13 Eylül 2023 Çarşamba (Tiflis)
Tiflis’teki dördüncü günümüzde hedefimizde yaklaşık 95 km uzaklıkta olan ama 2 saatte gidilebilen Diamond Bridge vardı. Kısacası dağlık bir bölgedeki kanyon üstüne kurulmuş cam tabanlı bir köprü idi. Ve ortasında da camdan bir “elmas” vardı. Aklıma Safranbolu tarafındaki Tokatlı Kanyonu’nu tepeden gören Kristal Teras geliyordu. Orada yürürken oldukça konforlu bir durumda olsanız da aşağıya bakınca beyne giden “uyarılar!” nedeniyle rahatsız oluyordunuz. İlginç bir deneyimdi ve burası çok daha özeldi. En azından öyle olduğunu tahmin ediyorduk.
Hakan’ın eşi Hatuna özellikle “gitmelisiniz” demişti. Ama aklımızdaki soru, bir yandan yağmur bir yandan da rakımı yüksek bir yer olduğundan havanın soğuk ve kapalı olmasıydı. Bu yüzden bir iki gündür hava durumuna da bakıp gitmeye karar verdik. Hoteldeki görevlilere de danıştık elbet ama onlar işi daha da karıştırdı. Çünkü dağlık bir bölge olduğu için bu mevsimde hava durumunu asla tahmin edemeyeceğimizi bir anda bozabileceğini ya da güneş açabileceğini söylediler.
Biz de şansımızı denmeye karar vererek, hafif yağmurlu ve oldukça kapalı Tiflis sabahında düştük yollara.
Navigasyon bir süre bizi şehrin dışına doğru götürdükten sonra bir yola döndürdü ama biraz tırmandıktan sonra yola girişlerin çökme ya da tadilattan ötürü kapalı olduğunu görüp şaşırdık. Dönüp başka bir yol bulmasını bekledik ama navigasyon bu yolda ısrarlıydı.
Havadan da ötürü köprüyü bir başka bahara bırakıp şehre döndük ve dün bayıla bayıla kahvaltı ettiğimiz Lolita’da nefis bir kahvaltı daha yapıp güne rahat bir şekilde başladık. 🙂
Kahvaltının ardından Tiflis Ulusal Müzesi’ne yakın bir sokağa arabayı bırakıp müzeyi dolaşmaya başladık.
Müzeye geçmeden önce trafiği biraz anlatmakta fayda var. Tiflis’de ve Batum’da çok fazla lüks araba ile birlikte genelde arka ya da ön tamponu olmayan bir sürü araba gördük. Bu başlı başına ilginçti. Yani sanki yapmak çok pahalıydı ve kaza yapanlar mecbur kalmadıkça tamponları yenilemiyorlardı.
Atak bir şekilde araba kullanan, yani tampon tampona trafikte boşluk görünce bir anda hızlanıp, araba egzozunu bağırttıra bağırttıra makas yapan çok fazla araba gördük. “Niye?” dedik.
Üstte de söylediğim gibi acayip lüks arabalar olmasına rağmen egzozlarından korkunç bir ses çıkartan bir sürü araba gördük. “Özellikle yapıyorlar herhalde” dedik.
Döner kavşaklarda trafik lambası olmadığından yol vermeyi öğrendik. Ayrıca ana yollarda karşı şeritteyken durup sağa sola dönemeyeceğimizi, yola devam edip döner kavşak ya da yerlerde çizgiyle belirtilen dönüş yerlerinden dönüp karşı şeride geçip ardından dönebileceğimizi öğrendik.
Son olarak da şehir içindeki çoklu şeritli tüm yollarda, nereye gideceksiniz şeritlere eklenen işaretlere uymak gerektiğini öğrendik. Mesela düz gidecekseniz “sağa” ya da “sola” dönüş işareti olan şeritte geçmeyeceksiniz. Ve bir de otobüs için ayrılan şeridi otobüs yakınlardaysa asla girmeyeceksiniz. Geçerseniz/girerseniz bol küfür ve korna yiyorsunuz! 🙂
30’ar Lari verip müzeye giriş yaptık.
Müzeye girer girmez sizi karşılayan ve insanlık tarihinde gelişiminin 2 milyon yılını kapsayan görkemli bir sergi karşılıyor. Kafataslarının arasında dolaşırken bir sürü farklı büyüklükte ve tipte kafa tası görüp şaşırıyorsunuz. Mesela bir tanesinde “punk saçı” stilinde ya da roma askeri miğferi fırçası gibi üstte bir çıkıntı vardı!
Nette şöyle bir açıklama var;
Daha önce Gürcistan’da bulunan bir kafatası ile, insanın atalarının Afrika’dan Avrasya’ya sanılandan 800 bin yıl önce göç ettiği anlaşılmış. Müzenin Genel Müdürü David Lordkipanidze, şu açıklamalarda bulundu: “Tam olarak 25 yıl önce Gürcistan’a bağlı Dmanisi’de bir insan kafatası bulundu. Bu büyük bir olaydı. Afrika dışında 1.8 milyon yıllık bir insan fosilinin olabileceğini asla tahmin etmiyorduk. Daha sonra başka fosiller de bulduk, şimdi elimizde dördü kafatası olmak üzere 5 farklı insandan fosiller var. Elbette hayvan kemiklerine de sahibiz. Bu açıdan en yaşlı homosapiens fosillerinde Afrika’dan sonra dünyadaki en geniş koleksiyona sahip olduğumuzu rahatlıkla belirtebilirim.”
Renk renk kelebekler, doldurulmuş çeşit çeşit hayvanların bulunduğu bölüm de ilgi çekiciydi. Tabi bu konuda, bugüne kadar gittiğim en büyük doğa tarihi müzesi olan Paris’teki müze aklıma gelince buradaki içerik oldukça ufak kalıyordu. Ama bir yandan da bölgedeki hayvan türlerini sergilediği için de oldukça özeldi.
Ardından gördüğümüz savaş aletleri bölümü de oldukça güzeldi çünkü, Pers, Gürcü, Osmanlı, Kafkasyalılara ait savaş aletlerini görmek de farklı bir coğrafyada bulunduğumuzun kanıtıydı. Çok güzel parçalar vardı.
Son olarak en alt kattaki “hazineler” bölümüne gidince ise adeta büyülendik. Çünkü bu kadar ufak ve bu kadar ince işçilikle yapılmış o kadar takı ve değerli materyal vardı ki inanılmazdı.
Bir sürüsüne defalarca yakından bakıp büyülendik doğrusu.
Popüler kültürde Nazi Gamalı Haçı olarak bilinen ama normalde tarih öncesi dönemlerden bir simge olan Svastika’yı birçok altın objede görebiliyordunuz.
Svastika sembolü, Avrasya kültürlerinde antik bir dinî ikona. Hinduizm, Budizm ve Jainizm de dahil olmak üzere, Hint dillerinde kutsallık ve ruhsallık sembolü olarak kullanılıyor. Batı dünyasında da sağa bakan versiyonu, 1930’larda Nazi sembolizmi ve Arî ırkının bir simgesi hâline gelene kadar uğurluluk ve iyi şans sembolü olarak görülüyordu.
Nepal, Hindistan, Moğolistan, Çin ve Japonya gibi Hindu, Budist veya Jain ülkelerde svastika hâlâ bir iyi şans ve hayır sembolü olarak kullanılmakta. Ayrıca Hindu nikah törenlerinde de sıkça kullanılmakta.
Tas içine oyulmuş insan figürleri de başlı başına çok etkileyiciydi. Şüphesiz bugüne kadar gördüğüm en büyük ve etkileyici “hazine” koleksiyonuydu.
En üst katta da 1921-1991 arası yaşanan Sovyet işgalini lanetleyen oldukça karanlık ve siyah bir sergi vardı. Aklıma Budapeşte’deki Terör Evi (Terror Háza/House of Terror) geliyordu. Eski bir Nazi karakolu olarak kullanılan sonrasında da Sovyet karakolu olan müze binasında önce Nazilerin ardından da Sovyetlerin yaptığı iğrenç uygulamalardan, işkencelerden bahsediliyordu! Burası da onun bir benzeriydi.
Müzeden çıkarken kurukafalar, hazineler ve bu coğrafyaya ait savaş aletleri için bu müzeye gelinmesi gerektiğini düşünüyorduk.
Müzenin ardından daha önce bayıla bayıla yediğimiz Chimney Cake’den yiyip bir süre dinlendik. Ardından da Tiflis’te çok fazla önerilen eskici, antika pazarının bulunduğu Dry Bridge’e gittik.
Burası bir nevi bizim alt sokaktaki Ayrancı Pazarı’nda ayda bir kez kurulan antika pazarının büyüğüydü. Gelmeden önce her yerde burayla ilgili iki bilgi dolaşıyordu. İlki burada çoğunlukla Sovyet ve Gürcülerin eski antika eşyalarının, objelerinin satıldığı yer olduğu, diğeri de kelepir olduğuydu.
Fakat her ikisi de ne yazık ki günümüzde doğru değildi. Çünkü TL’nin değer kaybı nedeniyle zaten en ufak obje bile pahalanmıştı. İkincisi de muhtemelen burası çok büyüdüğü ve popüler olduğu için bir sürü farklı ülkeden Almanya’dan, Fransa’dan, İtalya’dan süs eşyaları, biblolar getirip satmaya başlamışlardı. Özellikle Rus ya da Sovyet mi? diye sorduğumuzda bazıları direk “evet” derken, ki olmadığı çok belliydi, büyük çoğunluğu ise “hayır” diyordu. Yine de gezilesi ve en azından bir anı objesinin alınacağı bir yerdi.
Hafif ve ara ara yağan yağmur altında bir süre dolaşıp birkaç sevdiğimiz objeyi sepete ekledik.
Ardından Türkiye’de oldukça popüler olan ve insanların “tax free” geri ödemesiyle birlikte oldukça ucuza elektronik mal aldığı, hatta buradan depolayıp ülkede sattığı elektronik mağazası Zoomer’a gidip, görece ucuz olan PS5 kolu baktık. Ama haliyle “out of stock”du!
Zoomer’ın hemen karşısında Dinamo Tiflis’in maçlarını oynadığı Boris Paiçadze Dinamo Arena stadyumu yer alıyordu. Yanından geçerken dış demir kapılardan birinin açık olduğunu ve içeride insanlar olduğunu gördüm. Maç mı vardı acaba? Ama yok gibiydi. Cansın’a hızlıca içeri girip bakmak istediğimi söyledim ve daldım içeriye. Hedefim stadyumun içini görmekti, o yüzden doğrudan merdivenleri çıktım ve ellerinde flama ve bayraklar olan “kırmızı” giyinmiş birçok taraftar görüp şaşırdım. Maç mı vardı acaba?
Konuşuyorlardı. Onları es geçip stadyumun içine girdiğimde bu sefer “sarı” giyinmiş flamalı, bayraklı bir taraftar gurubunu gördüm. Acaba kavga mı edecekler? Ya da bir taraftar görüşmesi mi? diye düşünmeye başladım.
Stadyumun videosunu çekerken “action!” diye bir ses duydum. Ve sarı grup stadyumun dışına doğru koşmaya başladı. Ben de yan girişte olduğum için kamera ile onları takip etmeye başladım ve grubun diğer taraftaki kırmızı grupla kavga etmeye başladılar. Bir grupta İsrail diğerlerinde de Nazi bayrakları olduğunu fark edince kısa bir süre “noluyor lan!” desem de arada dolaşan kameraları görünce bunun bir çekim olduğunu fark ettim. Komikti. Ama bu sayede 54 bin 549 kişilik Gürcistan’ın en büyük stadyumunu da görmüş oldum. 🙂
Arabaya atlayıp Carefour’a giderek burada sevdiğimiz ya da farklı bulduğumuz ya da hediye olarak bir şeyler bakıp alışveriş yaptık. Ve haliyle acıktık!
Hemen Google mapsten önerilen bir mekan aradık ve oldukça lokal bir lokanta gibi görünen yüksek puanlı Retro’yu bulduk.
Haçapuri ya da mekandaki adıyla “Khachapuri Adjaruli” (Cansın’ın poz muhteşem:))
ve ardından da ilk kez denediğimiz, bir nevi üzerinde dilimli erimiş peynirin olduğu, yuvarlık peynirli pide stayla haçapuri olan Megruli Samefo sipariş edip afiyetle mideye indirdik. Keyfimiz yerine geldi.
Akşam Tiflis’in ünlü yerlerden biri olan ve tepede yer alan Lunapark’a gitmek için atladık arabaya. Kıvrıla kıvrıla tırmandık ve sonunda Lunapark’a ulaştık.
Sonbahardan ötürü hava soğumaya başlamıştı. Bu yüzden de muhtemelen sezon bitmişti.
Çok az insanın ortalıklarda olduğu, büyük alanda dolaşa dolaşa buranın en ünlü figürü olan dönme dolaba doğru yürüdük.
Dönme dolap çalışmıyordu ama renk değiştirerek şehre göz kırpıyordu. Aklıma Hakan‘la gittiğimiz Viyana’daki lunapark Prater geliyordu. Orada yer alan oldukça ünlü bir dönem dolap vardı ama asıl 120 metre yükselen bir salıncak vardı. Nedendir bilinmez binmemiştik ama sonradan çok üzülmüştüm. Çünkü yüksekten şehrin gecesini görmek nefis olabilirdi. Neyse bir dahaki sefere!
Ve buraya asıl gelme sebebimiz olan Tiflis’i gece görmek gerçekten çok güzeldi!