9 Eylül 2023 Cumartesi (Batum)
Batum’daki ilk ve son sabahımızda, bir gün önce marketten denemek için aldığımız peynir, salam vs ile güzel sandviçler ve meşhur gazozlarla karnımızı doyurduk.
Burada gazoza bir parantez açmakta fayda var. Mekanlarda bu gazozlara “lemonade” yani “limonata” diyorlar. Bu yüzden “limonata” istediğinizde karşılaştığınız “neli olsun?” sorusuna sizi bilmem ama ben şaşırdım. Çünkü listede limonata görünce limonlu içecek istediğimi düşünüyordum. 🙂 Gezimiz boyunca gazozun üzümlü, armutlu, limonlu ve tarhunlusunu denedik. Normalde fazla tatlı içecekleri sevmeyen biri olsam da bu gazozların, buz gibi olması koşuluyla, tarhunlusu haricinde hepsine bayıldım. Tarhunlu gazozun tadın sevemedim garip bir aroması vardı.
Ardından da hazırlanarak dışarı çıkmak için kapıya doğru ilerledik. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda karanlık koridorda “kalender” bir şekilde sallana sallana bir kedinin bana doğru geldiğini gördüm. Allah affetsin, o kadar suratsızdı ki korkmadım desem yalan olur.
Geldi geldi geldi ve direk odadan içeriye dalmaya çalıştı. Cansın’ın alerjisi nedeniyle hızlıca girmesini engelledim. O an bana dönüp o kadar sinirli bakıyordu ki, ikinci kez korktum! 🙂
Cansın da çıktıktan sonra asansöre doğru yürümeye başladık. Gariptir kedi de bizle geliyordu. Asansörü çağırdık, yanımıza oturdu asansörü beklemeye başladı. Kapı açılınca içeriye daldı. Asansör kapısına yüzüne çevirip yere oturdu ve kuyruğunu sallaya sallaya beklemeye başladı. En alt kata, yani ineceğimiz yere geldiğimizde bizden önce dışarı çıktı ve park yerine çıkan binanın arka tarafına doğru ilerledi!
Garip olan şeylerden biri, denk gelmemiş olabiliriz elbette ama Batum’da sokakta neredeyse hiç kedi görmememizdi. Bizimkisi ise rezidansı yalamış yutmuş asansöre binmeyi, nereden ineceğini filan bile öğrenmişti. 🙂
Hafif yağmurlu ve kapalı Batum gününde ilk hedefimiz şehri Trinity dağından seyreden, maps’e göre Sameba Kilisesi ama Gürcistan turizm sitelerine göre Batum Holy Trinity Kilisesi ya da Katedrali’ydi.
Merkeze 8 kilometre uzakta yer alan kiliseye ulaşmak, ciddi anlamında bir haç görevi gibi zorluydu. Yağmurlu havanın da görüşü azalttığı, tek şerit ve çoğu yerde tek arabanın sığacağı yollardan kıvrıla kıvrıla dağın zirvesine tırmanıyordunuz. Tırmanırken, inmekte olan bir arabaya denk gelmediğimiz için şanslıydık. Çünkü inerken çıkmakta olan birkaç arabaya denk gelip geri geri giderek bir cebe girmeye uğraştık.
Arabayı en üstteki açıklığa bıraktık ve yemyeşil tepeleri kısa bir süre izledikten sonra yürüyerek kiliseye doğru yürümeye başladık.
Bu arada yağmur hızlanmaya başlıyordu. Islanarak bir süre tırmandıktan sonra kiliseye ulaştık.
Normal koşullarda ön cephesi denize bakan kilisede manzara çok güzeldi ama biz gittiğimizde yağan yağmur ve sisten ötürü manzarayı tam anlamıyla izleyemiyorduk.
Yağmurun dinmesi için bir süre kilisede takıldıktan sonra arabaya atlayıp merkeze doğru ilerledik.
Merkezde arabayı park edip sokaklarda dolaşmaya başladık.
İkinci günkü düşüncemiz aynıydı. Şehir mimari anlamda “karman çorman” olsa da gerçekten hoş yapılar vardı.
Lviv’de olduğu gibi Batum’da da bir lada görünce hemen koşup poz verdim!
Sokakta dolaşırken Türkçe konuştuğumuz için orta yaşlı bir çift seslendi. Azeri olan çiftle birlikte bir süre yürüyerek oradan buradan muhabbet ettik. Bakülü olan çifttin Tiflis’te ufak bir otelleri vardı. “Tiflis’e gideceğiz” deyince orada kalmamızı önerdiler ama yer kiraladığımızı söyledik. Faik Bey de, “ne olacağı belli olmaz bir aksilik olursa çekinmeyin otelimin adı ‘David Hotel Ethno Style’” dedi.
Bir sonraki gezi planımız olarak Bakü’yü düşündüğümüzü söylediğimizde bu mevsimde şehrin çok sert rüzgârlı olduğunu ve önermediklerini söylediler. Biz de şimdi değil daha sonra gideceğiz deyince, “yazın gelin o zaman” dediler. Teşekkür ettik ve Gürcü mantısı olan hinkali / hingel yemek için Heart of Batum’a gittik. Fakat burada olmadığını öğrenince kalkıp, garsonun önerisiyle Bericoni’ye geçtik. Mekân çok şık ve güzeldi.
5 klasik peynirli ve 5 tane de koyun etli hinkali ve limonlu gazoz sipariş ettik. Mantının hamuru tam benim sevdiğim gibi hamurumsu değil İtalyan makarnası gibi sertti. Fakat iç ve hamur lezzet anlamında bir türlü birbirine uymuyordu. O yüzden her birini daha dikkatlice yedik ama bir türlü sevecek bir şey bulamadık. “Başka bir yerde bir kere daha deneriz” diyerek mekandan ayrıldık.
Bir sonraki durağımız 1898-1902 yılları arasında inşa edilen ve oldukça güzel görünen Batum Tanrının Annesi Kilisesiydi (Holy Mother Virgin Nativity Cathedral / The Church of the Mother of God).
Neo-Gotik tarzda inşa edilen Gürcü Ortodoks kilisesi Sovyetler Birliği döneminde başka amaçlar için kullanılmış, 2000 yılında Gürcü Ortodoks Kilisesi’ne devredilmiş.
Biz oradayken kilisede ayin vardı. Tiflis’te de de birçok kiliseye gittik ve nedendir bilemedik ama gün ve saatten bağımsız olarak neredeyse tüm kiliselerde ayin/dua vardı. Bugüne kadar gittiğim ülkeler arasında bu kadar ayine sadece Ukrayna’da denk gelmiştim. Diğer ülkelerde sadece Pazar ayini ya da düğün gibi törenlere denk gelmiştim. Onun dışında kiliselerde ayin yoktu. Bu Ortodoks ülkelerin bir özelliği mi diye düşünmedim değil ama mesela Yunanistan ya da Karadağ’da o kadar kiliseye gitmeme rağmen hiç ayine denk gelmemiştim ya da herhangi bir ülkedeki diğer Ortodoks kiliselerinde.
Gürcistan kiliselerinin bir farklı yanı da girişlerde yer alan “giysi kodu” tabelalarıydı. Yani şort, bikini, kısa etek ya da kadınların saçı açık olmamalıydı. Bu yüzden girişte saça ve ya bacaklarınızı kapatacak başörtü/fular gibi şeyler bulunuyordu. Bu uygulamaya gittiğim 19 ülkede sadece Vatikan’da görmüştüm.
Kiliseden sonra One Lari adında bir mekâna uğradık. Külah yerine pancake kullanarak dondurma satıyorlardı. Birer tane alıp kahve eşliğinde zevkle mideye indirdik.
Dolaşmaya devam ederken oldukça ilgi çekici bir kiliseye karşılaştık. St. Joachim ve Anna Kilisesi’nin dış kapıları kapalıydı biz de o yüzden sadece dışarıda birer fotoğraf çekip yolumuza devam ettik.
Dinlenmek için bir bara gidip, İngilizce olarak Gürcü birası sorduk. Bu arada elemanlardan biri oldukça iyi bir Türkçeyle konuşmaya başladı. Biz de biraları sipariş edip oturduk. Bu arada Cansın “nereden sigara alabilirim?” diye sordu. Adam sigara çıkarttı ve uzattı. Cansın “yok, alırım ben” dedi. Adam “iç işte be!” dedi ve paketiyle sigara ve çakmağı bırakıp gitti. Tatlı atarıyla birlikte, sarışın ve beyaz tenli arkadaşın Karadenizli olduğunu düşündük haliyle.
Hesabı öderken “Türk müsünüz? Yoksa Türkçe mi biliyorsunuz?” diye sorduğumuzda. “Gürcü’yüm” dedi. “Türkçeniz çok iyi. Hatta Trabzon ya da Rizeli olduğunuzu düşündük” dedik. Kafasını sallayıp “yok yok” dedi. Güldük. Teşekkür edip mekândan ayrıldık.
Bir sonraki durağımız Batum’da önerilen yerlerden biri olan dondurmacı Luca Polare idi. Bir raffaello delisi olarak, “rafaello parçacıklı dondurma” doğrudan ilgimi çekmişti. Onun dışında birkaç çeşit daha seçip denmeye başladık. Tam da hayal ettiğim gibi raffaellolu dondurma hayatımda yediğim en güzel dondurmalardan biriydi.
Konu dondurma olunca, hayatımda yediğim en güzel dondurmaları da buraya not düşeyim dursun. Kekova kalesindeki butik bir dükkânda yediğim ev yapımı şeftalili dondurma. Arles’daki Soleileïs’in efsanevi dondurmaları. Den Haag’daki Marinello’nun romlu üzümlü dondurması!
Eve geçtiğimizde saat 8’di. Yağmurlu havadan ötürü Batum için yaptığımız planlardan sadece denize girememiş ve ünlü botanik parkına gidememiştik. Onun dışında nerdeyse planladığımız her şeyi eksiksiz yerine getirdik arz ederiz. 🙂
Batum Anı Videosu: Batum Gezi Günlüğü – Renkli Anılar ve Tarihi Keşifler
10 Eylül 2023 Pazar (Batum, Kutaisi, Tiflis)
Sabah 5.30’da kalkıp yola çıkmaya karar vermiştik fakat saat farkını düşünmemiştik. Alarm çaldığında havanın henüz aydınlanmadığını fark edip yeniden yattık ve 7’de kalkıp 8 gibi Tiflis’e doğru yol almaya başladık.
Batum – Tiflis arası 362 kilometre idi ve maps’e göre 5 saat 10 dakikada varabiliyorduk. Ama biz yol üstünde yer alan Kutaisi’ye de uğrayıp ülkenin en ünlü manastırları arasında yer alan iki dini yapıyı da ziyaret edecektik.
Yolculuğumuz boyunca hız sınırları 40-60-90 ve 110 idi. Zaman zaman otobana girip 110 ile ilerlerken ara ara, muhtemelen çalışma olduğu için, tek şeritli köy yollarından devam ediyordunuz. Bu yüzden de yolculuk süresi uzuyordu.
Bir ara sağlı sollu yeşil manzaralar arasında otobanda ilerlerken otoban korkuluğunu geçmiş otlayan bir inek görüp şaşırdık. “Nasıl geçmiş o korkuluğu acaba?” ya da “kocaman yeşillik varken neden otoban kenarında otluyor” diye düşünürken, yolculuğumuz boyunca bir sürü inek, keçi, domuz hatta tavuk göreceğimizden bir haberdik.
Köy yollarında bu hayvanlarla karşılaşma konusuna alışkındık ama otobanda? Şöyle düşünün otoban korkuluğunu geçmiş orta refüjde otlayan hatta orta refüjün üstüne çıkıp otlayarak bizlere poz veren inekler bile vardı.
Okurken komik gelebilir ama 110’la giderken bu hayvanlarla karşılaşmak oldukça tehlikeliydi. Hatta bir ara kenarda dörtlüleri yakmış bir arabanın ardından yola çıkmakta olan bir ineği fark edip yavaşladım. Yanından geçtim ama gözüm dikiz aynasındaydı çünkü açı gereği arkadan gelen arabanın o inekleri görme şansı yoktu. Şükür herhangi bir sorun görmedim ama gerçekten ilginçti.
Saat 10.49’da yaygın olarak Bagrati Katedrali olarak bilinen Dormition Katedrali ya da Kutaisi Katedrali’ndeydik.
Yapı 11. Yüzyılda yapılmış. Orta Çağ Gürcü mimarisinin başyapıtı olan katedral, yüzyıllar boyunca ağır bir hasar görmüş; 1950’ler itibaren kademeli bir şekilde yeniden yapılandırılmış ve 2012 yılına kadar önemli koruma çalışmaları yapılmış. Ukimerioni Tepesi üzerinde yer alan katedral, 1994 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiş fakat 2017 yılında, katedralin bütünlüğüne ve özgünlüğüne zarar veren yeniden inşa çalışmaları nedeniyle Dünya Mirasları listesinden çıkarılmış.
Katedralin içinin oldukça sade olması bayağı ilginçti.
Katedralden çıkıp saat 12’de Gelati Manastırına geçtik.
Orta Çağ yapımı manastır kompleksinden yemyeşil dağları izlemek oldukça keyifliydi.
Gürcistan Altın Çağı’nın başyapıtı olan Gelati, 1106 yılında Gürcistan kralı IV. David tarafından kurulmuş.
1994 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak ilan edilmiş. Konumu ve yapı olarak bugüne kadar gezdiğim en güzel manastır komplekslerindendi.
Yapının içindeki freskler o kadar güzeldi ki tarzı nedeniyle aklıma doğrudan freskleri oldukça yıpratılmış olan Sümela Manastırı geldi. Eğer freskler korunabilmiş olsaydı Sümela Manastırı’nın konumu itibariyle efsanevi bir yer olacağını hayal ettim.
Gezinin sonuna doğru Sümela Manastırı’na 12 yıl sonra bir kere daha gittiğimde, anladığım kadarıyla, ana yapının içindeki fresklerin düzeltiğini fark edip oldukça mutlu oldum.
Manastırların ardından hem dinlenmek hem de karnımızı doyurmak için ufak bir araştırma yapıp Kartuli’ye gittik.
Fasulye ve jambonlu lobiani (15 Lari) ve peynirli hinkali (7 Lari) sipariş ettik. Lobiani efsaneviydi! O kadar lezzetliydi ki büyükçe olan porsiyonuna rağmen büyük bir lezzetle mideye indirdik.
İkinci kez denediğimiz hinkaliye ise yine sevemedik.
Tekrar yola çıktık ve benzer şekilde otoban, köy ve dağ yolu şeklinde ilerledik. Bu arada birçok yol çalışmasına şahitlik ediyorduk. Hatta daha badanası yeni yapılan birkaç tünelden de geçtik. Yani muhtemelen 5-6 yıl sonra Batum-Tiflis yolu çok daha hızlı ve ful otoban olacağını düşündük.
Yolculuğumuz sırasında bir yerde 3 kilometreyi gıdım gıdım ilerleyerek ancak 20 dakikada geçebildik. Tiflis’e 125 kilometre kala ise otobanda yaşanan bir kazadan ötürü benzer bir şekilde yavaş yavaş ilerlemek zorunda kaldık. Sonunda 18.45’te kiraladığımız stüdyo eve ulaştık.
Apartman çok yeni görünüyordu ve tüm daireleri aynı kişi airbnb’den kiralıyordu. Sorun şu ki bizim kalacağımız yer girişin hemen altında yani koddaydı ve içeride felaket bir rutubet kokusu vardı. Aslında evin içi oldukça incelikli ve klas bir şekilde yapılmıştı ama rutubet oldukça can sıkıcıydı.
Benzer bir durumu Mardin’de yaşamıştık. Kaldığımız kayadan hoteldeki odamız bir gün önce yağan yağmur nedeniyle, buradaki kadar değil elbet ama yine de, rutubet kokuyordu. Başka boş oda olmadığı için klimayla odayı ısıtıp, kapıyı açarak gelen soğuk havayla total havayı dengelemeye çalışıyorduk. Kısaca durumu idare etmiş ama yine de Cansın’ın alerjisini dindirememiştik. Neyse ki şehir ve gezimiz çok güzeldi de bu bölümü hiç hatırlamıyoruz.
Bizden daha önce Tiflis’e gelen Anıl ve Güneş evlerin oldukça eski püskü olduğunu söylediği ve Cansın’ın rutubet alerjisi olduğu için yeni bir ev kiralamak istiyorduk. Bu yüzden ev fotoğraflarına bakınca stüdyo evin yeni olduğunu düşünerek kiralamıştık.
Hemen ev sahibine yazıp başka oda var mı diye sordum. Yoktu. 4 gün kalacağımız için diğer günleri sordum ama onlarda da yoktu. Mecbur başka bir yer bulmalıydık.
İlk aklımıza Anıl ve Güneş’in kaldığı otel geldi. Aradık gittik ve o gece kalacak bir oda kiraladık. Ev sahibine kalamayacağımızı ve çıktığımızı yazdık ardından da Hotel Corner’a gidip, geceyi geçirmek için odaya yerleştik.
Moralimiz oldukça bozulmuştu. Diğer günler için bir başka hotel bulmalıydık. Booking’e baktım ve önerilen nefis bir hotel buldum. 3 günlük ücreti 1100 lira gibi bir şeydi. Şaşkındım! Hemen arabaya atlatıp hotele gittik. Rezervasyon yaptığımızı ama rutubet olmadığını anlamak için oda uygunsa görmek istediğimizi söyledik. Adam odanın uygun olmadığın ama yarın gelirsek seve seve gösterebileceğini söyledi. Teşekkür ettik çıktık. Bu arada gittiğimiz yer Radisson Red’di ve haliyle oldukça iyi bir hoteldi.
Keyfimiz yerine gelmişti. Anılların çok önerdiği Fabrika’ya gidip biraz rahatlamaya karar verdik.
Fabrika birkaç binanın arasındaki avludan oluşan ve sağlı sollu hem barlar, hem de dükkânları içeren bir kompleksti. Salaş ortam doğrudan aklıma yıllar önce Budapeşte’de Erdem’le gittiğimiz, Yahudi mahallesindeki iki apartman arasında yer alan Szimpla Kert’i (Basit Bahçe) getirmişti.
Patates kızartması ve bira eşliğinde laklak ederek geceyi güzel tamamladık.
Otel dönünce birden kafam dank etti! Rezervasyon yaptırdığımız otelin 3 günlük ücreti 1100 lira değil 11.000 liraydı. 🙂 Hemen rezervasyonu iptal ettirdim. Ardından da airbnb’ye yazıp rezervasyonumu iptal edip paramın ödenmesi için bir fiş oluşturdum ve yattım.