13 Haziran 2018, Çarşamba (Veendam, Amsterdam)
Sabah 9’da kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra İlker’le vedalaşıp arabaya atladık ve;
Levent Abi bizi Assen tren istasyonuna bıraktı.
Birkaç tren değiştirdikten sonra Defne’nin Zaandam’daki evine ulaştık. Çay içip bir süre laklak ettikten sonra apartmandan çıktığımızda yoğun çikolata kokusuyla irkiliyordum! Defne buraya taşındığında, heyecanla, yakınlarda bulunan çikolata fabrikası nedeniyle bölgenin çikolata koktuğunu söylemişti fakat bu kadar yoğun ve güzel bir koku olacağını asla düşünmemiştim. Nefisti!
Bir o kadar güzel olan şey de güneşli havaydı. Trene atlayıp Amsterdam Centraal’a gittik.
5 yıl önce kışını gördüğüm Amsterdam’ın bu sefer yazını gördüğüm için son derece mutluydum. Fakat yarın buralarda havanın aslında ne kadar değişken olduğuna şahit olacaktım.
Güneşli havada, sokakları kesen kanalların nefis manzaralarına bakınarak ilerliyorduk.
Bir süre sonra yolumuz Rembrandt’ın 1642’de yaptığı Gece Devriyesi’nin (The Night Watch) heykel canlandırmasının bulunduğu Rembrandt Meydanı’na çıktı.
Birkaç foto çekindikten ve etrafa bakındıktan sonra aklıma Esther’in bir önceki gelişimde “kesinlikle denemelisin” dediği ve deneyip beğendiğim Van Dobben geldi. Hatırladığım kadarıyla tam karşı sokaktaydı diyerek sokağa girdiğimde yanılmadığımı fark ettim. İçeri girip bir hamburger arası bir de sade olarak kroket sipariş ettik. İçecek olarak ise kadın garsonun önerisiyle süt söyledik. Hem kroketler hem de sütle gayet güzeldi.
Yemekten sonra oradan buradan laklak ederek dolaşmaya devam ediyorduk.
İlk kez geldiğimde hem içinden bisikletliler geçtiği için, hem de sokak çalgıcılarının binanın akustiğini çok iyi kullandıkları için çok beğendiğim Rijks Müzesi’nde bir süre harp çalan bir kadın sokak müzisyenini dinledikten sonra müzeler bulvarına doğru ilerledik.
Hava 22.45 gibi karardığı için akşam-gece ayrımına tam varamasam da Defne, “hadi akşam yemeği yiyelim” deyince günün hangi evresinde olduğumuzu anlıyordum. Neredeyse tamamını “yabancı” nüfusun oluşturduğu merkeze 10km uzaklıktaki Osdorp’ta Warung Spang Makandra adında bir Surinam lokantasına gittik.
Defne’nin önerisiyle önce tavuk, haşlanmış yumurta, taze soya ve soğanla yapılmış Saota çorbası sipariş ettik. Çorbanın yanında gelen, tuzsuz sade pirinç pilavı da çorbaya ekleyip yeniyordu. Yemeğe girişmeden önce yanında getirdikleri acı biber sosundan ağzıma büyük bir parça attığım için bir süre acının azalmasını bekledikten sonra çorbayı denedim ve çok beğendim.
Çorbadan sonra pilav, yeşil fasulye, domates ve Uzakdoğu usulü olduğunu düşündüğüm taze salatalık ve lahana turşusu ve patatesle servis edilen özel soslu tavuk yemeği olan kip ketjap yedik. Oldukça leziz olan yemeğin sosu aklıma Paris’te gittiğimiz Etiyopya lokantasında yediğimiz yemekteki tavuk sosunu anımsattı.
14 Haziran 2018, Perşembe (Amsterdam)
Güne uyandığımızda hava güneşli ve güzel bir izlenim vererek içimizi ısıtsa da, kahvaltının ardından yerini hafif bir yağmura bırakmıştı. Dün Amsterdam’da grev nedeniyle otobüslerin çalışmayacağını duymuş olsak da, duraktaki tabelada otobüs saatlerini görünce şansımızı denmeye karar verdik. Fakat hiçbir otobüs gelmeyince tren istasyonuna doğru yürümeye başladık.
Şansızlık bu ya, bir süre treni bekledikten sonra yapılan anonsla, bir kişinin tren önüne atladığı için ulaşımın kesintiye uğradığını öğrendik. 5-10 dakika ne yapacağımızı bilemez şekilde bekledikten sonra karşı yöne bir tren geldi ve görevli bizim tarafa işarette bulunarak oraya gelmemizi istedi. Karşıya geçip trene bindikten sonra, tren ters yönde bir süre ilerledikten sonra kendi şeridine geçerek bizi Amsterdam’a ulaştırdı.Yolculuk sırasında Defne, tren önüne atlamanın buralarda ara ara yaşandığını anlattı.
Saat 14’te Stedelijk modern sanat müzesindeydik.
Biletlerimizi alıp içeri girdiğimizde bizi Endonezyalı sanat grubu Tromarama’nın eserleri karşıladı.
Bir süre çalışmalara göz gezdirdikten sonra, oldukça gerçekçi görünen, tohuma kaçmış bir karahindibayı anımsatan elektronik devreyle karşılaştık.
“Nasıl yapmışlar acaba?” diye bir süre inceledikten sonra ulaştığımız oda hindibaların onlarcasıyla donatılmıştı. Nefis görünüyorlardı.
Sonradan bunların elektronik devre olduğunu fakat üstlerindeki tohumların gerçekten de hindiba tohumları olduğunu gösteren bir video izledik.
Studio Drift’in “Kodlanmış Doğa” adındaki sergisini geziyorduk. “Doğa, teknoloji ve insanlık arasındaki kararsız ilişkinin on yıllık keşfi” olarak tanımlanan sergide kuşların kanat çırpışındaki zarafet,
çiçeklerin ani bir şekilde aşağıya doğru düşerek kanatlarını açışları,
ağaç dallarına yerleştirilmiş renk değiştiren yapraklar,
sanal gerçeklik gözlüğüyle bakıldığında yıkılmakta olan sütunların görüldüğü oda gibi birçok ilgi çekici bölüm yer alıyordu.
En etkileyici bölüm ise, bilim kurgu filmlerini andıran hafif metalik bir müzik eşliğinde, havada asılı duran bir küpün yavaş hareketlerine şahit olunan odaydı. Müzeden dışarıya adım atarken, serginin hayal gücümü arttırdığını düşünüyordum.
Merkeze inip birkaç hafta önce Nilüfer’le buralarda olan Bahtiyar’ın Hollanda tatlısı olduğunu düşünerek önerdiği ama Defne’den aslında bir İspanyol hamur tatlısı olduğunu öğrendiğim churros yemek için bir dükkâna oturduk. Hem fiyatı gereğin fazla olduğu, hem de üzerine ekleyecekleri çikolata, çerez vesaireye göre fiyatın çok daha fazla yükseleceği için Defne’nin bir süre yaptığı pazarlıktan sonra üzerine sadece çikolata dökülecek 4 tane tatlı almaya karar verdik. Taze, sıcak, ince, uzun ve az şekerli tulumbaya benzettiğim tatlı gayet lezzetliydi.
Tatlıyı da yedikten sonra 3 Sisters’a oturup bir şeyler içerken Dünya Kupası’nın açılış maçı olan Rusya – Suudi Arabistan maçını takip etmeye başladık.
Rusya’nın ilk golüne oldukça sesli şekilde sevinenlerin kim olduğunu görmek için kafamı çevirdiğimde, 6-7 tane takım elbiseli, muhtemelen, Çinli iş adamı olduklarını görüp, Rus olmadıkları için şaşırdım. Fakat sonraları Suudi’lerin kaçırdığı bir gol pozisyonunun ardından da aynı kişilerin sesli tepkilerini görünce futbolsever olduklarını anlayacaktım.
Gece çıkacağımız 9 saatlik Berlin yolculuğunu düşünüp eve geçtik, yemek yedik, bavulları hazırladık, bir şeyler içtik, pinekledik ve 22.30’da Sloterdijk’a gidip Flixbus’ın kalkacağı yere doğru yürümeye başladık.
Adımlarken, sonraki hafta sonu Türkiye’de yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi için burada yaşayanların oy verebileceği alanı işaret eden bir tabela fark ettik. İyi ki de fark etmişiz çünkü birkaç gün sonra Defne oy kullanmanın son gününde buraya gelip oyunu kullandı.
Otobüs geldikten sonra biletlerimizi görevliye gösterdiğimizde, Avrupa Birliği vatandaşı olmasına rağmen Defne’nin pasaportu olmadığı için yolculuk edemeyeceğini öğrenip şaşırdık. Defne böyle bir zorunlulukları olmadığını şoföre anlatsa da bir türlü sonuç alamadık ve biletleri iptal edip bir sonraki gün aynı saate bilet aldık.
Soluklanmak için Defne tren istasyonundaki Starbucks’ta birer kahve sipariş edip yanıma geldiğinde, görevliye isim olarak 2 kere “mali” dediğini ve onun kahve bardağına “marie” yazdığını gösterip gülüyordu.
Kahvelerimizi yudumlayıp yanımızdaki çikolataları yerken bir yandan da oradan buradan laklak ediyorduk. Bu arada neredeyse tüm istasyonlarda insanların çalması için konan piyanonun başına geçmiş yakışıklı bir elemana kitlenmiş, muhtemelen, 15-18 yaş aralığındaki 4 kızın heyecanlı ve kendinden geçmiş tavırları ilgimizi çekti. Bir süre onları takip ettikten sonra eve dönüş yolunda yarın Den Haag ve Defne’nin “kesinlikle Hollanda’daki en güzel iki yerden biri” dediği Scheveningen’e gitmeye karar veriyorduk.