Paris, Arles – Bölüm 6

27 Haziran 2017, Salı (Paris)

Sabah 9’da kalkıp ilk iş yiyecek bir şeyler almak ve Sabah’a gidip birkaç gün önce gördüğüm çikolataları edinmekti. Marketin önüne geldiğimde limonludan vardı ama en çok istediğim passion fruitlu kalmamıştı. Bir umut marketin sahibine sorsam da tükendiğini öğrenecektim. “Sağlık ola” deyip limonluyu aldım ve ayak üstü biraz muhabbet ettik. Abisinin emekli olduğunu, Konutkentte oturduğunu ve bugünlerde Bodrum’daki yazlığına geçtiğini iç çekerek anlatıyordu. Çikolatayı 1,5 yerine 1 Euro’ya verdi ve, bayram nedeniyle olsa gerek, şekerleme ikram etti. Teşekkür edip vedalaştıktan sonra, bu sefer tabelasında, el yapımı olarak kendileri tarafından üretildiğini gösteren ve tabelalarında “artisan” yazan bir pastaneden kahvaltılık bir şeyler aldıktan sonra eve doğru yürümeye başladım.

Kahvaltının ardından hazırlanıp 5. bölgede yer alan Paris Büyük Camii’ne (Grande Mosquée de Paris, 1922-1926) gittik. 6 gündür sıcaktan piştiğimiz için kapalı hava pek güzel gelmişti.

Camiye ulaştığımızda girişlerin 14’te başladığını öğrenip hemen karşıda bulunan Doğa Tarihi gibi birçok müzeyi barındıran ve Paris’in ünlü bahçelerinden biri olan Jardin des Plantes’i dolaşmaya başladık.

Kocaman ağaçları, parktan çok ormana benzeyişiyle Paris’te gittiğimiz en güzel bahçeydi.

Bir sonraki gün Doğa Tarihi Müzesi’ne gelmeye karar verip öğle yemeği için Sophie’nin önerdiği Place de la Contrescarpe’a doğru yürüdük.

Bu sırada bir çay dükkanı görüp içeriye damladık. Satıcıdan aromalı bir çay istediğimiz için adam tek tek kutuları açıp önerilerini bizlere koklatıyordu. Hatta birinin kapağını açmadan önce, “boynunuzu eğmeyin” dedi ve kapağı açıp bize yakınlaştırmadan tuttu. Gerçekten de çayın kokusu buram buram burunlarımıza doğru ilerliyordu. Çayları seçtikten sonra bizim Türkiye’den geldiğimizi öğrenip devrik bir şekilde “komşu” dedi. İlk anda anlayamasak da oturduğu apartmandaki komşusunun Türkiyeli olduğunu bu yüzden de Türkçe olarak sadece bu kelimeyi bildiğini söyleyip güldü. Osmanlı zamanında Güney Amerika’ya giden tüm Ortadoğululara “Türk” dendiğini anlattığında şirketten Caner’in FIFA turnuvalarında oynadığı Meksika takımı Monterrey’in “Türk” lakaplı Arjantinli hocasının hikayesini bildiğim için çok şaşırmadım ama gerçekten ilginçti. Sonrasında El Salvador’lu olduğunu ama Fransa’da herkesin Çinliye benzettiğini söyleyince “ben de sizi Uzakdoğulu sandım” dedim güldü. Ardından benim de Çinliye benzediğimi söyledi güldük.

Adamın anlattığı en ilginç şeylerden biri de dükkanda dekoratif olarak bulunan, kalın bir kalıp şeklinde olan çay kütlesiydi. Uzakdoğuda bunların zamanında para gibi kullanıldığını ve insanların kullanmak isterlerse küp küp kırıp kullandıklarını anlattı.

Ortada ufak bir çeşmenin bulunduğu meydanı lokantalar çeviriyordu. Menülere bakınıp bir tanesini seçip oturduğumuzda yağmur yağmaya başlamıştı. Sandviç ve peynir tabağı ile enerji depoladıktan sonra tekrar camiye doğru adımlamaya başladık. Bu sırada bir kitapçı görüp “plak var mı?” diye sorduk o da bizi çaprazdaki bir dükkana yönlendirdi. Sadece Jazz plakları satan ve efsane bir arşivi olan plakçıda bir süre bakındıktan sonra Dizzy Gillespie’nin birkaç LP’si seçip satıcıya sorduk ve onun önerdiği 1978 basımı, Roy Eldridge, Dizzy Gillespie, Oscar Peterson, Ray Brown ve Mickey Roker’ın “Jazz Naturity… Where It’s Coming From” albümünü aldık.

İlk kez Paris, Seni Seviyorum (Paris, Je T’aime) filminde gördüğüm ve görülecekler listesine eklediğim cami I. Dünya Savaşı sırasında Fransız kolonilerinde Almanlara karşı savaşan Müslümanların anısına Fransız hükümeti tarafından 1922-1926 yılları arasında tamamlanmış.

Tarihi anıt olarak derecelendirilen ve mimarisi Fas’ın Fes şehrindeki Karaviyyin Camisini andıran, minaresi ise Tunus’un Kayravan şehrindeki Ulu Cami’den esinlenerek inşa edilen cami, Avrupa’nın en büyük camilerinden biri.

Caminin Arap vahalarını anımsatan çok güzel bir bahçesi var.

Oldukça büyük görünen camide mihrabın bulunduğu ve namaz kılınan bölüm gözüme nedense çok ufak geldi. Bu arada içeride uzanmış uyuyan birçok kişi olması da ilginçti.

Son halife II. Abdülmecit, 1944’te sürgünde bulunduğu Paris’te öldüğünde cenazesi Paris Camisi’ne getirilmiş ve 10 yıl süre ile burada kalmış. Ayrıca Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği II. Dünya Savaşı sırasında imam Si Kaddour Benghabrit birçok Yahudi’yi Müslüman gibi göstererek hayatlarının kurtulmasını sağlamış.

Camideyken yağmurun gök delinmişçesine yağıyor olması yazlık ayakkabılarımız ve şemsiyemizin olmamasından ötürü korkutucuydu. Gezimiz bittikten sonra bir süre daha bekledik ama yağmur dinmeyecek gibiydi. Sonunda apartman girişleri ya da dükkan tentelerine sığınarak şemsiye bulacağımız bir yere ulaştık. Satın alıp dışarı çıktığımızda yağmur iyice yavaşlamıştı!

Yürüyerek en başta kilise olarak yapımına başlanan ama 1789 Fransız Devrimi sonrasında Fransız entelektüellerin gömüldüğü bir anıt mezara dönüştürülen Pantheon’a (Panthéon, 1758-1790) doğru ilerlemeye başladık.

Pantheon’a girmeden önce, neden olduğunu anımsamasam da, gözümüze Paris’in koruyucu azizesi Geneviève’nin adını taşıyan Saint-Étienne-du-Mont kilisesi (1494-1624) takıldı.

Kilisenin içinde yer alan merdivenli bölüm oldukça güzel ve farklı görünüyordu.

Kiliseden çıkıp Pantheona’a yöneldik. Roma’daki meşhur Pantheon’dan modellenerek yapılan yapının ihtişamlı sütunları vardı ve duvarlarında Fransız Devrimine ait büyük tablolar yer alıyordu.

Fizikçi Léon Foucault, 1851’de bu yapının kubbesinden aşağıya sarkıttığı 67 metrelik bir Foucault sarkacı ile Dünya’nın kendi çevresinde döndüğünü ispatlamış, bu deneyiyle Fransa ve tüm dünyada büyük ilgi uyandırmış.

Pantheon’dan çıkışında Eiffel Kulesi çok güzel görünüyordu. Yazıyı hazırlarken Sainte-Genevieve tepesi (Montagne Sainte-Genèvieve) üzerinde bulunduğundan, tüm şehre hakim bir manzarası olduğunu öğrendim.

1612’de Medici ailesinden Marie de Medice’nin memleketi Floransa’daki Pitti Sarayı’nın bir benzeri olarak yaptırdığı Lüksemburg Bahçesi’ne (Jardin du Luxembourg) gittik.

Bahçeden çıktıktan sonra son durağımız olan Yer Altı Mezarına doğru yürümeye başladık.

Saat 18.40’da 20’ye kadar açık olduğunu öğrendiğimiz, adını Antoine’den duyarak listeye eklediğimiz Paris Yeraltı Mezarı’ndaydık (Catacombes de Paris, 1738). Yaklaşık 6 milyon insanın kemiklerinin olduğu söylenen yeraltı mezarı, 18. yüzyıldaki şehir sınırındaki mezarlığın yetmez hale gelmesi ve çökme problemleri nedeniyle kemiklerin toplanıp yeraltına açılan odalara istiflenmesiyle oluşturulmuş. Fakat gelin görün ki, mezarlığa ulaştığımızda korkunç bir kuyruk bizleri bekliyordu. Çünkü 2 kilometrelik bir alanı kapsayan labirent şeklindeki mezarlığa aynı anda 200 kişiyi alıyorlardı ve öncelik netten bilet almış olanlarındı.

Görevliye bir ziyaretçinin heyecanlı konuşmalarından öğrendiğimiz bilgiyi teyit etmek için en öndekilere “ne kadar zamandır bekliyorsunuz?” diye sorduk. Saat 11’den beri bekliyorlardı ve belki de içeri giremeyeceklerdi! Bir dahaki sefere bilet alıp gelelim diyerek dönüşe geçerken netten bir kontrol ettik. En yakın bilet 15 Temmuzdaydı!

Eve dönüp bir süre dinlendikten sonra yürüyerek Masilva’nın önerdiği Etiyopya lokantasına gittik. Burada da sıra vardı. Bir süre bekledikten sonra içeri girip içecek yöresel bir şeyler rica ettik. Etiyopya birası ve “içkisi” sundular. Shot şeklinde verilen içkinin tadına bakınca ve sorunca bunun Etiyopya’da en çok tüketilen içki olduğunu ve bir çeşit “rakı” olduğunu öğrendik. Zaten şişenin üstünde yazan tek Latince kelime “Ouzo” idi. Bu arada yaşlı bir çalışan gelip “çok sert içki bu yüzden biz Etiyopya’da çok daha az doldurup sek olarak içeriz” dedi. Adamdan buz ve su istedik. Her ikisi de farklı bardaklarda geldi. Hepsini tek bardağa döktüğünde adam, “ne yapıyor bunlar yahu!” diye bizi takip ediyordu.

Bir süre daha bekledikten sonra 2 kişilik bir masa boşaldı ve herkesin yediği ana yemekten söyleyip beklemeye başladık. Sini gibi bir tabağın içine serilmiş hafif ekşimsi krepin üstüne serpiştirilmiş, sebzeli kavurma gibi yoğun bir sosu et, benzer bir soslu tavuk, ıspanaklı meze, patatesli meze, taze salata ve yağda çevrilmiş sebzeden oluşan bir yemek geldi. Çatal verilmediği için yemeğin yanında gelen krepi ya da tabak dibindeki krepi koparıp elle yemeği dürüp hüpletiyorduk. Yiyecekler oldukça lezzetliydi. Ama el hamlesiyle krep arasına çok az yemek alabildiğ için çok fazla krep yemek benim için zordu.

Karnımızı da doyurduktan sonra eve dönüp Peter Sellers’ın meşhur Pembe Panter filmlerden birini izleyerek günü tamamladık.

Paris, Arles – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 7’yi okumak için tıklayın…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.