlattıklarına (ister-istemez) odaklanıyordunuz. Bu arada sadece iki ya da üç kat inecek olan asansör olabildiğine yavaş bir şekilde hareket ediyordu. Yaklaşık 3-4 dakikalık bu sunumdan sonra asansör duruyor ve kapılar işkencelerin yapıldığı bölümlere ve hücrelere açılıyordu…
Akşamüzeri mezuniyet partisinin olduğu Gödör Club’a gittik ve eğlendik. Hem burada hem de tüm Budapeşte gezimiz boyunca Macarların çok sıcakkanlı insanlar olduğunu gördüm. Herhangi bir şey sorduğunuzda (tıpkı bizim gibi) çat-pat bile olsa hemen yardım etmeye çalışıyorlardı. Çok hoşuma gitmişti.
19 Haziran 2009, Cuma (Budapeşte, Viyana)
Cuma günü Budapeşte’den trenle Viyana’ya geçtik. Avusturya’ya girerken trende yapılan pasaport kontrolü Avrupa Birliği’nin sınırları kaldırması durumundan ötürü garip gelmişti. Trenden inip, Hakan ile buluşmak üzere metroya bindiğimiz andan itibaren (belki algıda seçicilikten ötürü) her yerde Türkleri ve Türkçe konuşan insanları görmeye başladık. Oldukça enteresandı. Çünkü tek kelime yabancı dil bilmeseniz bile, Viyana’da her türlü derdinizi anlatacağınız birilerini bulabilirdiniz herhalde.
Hakan ile buluşup, eve eşyaları atıp bir süre muhabbet ettikten sonra, 1569’da yapımına karar verilen ve Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olan Schönbrunn Sarayı’na (Das Schloss Schönbrunn) doğru yola koyulduk. Saraya ulaşmak üzere büyükçe bir parkın içinden geçerken, yeşillikler arasındaki bir ilkokul dikkatimizi çekti. Çocuklar sıraya geçmiş uzun atlama oynuyorlardı. “Ne kadar sevimliler” diye naif duygularla onları takip ederken, ufaklıklardan biri, bir diğerine bol okkalı sağlam bir Türkçe küfür ederek tüm duygularımızı yerle bir etti! “Neyse biz saraya doğru devam edelim en iyisi!” diyen gözlerle birbirimize bakındıktan sonra yola devam ettik.
Sarayın ön avlusunda usul usul yürürken yanımda bir fayton durdu. Kafamı çevirdiğimde biri kız, diğeri erkek iki sarışın çocuk gördüm. (Hala nasıl olduğuna şaşırdığım bir şekilde) aklıma Claudia Schiffer geldi. Kafamı yukarı doğru kaldırdığımda onu gördüm! Çocukların yanındaki yaşlıca kadın faytoncuya 50 euro bahşiş verince, nedense içimden “o olmalı!” diye düşünüp hızlıca bizimkiler yanına gidip durumu anlattım. Önce inanmasalar da sonrasında peşlerinden giderek Claudia Schiffer olduğunu kesinleştirdik. (Sonraları bu olaydan önce bir dergide Claudia Schiffer ve çocuklarıyla ilgili bir yazı okuduğumu anımsadım. Yine de garipti ama herhalde tek mantıklı açıklaması buydu olayın.)
Bilet gişelerine geldiğimizde önce saray parkını/bahçesini (Schlosspark) gezmeyi tercih ettik. “Ardından sarayın içine gireriz” diye düşünüyorduk ama hiç de öyle olmadı. Çünkü park/bahçe o kadar büyük bir alana yayılmıştı ki, yaklaşık 3 saat boyunca dolaştık!
Ağaçlarla kaplı alanın hemen girişinde özene bezene yapılmış çiçekli bir yol ve heykeller yer alıyordu.
Ardından Neptune çeşmesi ve ondan da sonra Gloriette adı verilen, “küçük oda” anlamındaki bahçe binası bulunuyordu.
Daha da ileride Roma kalıntıları olduğunu görsek de biz yanlarda bulunan alanları keşfetmeye karar verdik.
Bunlardan biri labirentti. Yeşil çalılıklardan yapılan labirentin ortasında bulunan bir yapıya gitmeye çalışıyordunuz. “Ne var ki bunda!” diye başladığımız yolculuk bir süre sonra kendimizi “labirentteki kobay faresi” gibi hissetmemizi sağladı. Gideceğimiz yer görünüyordu ama ulaşamıyorduk.
Bu arada “başarmış” olanların bize bakıp gülümsediklerini görmek iyice insanı gıcık ediyordu. Derken biraz daha gayretle hedefe ulaştık. İşin ilginç yanı, yukarı çıkıp nefeslenirken, labirentte kaybolanları izlerken hem keyif alıyor hem de gülümsüyorduk!
Hayatımda gördüğüm en orijinal ve yaratıcı oyun parkına gittik. Çocuklar, kumları bir kaptan diğer kaba boşaltarak en yükseğe taşımaya çalışıyorlardı. Yerde bulunan, doğru basamaklara basarak hedefe ulaşmaya çalıştığınız bir oyun vardı. Eğer yanlış basamağa basarsanız üzerinize su fışkırtılıyordu. Uzunca bir kablonun bir ucunda bulunan huniye biri konuşuyor, diğeri de diğer uçtaki huniye kulağını koyup dinliyordu!
Bizim ilgimizi ise, iplerle havada asılı duran kuş çekmişti. Tırmanarak içine biniyor ve ardından kanatları kontrol eden ayak iplerini itip-çekerek kuşu hareket ettiriyordunuz. Sallantılar sayesinde uçtuğunuzu hissediyordunuz. Nefisti!
Parktan çıktıktan sonra önce hayvanat bahçesine gitmek istedik ama tercihimizi limon bahçesi yönünde kullandık. Çardaklar halinde limon ağaçlarının bulunduğu oldukça güzel bir yerdi burası.
Schönbrunn Sarayı’ndan çıktıktan sonra Hakan ile buluşup kendimizi onun rehberliğine bıraktık. Bizi önce Naschmarkt yakınlarında yer alan, üzerinde motifler bulunan apartmanların olduğu bir yere götürdü. Tepesinde, çığlık atan kadın heykellerinin olduğu apartman çok enteresandı.
Ardından şehrin en popüler yeri olan 1. Viyana’da dolaşmaya başladık. 1365’de yapılan Aziz Stephan Katedrali (Stephansdom) görülecek en güzel yerlerden biriydi.
Şehrin 1679’da geçirdiği en büyük veba salgınından kurtulmak için “adak olarak” 1693’de yapılan Viyana Veba Sütunu’na (Wiener Pestsäule) gittik.
Michaelertrakt’ın (ünlü St. Peter Kilisesini (Peterskirche) yeşil kubbesine benzeyen) orta kubbesi ve heykeller oldukça ilgi çekiciydi.
Dolaştığımız bölgedeki neredeyse tüm binalar hem eski, hem de iyi korunmuştu. Her biri farklı ve güzeldi.
Akşam iyi bir lokantada yediğimiz yemeğin ardından Hakan’ın çalıştığı Irish Pub’a gidip bir süre laklak edip, “deplasmanda” dart kapışmamızı yaptık.
Tek güne sıkıştırılmış güzel bir Viyana gezisi olmuştu.
20 Haziran 2009, Cumartesi (Viyana, Budapeşte)
Sabah erkenden trenle Budapeşte’ye geri döndük. Viyana’yı şehir olarak sevmiş ama Budapeşte’yi sakinliğinden, Tuna’sından, yapılarından ve insanlarından dolayı daha çok sevmiştik. (2012’de bir kere daha Viyana’ya gidecek ve Hakan ile birlikte hem turistlik, hem de “normal” yaşam alanlarında daha fazla zaman geçirip, Viyana’yı da çok sevecektim.)
Yolculuğun ardından Erzsébetváros’da bulunan ve 1859’da yapılan Dohány Sokağı Sinagogu’na (Dohány utcai zsinagóga/nagy zsinagóga) gittik.
Avrupa’nın en büyük ve dünyanın beşinci büyük sinagogu olan tapınağın içine giremesek de dışarıdan oldukça ihtişamlı görünüyordu.
Akşam, Erdem’in gezi planını hazırlarken, “buraya kadar gelmişken o süper muhteşem ötesi opera binasında bir gösterim izlemeden dönmek olmaz” sözlerine istinaden Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası’nı izlemek için Macaristan Devlet Opera binasına (Magyar Állami Operaház) gittik.
1884’de inşa edilen binanın hem dışı, hem de içi tek kelimeyle muhteşemdi.
Zaten oyundan çok locaları, işlemeleri, heykelleri, motifleri kısacası mekanı inceledik.
Opera’dan çıktıktan sonra Budapeşte’ye geldiğimiz ilk gün gidip hayran kaldığımız Szimpla Kert’e gidip gezimizin finalini yaptık.
21 Haziran 2009, Pazar (Budapeşte)
Güzel günler çabuk bitiyordu ve 21 Haziran, Pazar günü uçağa atlayıp ülkeye geri döndük…
Eklenti Notu (13.06.2016): 7 yıl sonra, gezide çektiğim videoları derleyip bir “video anı” oluşturdum. O günlerde “cam gibi” dediğimiz görüntüleri bugün izleyince “leş” olarak görmek gerçekten hüzün verici!
Budapeşte, Viyana – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Budapeşte, Viyana – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Bundan önce gittiğim 3 ülke, sırasıyla şöyle: (1) İtalya (2008), (2) Vatikan (2008), (3) İspanya (2008)