Özellikle Defne’nin Amsterdam’a taşınmasının ardından, yeniden Hollanda’ya gitme fikri aklımın bir köşesinde dönüp duruyordu. 2018’in ilk günlerinde, daha önce kışını gördüğüm Hollanda’nın bir de yazını görmek adına uçak bileti bakınırken Haziran’da, psikolojik sınır olan, 1000 TL’nin altında (975 TL) gidiş-dönüş bilet görüp planı hızlıca aktive ettim ve biletleri alıp, Defne’ye “11-20 Haziran’da oradayım, şenlikler başlasın :)” diye bir mesaj attım.
İlk hamlede “doc”umuzu yarattık ve “nereye gidelim, neler yapalım” diye karşılıklı olarak notlar düşmeye başladık. Daha önce Almanya’ya hiç gitmemiş biri olarak, Berlin’in, Defne tarafından, listeye dahil edilmesi benim için gezinin cazibesini kat be kat arttırmaya yetmişti.
Yolculuğa 40 gün kala Defne ödevlerini bitirmeye kasıp ardından sıkı bir şekilde gezi planı yapacağını söylerken ben de Schengen vizemi alıp günleri saymaya başlıyordum. Az kalmıştı…
11 Haziran 2018, Pazartesi (Schiphol, Veendam)
(1 Dolar: 4,5217 TL – 1 Euro: 5,3319 TL)
5.45’te uyanıp,
önce Esenboğa – İstanbul Atatürk,
ardından da İstanbul Atatürk – Schipol yolunu izleyip saat 12.45’te havaalanındaydım.
Bir önceki gelişimde deniz ve kanallarla dolu manzarasından oldukça etkilendiğim için Amsterdam’a doğru inişe geçerken heyecanlıydım fakat kısa bir süre sonra A’nın ters tarafa baktığını fark edip ayaklarımı yere bastım.
Uçak beklenenden 20 dakika erken iniş yaptığı için bir süre uçak içinde bekledik. Pasaport kontrolünde sıradayken, hemen yanımızdaki AB vatandaşları self servis pasaport kontrolünü kullanarak kendilerinin geçiş yaptığını görüp imrendim.
Pasaporttan çıktıktan sonra Defne’yle buluştuk ve trene atlayıp bol bol muhabbet edip özlem gidererek Groningen’e doğru yol almaya başladık. Artık ne kadar çok konuştuysak yanımızdaki Hollandalı yaşlı çift “nece konuşuyorsunuz?” diye sordu.
Groningen’e vardığımızda İlknur Abla bizi bekliyordu. Güneşli havada arabaya atladık ve son durak olan Veendam’a doğru ilerlemeye başladık. Saat 16.15’te eve vardığımızda İlker ve arkadaşı yemek hazırlıklarına başlamışlardı.
Daha önce gittiğim Hengelo’ya acayip derecede benziyordu.
Çantaları yerleştirdikten sonra İlker ve Defne beni Groningen’e özgü bir yiyecek olan eierbal “yumurta topu” yedirmek üzere “atıştırmalıkçı” De Brink’e götürdüler.
Daha önce Hengelo ve Amsterdam’da yediğim kroketlere benzeyen, dışı galeta ununa batırılıp kızartılmış eierbal’ın içinde körili bir sosla kaplanmış tüm haşlanmış bir yumurta bulunuyordu ve oldukça lezzetliydi.
De Brink’te ayrıca içeriğinde noodle, sebze, tofu ve acılı sosun olduğu bamischijf yedik. Endonezya, Singapur ve Malezya’da yenilen, mie goreng/ bakmi goreng adındaki acılı sebzeli noodleın bir uyarlaması olan bir içeriği sahip atıştırmalık çok güzeldi.
Eve döndüğümüzde yemek hazırdı. Keyifli sohbetle birlikte karınlarımızı doyurduktan sonra araaya atlayıp Veendam’da turlamaya başladık.
Kısa bir süre sonra yolumuzu oldukça kalabalık bir şekilde ilerleyen ilkokul öğrencileri kesti. İlknur Abla, bunun her yıl düzenlenen bir etkinlik olduğunu ve öğrencilerin haftanın ilk dört günü 5’er kilometrelik bir yürüyüş yaptıklarını Cuma günü de eğlence düzenlendiğini anlattı.
Önlerinde su kanalları bulunan oldukça güzel evlerin yanlarından geçip Borgerswold’e ulaştıktan sonra arabayı park edip yürümeye başladık.
Dışarıdan getirilen kumlarla yapılmış bir plajı olan göle kurulmuş düzenekle su kayağı da yapılıyordu.
Bir süre daha gölün etrafında yürüyüş yaptıktan sonra arabaya atlayıp Heiligerlee’e gittik.
Yazıyı hazırlarken burada gördüğümüz anıtın, Hollanda’da bulunan on yedi ilin 16. Yüzyılda bağımsızlık için İspanya’ya karşı başlattığı ayaklanmanın yaşandığı Seksen Yıl Savaşı’nda, burada kazanılan ilk zafer için yapıldığını öğreniyordum.
Eve döndükten sonra kısaca arasında krema/muhallebi olan milföylü Hollanda tatlısı olan tompouce yiyip günü sonlandırdık.
12 Haziran 2018, Salı (Veendam, Groningen, Termunterzijl)
7.30’da uyanıp, 12 derece hava sıcaklığında ara ara esen rüzgâr yüzünden üşüyerek Veendam’da adımlamaya başladım.
Düzenli evler, muntazam sokaklar ve yemyeşil bir doğaya sahip, İlknur Ablanın dediği gibi “köy”, çok güzel görünüyordu.
Geldiğimden beri benzettiğim Hengelo’dan farklı olarak, bazı sokaklarda evlerin önünden, yanından geçen su kanallarının üzerlerindeki nilüferler aklıma Rydbohom’ü getiriyordu.
Gün içinde Levent Abi’den öğreneceğim üzere, kendiliğinden gelip buraya yerleşen yabani kazlar kafalarına göre takılıyorlardı. Gün boyu kazların umarsızca sokak aralarında yola atlayıp arabaları durduracağına şahit olacaktım.
Yolculuğum sırasında kimleri okula, kimileri işe giden ya da dolaşmaya çıkmış, her yaştan onlarca bisikletli gördüm. Göz teması kurmanıza bile gerek kalmadan birçoğu yanımdan geçerken selam veriyordu.
Yaklaşık 1,5 saatlik gezimin ardından, kulaklarımı üşütmüş bir vaziyette eve ulaştığımda İlker uyanmış beni bekliyordu. Scooterla markete gidip alışveriş yaptık ve dönüşte gayet güzel bir kahvaltı masası hazırlayıp bol muhabbet eşliğinde midelerimizi doyurduk. Sadece masada bulunan 7 çeşit peyniri görmek bile Hollanda’da olduğumu hissettiriyordu!
Kahvaltının ardından hazırlanıp önce otobüs ardından trenle Groningen’e geçtik.
Defne’nin, nüfusunun neredeyse 4’te birini, Türkiye’de dâhil olmak üzere birçok ülkeden gelen öğrencilerin oluşturduğunu söylediği şehrin merkezine doğru yürürken pazarın kurulu olduğunu görüp dolaşmaya başladık. Bu arada, geldiğim günden bu yana beni yedirmek için programlanmış olan İlker, “kesin bundan yemelisin!” diyerek bizi taze stroopwafel yapan bir stanttın önüne götürdü. İlk kez Heval’in ofise getirmesiyle denediğim waffleı ilk kez taze taze denedim ve çok beğendim.
Bir süre dolaştıktan sonra 1482’de açılışı yapılan 97 metre yüksekliği olan Aziz Martin’in Kulesi’ne (Martinitoren / St. Martin’s Tower) çıkmaya karar verdik. Hem İlker, hem de Defne, benim gibi ilk kez zirveye çıkacaklardı.
Dar merdivenli Milano’daki Duamo, Brugge’daki Belfart Çan Kulesi, Paris’teki Sacré-Cœur Bazilikası ya da bol merdivenli Kotor Kalesi’ne tırmandıktan sonra 260 basamaklı kule benim için çerez gibi gelse de, bizimkilerin, doğal olarak, zorlandıkları notunu düşmekte fayda var. Çünkü insan zamanla öğreniyor. 🙂
Hem orta katta, hem de çanın bulunduğu en yüksekten şehre kuşbakışı göz atmak benim için oldukça keyifliydi. Çanın bulunduğu zirveye ulaşınca İlker’in, “çan çalsa ne olur ki?” sorusuna gülsek de tam dönüşe geçerken çalmasıyla havaya zıpladık! Neyse ki saat yarım olduğundan sadece bir kere çaldı da ucuz yırttık. Akşam Levent Abi, iş için, yanlış anımsamıyorsam, bu kuleye çıktığını ve bir yere kaçamadığı için defalarca dinlemek zorunda kaldığını anlattı da ucuz yırttığımız için şükrettik.
Kuleden aşağıya indikten sonra biraz soluklanmak için Cappuvino’ya oturup birer kahve içtik ardından da aşağıya inip Hollanda’ya gelen her ölümlü gibi külahta patatesimizi yedik.
Ardından da İlknur Ablayı görüp Veendam’a döndük.
Levent Abinin gelmesiyle birlikte arabaya atlayıp hem kuzeyde, hem de Almanya sınırında yer alan Termunterzijl’e doğru yola koyulduk.
İlk önce Westerhuis’e oturup bir şeyler sipariş ettik. Burada deneyeceğim en ilginç şey tuzla marine edilmiş, haring adındaki Baltık Ringa balığıydı. Bu balığın İsveç’te genelde Noel’de yenen sarımsaklı ve tatlı-ekşi soslu halini Rydboholm’de Göran’ın önerisiyle yemiş ve sevmiştim. Fakat bu halini ilk kez deneyecektim; çiğ göründüğü için ilk anda garip gelse de balığın tadı çok güzeldi.
Ana yemek olarak kızartılmış karides, alık, patates ve salata yedikten sonra Hollanda’nın deniz seviyesinin altında olduğunu yerinde anlamak için arabaya atladık.
Çadır kampının önündeki park alanına arabayı bırakıp tam karşımızda yer alan merdiveni tırmanmaya başladık.
Zirveye ulaştığımızda hem denizin gelgitten ötürü geri çekilmiş olduğunu, hem de gerçekten de deniz seviyesinin setin diğer tarafındaki karadan daha yüksekte olduğunu yani Hollanda’nın su seviyesinden aşağıda olduğunu fark ediyordum.
Gelirken yapılan soğuk rüzgâr uyarısıyla kat kat giyinmiş olsam da hava beklediğim kadar soğuk değildi. Bir süre suyu çekilmiş denizde dolaştıktan sonra tekrar arabaya atladık ve eve döndük.
Çay atıştırma derken, gece İlker’le Veendam’ın boş sokaklarını arşınladık. Birkaç kişi ve araba dışında ortalık oldukça sakindi. İlker gördüğümüz arabaların da muhtemelen burada yaşayan Türkiyeliler olduğunu söylüyordu.