21 Temmuz 2012, Cumartesi (Viyana, Salzburg)
Yolculuğumuzun son gününde Viyana’ya 296 km uzaklıktaki Avusturya’nın en büyük 4. şehri ve aynı zamanda Mozart’ın doğduğu yer olan Salzburg’a gitmek için erkenden kalkıp araba kiralama şirketine gittik. Bu sefer bizden 600 Euro ön provizyon istediler. Saat 9:30 civarlarında işlemleri tamamlayıp yola çıktık.
Hava yine kapalı ve soğuktu. Allah’tan hosteldan çıkmadan önce aklıma gece yağmurdan ıslanan bez ayakkabılarımı saç kurutma makinası ile kurutmak gelmişti.
Ljubljana’ya giderken gördüğümüz gibi yine yemyeşil bir doğa, ormanlar arasında serpiştirilmiş güzel evler, köyler ve otobanın büyük bir bölümünü doğadan ve köylerden ayıran korkuluklar vardı. Yolun ilerleyen kısımlarında ara ara yağmur atıştırmaya başladı.
Şehre yaklaşırken durduğumuz bir benzinliğin tuvaletinde üzerinde “Milyonlar yerine gelenekler” yazan mor-beyaz renkte bir Austria Salzburg futbol takımı stikerı gördüm. Tatile çıkmadan önce Gençlerbirliği’nin ismine sponsor ismi eklenmesi konusu gündeme geldiğinde verdiğimiz tepkinin bir benzerini şu anda adları Red Bull Salzburg olan ve takım renkleri değiştirilen Austria Salzburg taraftarları veriyorlardı.
Şehre girerken öncelikli planımız kaleyi, Mozart’ın doğduğu evi ve Stiegl’ın fabrikasını görmekti. Merkeze doğru giderken karşımıza Stiegl’ın lokantası (Stiegl’s Brauwelt) çıktı. Arabayı park edip oturduk.
Ben nasıl olduğunu merak ederek kuzu schinitzel söyledim. Haşlanmış patates ve reçelin eşliğinde schinitzelimiz geldi. Et o kadar yumuşak ve lezzetliydi ki inanamadım. Patates ve reçel ile çeşitli varyasyonlarla denedim. Çok güzeldi.
Arabayı park yerinde bırakıp yürümeye başladık. Bir süre sonra Salzach nehrine paralel gittiğimizi anladık. Yürüdüğümüz cadde oldukça sakindi. Ben tam “tek turist biziz herhalde burada” derken kafamı çevirip nehre doğru baktığımda turistleri görmeye başladım. Nehir, köprüler, şatolar, evler, bulutlarla kaplı dağlar hepsi çok güzel görünüyordu.
Marketten birkaç şey aldıktan sonra Mozart’ın doğduğu evin (Mozarts Geburtshaus) bulunduğu caddeye saptık. O kadar çok turist vardı ki! Sanki ipini koparan buraya gelmişti! Aklıma bugüne kadar gördüğüm en kalabalık yer olan Roma geldi.
Mozart’ın doğduğu ev (kafamda saray gibi bir yer kurduğumdan olacak) beklediğimden çok mütevazi geldi. Mozart’ın doğduğu odanın küçüklüğü, duvarların sanki kireçle boyalıymış gibi oluşu, Mozart ve ailesine ait yüzlerce yıllık birçok kişisel eşya ve mektuplar oldukça ilginçti. Ama benim için en etkileyicisi, Mozart’ın kullandığı kemanı görmekti. Etrafında dönerek birkaç dakika inceledim. Tıpkı yıllar önce Milli Kütüphanede gördüğüm 700 (belki de daha fazla) yıllık yazma eser gördüğümde yaptığım gibi.
Müzede Belvedere Sarayı’nın 1758’deki halini yansıtan Canaletto imzalı bir tablo gördük. Sarayın solundaki bahçe garip geldi. Telefonu çıkartıp dün sarayda çektiğim fotolara bakıp karşılaştırdık. Arkadaki katedral ya da uzun binalardan açıyı tahmin etmeye çalıştık. Sonrasında 254 yıl önce yapılan bir tablo ile bugünü karşılaştırmanın çok garip olduğunu düşündüm. İlginçti.
Müzeden çıktığımızda güneş bize gülümsüyordu. Şanslıydık. Nefis bir hava vardı.
Caddenin sonuna doğru yürüdük. Viyana’daki gibi dükkanların üzerinde yazan “18xx’den beri” ibarelerine bakıp güldüm. Uzun bir heykelin yanından geçtikten sonra ortasında çok güzel bir çeşmenin yer aldığı Residenzplatz’a çıktık. Çeşmenin sağında kalan yapıların arasında bulunan açıklıktan bulutlarla kaplı dağlar çok güzel görünüyordu.
Bir süre bakındıktan sonra yürümeye devam ettik ve karşımıza Salzburg Katedrali (Salzburg Cathedral) çıktı. İçeride ayin vardı. Soluklandık, etrafa baktık, biraz dolaştık ve çıktık.
Kilisenin önünden biraz daha ilerleyince Kapitelplatz’a (Chapter Square) çıktık. Ortada kocaman altın renginde bir kürenin bulunduğu meydandan kaleyi görebiliyorduk.
Ljubljana’daki gibi fenikülere binip şehrin üzerinde yükseldik. Kaleye (Fortress Hohensalzburg) girip bir süre yürüdükten sonra şehir tamamen ayaklarımızın altındaydı. Kapitelplatz’a doğru baktığımız yerden şehir, onu ayıran Salzach nehri ve köprüler, Budapeşte’deki elinde defne yaprağı tutan kadın heykelinin (Szabadság Szobor / Liberty Statue) de bulunduğu Gellert tepesinden (Türkçedeki adıyla Gürz Elyas bayırı) şehrin görünümüne benziyordu. Budapeşte’den farklı olarak 150 bin kişilik bir şehir olmasından ötürü buradaki manzarada daha çok ormanlık alan vardı ve bu alanların içinde bir sürü saray görebiliyordunuz. Zaman olsa da hepsini tek tek gezsem diye düşünmedim değil!
(“Takılıp kalınan büyüleyici manzaralar” listesini şuraya koyalım dursun: 1. Sant’Angelo Kalesi’nin (Castel Sant’Angelo) avlusundan Roma’nın muhteşem görüntüsü, 2. Budapeşte’deki elinde defneyaprağı tutan kadın heykelinin (Szabadság Szobor / Liberty Statue) de bulunduğu Gellert tepesinden (Türkçedeki adıyla Gürz Elyas bayırı) Tuna nehri ve Budapeşte’nin eşsiz görüntüsü, 3. Salzburg kalesinden Alplerin eteğindeki, olabildiğince yeşillerle kaplı nefis şehir manzarası, 4. Madeira’daki São Lourenço ucunda dalgaların çarptığı bol katmanlı devasa kayalıklar, 5. Samos Adasındaki Mikro Seitani Plajı’nın yeşil-mavi tonlardaki efsanevi görüntüsü, 6. Eski Mardin’de gördüğüm uçsuz bucaksız, bereket fışkıran, yemyeşil Mezopotamya manzarası.)
Kalenin içinde çok geniş avlular vardı. Doğrudan beni ortaçağ filmlerindeki mekanlara götürdü. İlk kez bu kadar büyük alana sahip kale görüyordum. Mesela en son gördüğümüz Ljubljana kalesinin büyüklüğü bunun yanında oyuncak gibi kalırdı. Avluda biraz daha tırmandıktan sonra kalenin diğer tarafını gören “balkona” ulaştık.
Yemyeşil bir vadi. İçerisinde tek tek ya da bütün halinde düzenli evler, saraylar. Ve karşınızda bulutlarla örtünmüş devasa Alp dağları. Hayatımda gördüğüm en güzel “sahnelerden” biriydi. Resmen doyamadım. Kaleden çıkarken bile aklımdaydı. Tekrar dönmek ve uzun süre izlemek istiyordum.
Kalede ilerlerken Hakan heyecanla, “Mali gel de gör, bak ne yazıyor!” diye beni çağırdı. Yanına gittiğimde duvardaki, Prusyalı doğabilimci ve kâşif Alexander von Humboldt’un “dünyada en güzel bulduğum yerler Salzburg, Napoli ve Constantinople’dü” sözünü gösteriyordu. Ardından da İstanbul-Ankara geyiğimize gönderme yapıp, “sen sevme, bak dünyaca ünlü kaşif bile İstanbul’u övmüş” diye ekleyip gülüyordu. Elbette İstanbul güzel bir şehirdi ama kaşifin söylediği günlerle hiçbir alakası kalmadığı da bir gerçekti. Oysa Salzburg, muhtemelen 19. YY’da da böyleydi! Aradaki fark da buydu zaten.
Kalenin içlerine doğru ilerledikçe bir sürü sergi gördük. Burada yaşayan ailelerin portrelerinden, kişisel eşyalara, güzel döşenmiş odalara kadar birçok şey gördük. Ama en ilginci işkence araçlarının bulunduğu yerlerdi. Çivili sandalye, kırbaçlar, ellere ya da ayaklara takılan tahta prangalar. Bunları görünce ortaçağ filmleri daha bir gerçekçi geldi!
Kalede aynı zamanda 1. Dünya Savaşı’nda kullanılan silahlar, giysiler ve mühimmatlar da sergileniyordu. Muhtemelen kale savaşta önemli bir konumda yer almıştı.
Kalenin en yüksek noktası olan kuleye ulaştığımızda tüm Salzburg’u ve Alpleri bir kere daha ve daha yüksekten izledim. Özellikle Alper oldukça efsanevi görünüyordu.
Kaleden çıkarken ve dönüş yolunda Gençlerbirliği’nin gelecek yıl Avrupa Kupaları’nda rakibinin Salzburg ya da Ljubljana temsilcisinin olması hayalini kuruyordum. Hem deplasmana hem de gezmeye buralara bir kere daha gelmeyi çok istiyordum.
Nehrin diğer tarafına geçtiğimizde Hakan, Avusturya’nın en ünlü tatlılarından biri olan Sachertorteyi yiyebileceğimiz Sacher Hotel’e (Hotel Sacher Salzburg) oturmamızı önerdi. Bir yandan nehri ve karşı kıyıyı izlerken bir yandan da kahve ile birlikte Sachertorteyi yedik. Sachertorte, bana biraz fazla tatlı gelse de yine de güzeldi.
Ardından otoparka doğru yola çıktık. Arabayla son bir kez Salzburg’da turladık ve Viyana’ya hareket ettik.
Gezi boyunca gittiğimiz Viyana, Salzburg ve Ljubljana’da en çok ilgimi çeken şey insanların günün her saati bisiklet kullanabilmeleriydi. Onlara ait trafik lambaları, yollar ve geçitler yapılmıştı. Bu yüzden bu tarz şehirlerde dolaşırken bisiklet kiralayıp onla dolaşmak gerçekten çok zevkli olabilir. Bu heykel de Salzburg’daki Sacher Hotel’in yanındaki köprünün ayağında bulunuyor.
Gece 1 civarlarında hostel’a ulaştık. Eşyalarımızı topladık ve saat 3’de kalkmak üzere saatlerimiz kurduk.
22 Temmuz 2012, Pazar (Viyana)
5’de otobüs ile havaalanına gittik. Oradan da 7:20’de İstanbul’a uçtuk. Ben Sabiha Gökçen’de 17’ye kadar Ankara uçağını bekledim. Bu süre zarfında gezdiğimiz yerleri, yaşadıklarımızı düşündüm. Her şey gerçekten çok güzeldi ve her zamanki gibi çabuk bitmişti!
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 1′i okumak için tıklayın…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 2′i okumak için tıklayın…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 3′i okumak için tıklayın…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 4′i okumak için tıklayın…
Bundan önce gittiğim 6 ülke, sırasıyla şöyle: (1) İtalya (2008), (2) Vatikan (2008), (3) İspanya (2008), (4) Macaristan (2009), (5) Avusturya (2009), (6) Kuzey Kıbrıs (2010, 2010)
“Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 5” üzerine 5 yorum