21 Haziran 2017, Çarşamba (Paris)
Sabah 8.30’da kalkıp kahvaltılık bir şeyler almak için sokak başındaki pastaneye (boulangerie patisserie) gittim ve kruvasan ile Pain au chocolat alıp geri döndüm.
Ev sahibinin yememiz için bıraktığı reçeller eşliğinde güzel bir kahvaltı yaptık. Özellikle kruvasan daha önce yediklerimden oldukça farklı ve lezzetliydi. Çikolatalı “ekmek” ise çok başarılı değil ama güzeldi. Kahvaltının ardından gideceğimiz yerleri maps’te yıldızladım ve saat 10.30 gibi ikinci gün planını yerine getirmek için adımlamaya başladık.
Hava sıcaklığı gün içinde 37 dereceye kadar yükselecek olsa da bol bol durup pinekleyerek güzel bir gün geçireceğimiz düşünüyorduk. Ayrıca dün de tecrübe edindiğimiz üzere ne kadar çok su içersek içelim çişimizin gelmemesi de bol bol yürüyen bizler için bulunmaz bir nimetti.
Rue de Montreuil üzerinden etrafa bakına bakına yürümeye başladık. Bir süre ilerledikten sonra bir marketin sokak raflarında bulunan Lindt’in en sevdiğim çikolatalarından biri olan Passion Fruitlu sütlü çikolatasını görüp fiyatını sorduk. 1,5 Euro’yu duyunca birkaç tane almak istesem de Türkiye’ye götürmeyi düşündüğüm için yanımızda eriyeceğini fark edip dönüşte ya da Arles’dan sonra almaya karar verdim. Bu arada orta yaşlı görevli “Türk müsünüz?” diye sordu. “Evet” deyince 33 yıldır Fransa’da yaşadığını ve 25 yıldır da Sabah adındaki marketi işlettiğini söyledi. Kaldığımız evin yanında da aynı adda bir yer olduğunu söyleyince onu da başka bir akrabasının işlettiğinden bahsetti. “Çikolataları ayırayım istediğiniz zaman alın” dedi ama “hiç zahmet etmeyin” diyerek selam verdik ve kısa bir süre sonra Bastille meydanına ulaştık.
Günümüzde bir anıtın bulunduğu meydanda daha önce Bastille Hapishanesi yer alıyormuş. 14 Temmuz 1789 tarihinde monarşinin suiistimalini temsil edin ve sadece 7 mahkûmun bulunduğu hapishaneye halk tarafından Fransız İhtilali’nin parlama noktası olarak kabul edilen bir baskın düzenlenmiş. 18 yüzyıl sonlarında hapishane taşları yerinden sökülerek yıkılmış ve bizim de birkaç gün sonra yanından geçeceğimiz Concorde Köprüsünün yapımında kullanılmış.
Meydandan IV. Henry bulvarına dönüp Sen nehrine doğru bir süre yürüdükten sonra nehir üstünde yer alan iki meşhur adayı ve her biri birbirinden farklı yapılmış nefis köprüleri görüyorduk.
Kısa bir süre dinlendikten sonra Sophie’nin notlarında yer alan Berthillon dondurması yemek için yıldızladığım ada üstündeki dükkânın kapalı olduğunu fark ettik. Kısa bir süre afalladıktan sonra berthillonun aslında bir dükkânın adı değil de bu bölgede satılan bir dondurma olduğunu fark ettik. Ufacık bir dükkândan 3 çeşit dondurma alıp nehir kenarında oturup afiyetle yedik. Tok ve dolgun tadıyla dondurma son derece lezizdi. Aklıma yıllar önce Kekova kalesindeki butik bir dükkânda yediğim ve bu güne kadar yediğim en güzel dondurma olan şeftalili dondurma geldi. (Birkaç gün sonra Arles’da daha acayibini yiyeceğimin henüz farkında değildim.)
İki adayı birbirine bağlayan Saint-Louis’den geçip kısa bir süre yürüdükten sonra Fransız gotik mimarisinin en güzel örneği olan Notre Dame Katedraline (Cathédrale Notre Dame de Paris, 1163-1345) ulaştık.
İki hafta önce bir teröristin elindeki çekiçle polislere saldırdığı alanın etrafında sirenleriyle sivil polis arabaları geçiyor, az sayıda da olsa otomatik silahlarıyla askerler nöbet tutuyor ve yukarıda bir helikopter dolanıyordu ki gezimiz boyunca bu uygulamanın Paris’teki tüm turistlik yerlerde yapıldığına şahitlik edecektik. 15 Temmuzdan sonra Ankara’da bol bol duyduğumuz ve her duyduğumuzda tedirgin olduğumuz helikopter sesini burada da duymak oldukça garip bir histi doğrusu.
Ara ara dolaşan ve ardından sert bakışlarla etrafı gözleyerek nöbet tutan askerlerin hemen dibinde oturan, muhabbet eden, telefonlarıyla oynayan son derece rahat ve lakayt turistler oldukça tezat ve ilginç manzaralar sergiliyorlardı. (Çekindiğim için fotoğraf çekmedim ama yazıyı hazırlarken keşke birkaç kare alsaydım diye hayıflanmadan edemedim doğrusu.)
Katedralin üstünde yer alan heykeller, içerideki heykeller, cam süslemeleri ve ayrıntılar gerçekten de etkileyiciydi.
Fakat ne yalan söyleyeyim, benzer bir mimariyle yapılan Milano’daki efsanevi Duomo’yu gördükten sonra buradan o kadar da çok etkilenmemiştim.
Notre Dame’dan çıktıktan sonra adanın ucuna doğru ilerleyip Neuf köprüsünden geçerek ikinci önemli durağımız olan Orsay Müzesine (Musée d’Orsay, 1898-1900) ulaştık.
12’şer Euro ödeyerek bilet aldığımız, eski bir tren garı olan yapının hem dış hem de iç mimarisi oldukça büyüleyiciydi.
Birkaç yıl önce Amsterdam’da müzesine gittiğimde renk tonlarına ve canlılığına hayran kaldığım Van Gogh’un bazı eserleri müzedeki gezimizde ilk gözümüze çarpan çalışmalardı.
Çoğunlukla Fransız sanatına ait, 1848 – 1915 yıllarında arasında yaratılmış heykeller, resimler, mobilyalar ve fotoğrafların sergilendiği müzede, şu anda tam adını hatırlayamasam da, başyapıtların sergilendiği galeri oldukça başarılıydı.
Ernest Christophe’nin son derece büyüleyici İnsanlık Komedyası / Maske (La Comedie Humaine dit Aussi Le Masque, 1827) heykeli.
Henri-Edmond Cross’un canlı renklerliyle insana mutluluk veren Perilerin Uçuşu (La Fuite des Nymphes, 1856) tablosu.
Gustave Courbet’in devasa Sanatçının Stüdyosu (L’Atelier du peintre, 1855) tablosu.
Francois Pompon’in ikonlaşan beyaz ayı (L’Ours blanc, 1922) heykeli.
Aristide Maillol’un etkileyici beyazlık ve doğallıktaki Mediterranee dit aussi La Pensee, 1861 heykeli.
Auguste Rodin’in ürkütücü Cehennem Kapıları (Porte de l’Enfer, 1840) çalışması.
Van Gogh’un birkaç gün sonra gideceğimiz Arles’da çizdiği ünlü Ren Nehri’nde Yıldızlı Bir Gece (Starry Night Over the Rhone, 1888) tablosu.
Claude Monet’nin ünlü Nilüferler (The Water-Lily Pond, 1899) tablosu.
Büyülenmiş bir şekilde Orsay’dan çıktıktan sonra Türkiye’deyken en çok hayalini kurduğumuz şeyi yapmak için bir peynirci bakınmaya başladık. Kısa bir süre dolaştıktan sonra nefis bir peynircideydik. Dışarısı alev alev yanarken dükkânın buz gibi havası da bizi cezbetmeye yetmişti doğrusu.
Kısa bir süre bakındıktan sonra Fransa’nın güney doğusunda yer alan Alpler bölgesi Savoie’de çiğ inek sütünden üretilen dışı küfle kaplı ve sürülebilir yumuşaklıktaki Reblochon ve inek sütünden yapılan, olgunlaşması için dışı samanla kaplanan hafif sert Tomme au Foin alıp dışarı çıktık. İleride bir marketten rose ve fırından da baget ekmek alıp doğruca Tuileries Bahçesine doğru adımladık.
Bahçeye girdiğimizde sıcaktan yere yapışmak üzereydik. Hemen bir çeşmede suyumuzu tazeledik, yüzümüzü yıkadık ve en gölge yere gidip peynirleri doğrayarak, bagetimizi bölerek ve şaraplarımızı bulduğumuz plastik kaba koyarak yemek masamızı hazırlamaya başladık.
Bu sırada etrafımızdaki gölgede pineklemekte olan yaşlılar, ilk defa geçen yıl Rydboholm’de dolaşırken gördüğüm ellerindeki ağır demir bilyeleri, hedefteki bilyeye en yakın yere atmaya çalışarak oynanan Petank / Boules oynamak için hazırlanmaya başlamışlardı.
Bir yandan onları izleyerek, bir yandan da tatilde olmanın verdiği baştan çıkarıcı halet-i ruhiyi içimizde usulca eriterek, peynir ve şarabın tadını çıkarıyorduk.
Yemeğimiz bittikten sonra bahçenin diğer tarafına geçerek ünlü L’ouvre müzesinin girişlerinden biri olan cam piramide,
ve Napoleon’un bir yıl önceki askeri başarılarını anmak için 1806-1808 yılları arasında inşa edilen Carrousel Zafer Takına (Arc de Triomphe du Carrousel) bir göz atıp normalde yemek yemek için not ettiğimiz ama malum karnımız tok olduğu için sadece dolaşmak için Yahudi mahallesi olan Le Marais’a doğru yürümeye başladık.
Mahalleye vardığımızda iyiden iyiye yorulmaya başlamıştık.
Birkaç kere ara verip dinlendikten sonra bol bol falafel dükkânının yer aldığı mahallede dolanırken Kerem Abinin listeye eklettiği Pompidou Merkezi’ne ulaştık.
O anda anlamasak da bir sonraki gün anımsayacağımız üzere, aslında bugün müzik günüydü, bu yüzden de her yerde canlı müzik yapılıyordu. Biz de bir dondurmacıdan dondurma alıp bir yandan onu yiyerek, bir yandan da canlı müziği dinleyerek nefesleniyorduk. Sonraki günlerde birkaç yerde daha göreceğim üzere dondurmalar külaha gül yaprakları şeklinde sürülerek servis ediliyor, istenirse ortasına bir macaron konuyor ya da yalamak yerine kaşıklayarak yemek isteyenler için bir adet kaşık veriliyordu.
Yandaki dükkandan birkaç hediyelik aldıktan sonra Saint Paul metro durağına vardığımızda artık yorgunluktan düşmek üzereydik. Dile kolay toplam 15,1 km yürümüştük ve saat 8’e geliyordu. 1 numaralı hattı kullanarak Nation metro durağına ulaşıp yukarıya çıktığımızda tıpkı Pompidou’daki gibi her köşe başında birileri ya canlı müzik yapıyor ya da son ses müzik açmış diniyorlardı. Marketten birkaç içecek alıp eve döndük ve Paris’teki ikinci günümüzü de tamamladık.
Paris, Arles – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…
Paris, Arles – Bölüm 7’yi okumak için tıklayın…