3 Ekim 2008, Cuma (Milano, Roma)
Fiyatından ötürü orta hızlı bir trene atlayıp Roma’ya gitmiştik. Derya’nın, “bir gün hayatta yetmez. Hatta iki gün bile eh işte” dediği Roma’ya biz önceden gidip dolaşacak, akşam üzere Derya’da bize katılacak ve bir gün sonra akşama kadar dolaşıp daha hızlı bir trenle Milano’ya dönecektik.
Trenden inip metroyla merkeze geçtiğimizde öyle bir kalabalık görecektik ki, ister istemez, “Ekimin ilk günleri ve bir de üstüne hafif yağmurlu ve rüzgârlı bir havaya rağmen bu kadar insan varsa, normal tatil mevsiminde ne kadar insan oluyordur” diye düşünmüştüm. Ayrıca sokaklarda o kadar çok milletten insan vardı ki, kendimi devasa bir havaalanında gibi hissediyordum. Tabi bunlar bir yana Roma eşsiz ve tek kelimeyle mükemmel bir yerdi!
Roma’da kaldığımız iki gün boyunca birçok yere gittik. Şehrin neredeyse her sokak başında tarihi bir şeylerin olması çok garipti. Bu yüzden, Derya’nın, “Roma’da haritanı alıp yürüyeceksin, başka türlüsü imkânsız” sözlerinin ne kadar doğru olduğunu anlamıştım. Ama tek handikabımız ara ara serpiştiren yağmur ve ardından esen soğuk rüzgarla mücadeleydi.
İlk gittiğimiz yerlerden biri İspanyol Merdivenleriydi (Spanish Steps). Önünde bulunan çeşmede ve oldukça kalabalık olan merdivende bir süre oturup etrafı izlemiştik.
Aşk Çeşmesi ya da Trevi Çeşmesi (Trevi Fountain) Roma’da en sevdiğim yerlerden biriydi. Bugüne kadar televizyonda gördüğüm açıdan olacak, çeşmenin daha açık bir alanda ve büyükçe olduğunu düşünüyordum. Ama aslında binaların arasında (3 yol arası) ve küçük olduğunu görünce nedense daha çok hoşuma gitmişti. Burada bulunan büfelerden birinde gördüğümüz ve ambalajı tamamen Türkçe olan Milka gofrete de şaşırıp bir süre muhabbetini etmiştik.
Rastgele sokaklar arasında dolaşırken, Santa Maria in Montesanto ve Santa Maria dei Miracoli kiliselerinin bulunduğu iki sokağın açıldığı Halk/Popolo Meydanı’na (Piazza del Popolo / People’s Square) ulaşmıştık. Meydanın tam ortasında yer alan Mısır dikilitaş anıtı ve benim daha çok ilgimi çeken heykelleriyle bir çeşme vardı.
Venedik Meydanı ve Capitoline Tepesi arasında bulunan Vittorio Emanuele II Abidesi (Altare Della Patria) de Roma’daki birçok yapı gibi görkemli heykellere sahipti.
İlk günün gecesinde Antik Roma’nın tüm tanrıları için tapınak olarak inşa edilmiş olan ve tüm Roma yapıları içinde (ve muhtemelen dünyada döneminin) en iyi korunmuş binası olan Pantheon’a gimiştik. Yapının kubbesindeki büyük açıklığa oldukça şaşırmıştık. Bir süre bakındıktan sonra birbirimize “yağmur yağınca ne oluyor?” diye sormuş ve yerdeki mikro deliklerin su damlalarını topladığı bilgisini alıp “vay be!” demiştik.
Birbirimizden habersiz olarak yaptığımız planlarla, aynı tarihlerde İtalya’da ve onlar turla biz ise Derya’nın planıyla Roma’ya gelmemize rağmen ilk gün akşamı Ankara’dan bazı arkadaşlarımızla Roma’da buluşmak enteresan bir deneyim olmuş ve bol bol eğlenmiştik.
4 Ekim 2008, Cumartesi (Roma, Vatikan)
O güne kadar Milano’daki Derya’nın evinde ve kendi zevkimize göre kahvaltı yaptığımız için Roma’da kaldığımız butik otelin vereceği kahvaltıyı çok merak ediyordum. İtalya deyince aklıma (nedense?) peynir ve zeytin geliyor ve bol çeşitli güzel bir kahvaltı hayal ediyordum. Ama o da ne? Etimek dışında kahvaltının tamamı tatlılardan oluşuyordu. Kruvasan, reçel, çikolata… Kahvaltıda önce tuzlu yemeyi seven biri olarak oldukça zorlanmıştım. Madeira’da tanıştığımız Francesco’ya durumu anlatıp kahvaltı alışkanlıklarını sorduğumda kesin bir şekilde “elbette tatlı şeyler yiyoruz” yanıtını vermişti. Bizim ise genelde önce tuzlu yediğimizi söylediğimde, benim Roma’daki kahvaltıda hissettiğim gibi kötü bir tavırla “yoo, asla!” diye kestirip atmıştı.
Kahvaltının ardından yine yürüyerek dolaşmaya devam etmiştik.
Tiber nehrinin üzerinde bulunan bol melek heykelli köprüden geçerek ulaştığımız Sant’Angelo Kalesi’nin (Castel Sant’Angelo) avlusu göz kamaştırıcıydı.
Çünkü buradan Roma’nın sembolleri olan devasa yapıların neredeyse hepsini görebiliyordunuz. O güne kadar gördüğüm en güzel manzara idi.
(“Takılıp kalınan büyüleyici manzaralar” listesini şuraya koyalım dursun: 1. Sant’Angelo Kalesi’nin (Castel Sant’Angelo) avlusundan Roma’nın muhteşem görüntüsü, 2. Budapeşte’deki elinde defneyaprağı tutan kadın heykelinin (Szabadság Szobor / Liberty Statue) de bulunduğu Gellert tepesinden (Türkçedeki adıyla Gürz Elyas bayırı) Tuna nehri ve Budapeşte’nin eşsiz görüntüsü, 3. Salzburg kalesinden Alplerin eteğindeki, olabildiğince yeşillerle kaplı nefis şehir manzarası, 4. Madeira’daki São Lourenço ucunda dalgaların çarptığı bol katmanlı devasa kayalıklar, 5. Samos Adasındaki Mikro Seitani Plajı’nın yeşil-mavi tonlardaki efsanevi görüntüsü, 6. Eski Mardin’de gördüğüm uçsuz bucaksız, bereket fışkıran, yemyeşil Mezopotamya manzarası.)
Avluya ilk çıktığımda karşılaştığım büyüleyici manzaranın etkisinden hafif hafif kurtulurken “ah keşke bir de harita gibi bir şey olsa da, bu gördüğümüz yapıların ne olduğunu anlayabilseydim!” diye geçirerek kafamı aşağıya doğru indirdiğimde aslında 3 yönde de birer tane “gölge harita” olduğunu ve yapıların üstünde ne olduğunun yazılı olduğunu görüp “yuh!” demiştim. Muhteşem bir düşünceydi!
Katolik mezhebinin yönetim merkezi ve aynı zamanda devlet olan Vatikan oldukça ilginç bir yerdi. (Hiç savaşa girmediği için İsviçre’den ve “babadan oğula” tarzında seçilen) muhafızların giysiler oldukça enteresandı. Vatikan’a doğru yürürken hayatımda gördüğüm en fazla, çikolata, şekerleme, çay ve kahve çeşidinin bulunduğu bir dükkâna girip bakınmıştık. Raflarda Hazer Baba markalı elma çaylarını görünce şaşırmıştık. Derya, “nedendir bilmiyorum ama İtalya’da her yerde bunlardan var ve adamlar Türklerin sürekli elma çayı içtiğini düşünüyorlar” demişti.
Vatikan’a vardığımızda ince ince yağmur yağıyordu ve inanılmaz bir kuyruk vardı. İlk anda anlamasam da bir süre sonra bu kuyruğun (23.000 m2’lik alanıyla Hristiyanlığın en büyük kilisesi olan) Aziz Petrus Bazilikası’nın (Basilica di San Pietro in Vaticano, 1626) girişindeki giysi ve güvenlik aramasından kaynaklandığını öğrenecektim. Uzunca bir süre bekledikten sonra sıra bize geldiğinde aramadan geçip Bazilikaya girdik. Bugüne kadar gördüğüm kiliselere göre en aydınlık olanıydı. İçerideki heykeller, işlemeler, kubbeye yakın camlardan giren ışık süzmeleri oldukça güzel ve bol ayrıntılıydı. Bir süre içeride gezindikten sonra dışarı çıkıp meydanda da biraz zaman geçirdik. Ardından gezi sırasında tek üzüldüğüm şey olan, Vatikan’ın yanında bulunan ve Michelangelo’nun Adem’in Yaratılışı (1511) eserinin de bulunduğu Sistine Şapeli’ne gitmek üzereyken “az önce kapandığını” öğrendik.
Dönüş yolunda rastgele girdiğimiz bir avluda, binanın duvarlarından birinde güneş saati görüp şaşırmış ve bir süre üzerinde fikir yürütmüştük.
Capitol tepesinde bulunan Piazza del Campidoglio sarayının avlusuna giden merdivenin her iki yanında ve avluda bulunan heykeller çok güzeldi.
Kolezyum’a giderken ya yorgunluktan ya da geç olduğundan Roma Forumu’na girmeden, etrafında dolaşarak incelemeye çalışmıştık.
Dönüş saatimiz yaklaşırken ve güneş batışa geçmişken gittiğimiz Kolezyum (Colosseum), hayatımda gördüğüm en etkileyici yapılardan biriydi. Beton ve taştan inşa edilen, Roma İmparatorluğunun ve aynı zamanda dünyanın en büyük amfi tiyatrosu olan yapı çok ihtişamlı görünüyordu.
Roma’da öğlenleri genelde fastfood yemiştik. Yediklerimiz arasında en ilginci bizdeki uzun pideler gibi yapılmış ve yanlamasına kesilerek satılan pizzalardı!
Gezimiz sırasında neredeyse her gittiğimiz yerde fotoğrafları çekilen bir sürü gelin ve damada rastlayıp şaşırmıştık. Ama sonraları gelin ve damatlar için yapılan bu açık hava çekimleri Türkiye’de de oldukça meşhur oldu.
Gün boyu yürüyerek dolaştığımızdan dönüş treninde bol bol uyumuştuk…
5 Ekim 2008, Pazar (Milano)
Pazar günü Milano’da daha önce gitmediğimiz yerlere ve Indro Montanelli Bahçelerine gitmiştik. O gün gördüğüm en ilginç şey sokak arasında rastladığımız bir mozaikçinin camında bulunan mozaikten kadın ve erkek figürleriydi…
“Milano, Giuseppe Meazza, Sirmione, Venedik, Roma, Vatikan, Madrid, Santiago Bernabeu, Toledo – Bölüm 2” üzerine 2 yorum