24 Temmuz 2016, Pazar (Rydboholm, Göteborg, Gamla Ullevi)
Sabah 7.50’de uyanıp 8 gibi etrafı kolaçan etmek için dışarı çıktığımda nefis bir hava beni karşılıyordu.
Ara yolu geçip ana yola ulaştığımda, yolun Viskan nehrinin yanında ilerlediğini fark ettim.
Ördekler, kuş sesleri, yem yeşil orman, bitkiler ve nehrin üstündeki yansımalar nedeniyle, neredeyse her iki adımda bir durup fotoğraf çekiyordum. Bugüne kadar gittiğim yerler arasında en fazla durup, benzer bir yer olmasına rağmen bir tane daha fotoğraf çektiğim yer Rydboholm ile Viskafors arası oluyordu.
Viskafors’a doğru ilerlerken bahçelerden birinde “otlayan” mavi koyun heykelleri çok güzel ve şaşırtıcı görünüyordu.
Kısa bir yürüyüşün ardından Rydboholms SK’nın futbol sahasındaydım. Camlarında takımın kupalarını barındıran kulüp binası, tek tribünlü ve eski stil saati olan saha, nefis görünüyordu.
Birçok foto ve video çekimi yaptıktan hatta topla bir de kaleye şut çekikten sonra tekrar yala çıkıp gezime devam ettim.
Viskafors’a ulaşıp bir süre ilerledikten sonra sağımda yer alan tren raylarının geçtiği bir köprü görüp oraya doğru yürümeye karar verdim.
Manzara tek kelimeyle harikaydı!
Dönüş yolunda Rydboholms SK’nın futbol sahasında bir kere daha durdum çünkü az önce yanından geçerken “plaj voleybolu sahası” sandığım yerde yaşlı insanlar, ellerindeki ağır demir bilyeleri, hedefteki bilyeye en yakın yere atmaya çalışarak Petank / Boules oynuyorlardı.
Viskan’da süzüle süzüle yüzen Kanada kazlarının beslenmelerini izledikten sonra evin bulunduğu sokaktaki ahududuları mideye indirdim ve yolculuğuma son noktayı koydum.
İlk gün skorum 10 km yürüyüştü ama haliyle daha yolun başındaydım!
Eve girdiğimde herkes kahvaltı sofrasındaydı ve masadaki yiyecekler can alıcı görünüyordu! Brie, rokfor, gravyere benzeyen bir tür İsveç peyniri ve ilk kez İtalya’da yediğim ve bayıldığım Philadelphia marka krem peynirini saymak bile sanırım can alıcılığı tarif etmek için yeterli olacaktır. Her şey nefisti ve adeta tıka basa doyduk. Ama bu kahvaltının benim için en özel yanı, Leyla Ablanın önerisi ile ilk kez Brie ile yeşil incir reçeli yemekti. Brienin kremamsı lezzeti ile incir reçeli inanılmaz bir uyum içerisinde mideme doğru yol alıyorlardı. Bayıldım! 🙂
Kahvaltıdan sonra Stefan, içindeki sobanın suyunu ısıttığı ufak havuzda yorgunluk atıyordu. Bir ara bana, “çok şanslısın çünkü şu anda İsveç’in 1 haftalık yazını yaşıyoruz. Gelecek hafta bulutlar kapanır ve ara yağmur yağmaya başlar, tıpkı geçen hafta olduğu gibi” dedi ve güldü. (O an bana şaka gibi gelse de aslında gerçekten öyle olduğunu sonraki günler öğrenecektim!)
Bir süre muhabbet ettikten sonra Leyla Ablanın önerisiyle bisikletlere atladık ve sabah yürüdüğüm Viskafors’un arkasında yer alan ve Göran’ın söylediğine göre ufak göllerin birleştirilerek tek bir göle çevrildiği Storsjöns gölüne doğru sürdük. Benim altımda, üzerinde Amsterdam yazan Leyla Ablanın sarı bisikleti bulunuyordu.
Neredeyse her yerde bisiklet yolu olması ve araba yoluyla kesişen yerlerde sürücülerin yol vermesi nedeniyle yolculuk pek leziz geçti. Yolculuk sırasında Şükrü’den İsveç’te 15 yaş altındaki bisiklet sürücülerinin kask takmak zorunda olduklarını ve takmamaları durumunda 500 kron para cezası ödediklerini öğreniyordum.
Göle vardığımızda, tıpkı Leyla Ablanın söylediği gibi, sıcak havanın etkisiyle özellikle birçok ailenin ufak plajda güneşlendiklerine ve yüzdüklerine şahit oluyorduk.
Önce etrafı kolaçan ettik sonrasında da havluları yere serip gölün tadını çıkartmaya başladık.
Göl zemininin kahverengi taş ve topraktan oluşması nedeniyle suyun kahverengimsi görünmesi ilginçti. Gölün suyunun hafif soğuk olması da ferahlatıcı olmasını sağlıyordu ki benim çok hoşuma gitti!
Saat 15.15’te eve döndüğümüzde Endomondo “14 km sürdünüz” diyordu ki, (o an çok kısa süreli bir rekor olduğundan bihaber olsam da) kişisel bisiklet rekorumu kırmıştım.
Öğle yemeğinin ardından arabaya atladık ve gezinin benim açımdan en özel planlarından biri olan IFK Göteborg ile Jönköpings Sodra IF arasında oynanacak olan maçı izlemek için Göteborg’a doğru ilerlemeye başladık.
68 km sonra Gamla Ullevi’nin yakınlarındaki park yerine doğru ilerlerken Şükrü, üzerinde anlık olarak uygun park yeri sayısının yazılı olduğu dijital tabelayı gösteriyordu! “İskandinavya’dayız” dedim!
Arabayı park edip stada doğru yürürken Ulleviler hakkında bilgiler alıyordum. Ullevi adı aslında iki kelimenin birleşimi. İskandinav mitolojisinde Thor ve Sif’in oğlu olan ve Ydal’de yaşayan av, okçuluk ve oyun tanrısı Ullr’dan türetilen Ulle ve İsveççede yer isimlerini tamamlamak için kullanılan “vi” kelimesinin birleşiminden oluşan Ullevi’nin anlamı “Oyun Tanrısının (Ulle’nin) Mabedi”.
Alanda birbirine yakın 2 tane stadyum bulunuyor. Bunlardan biri 1958’deki Dünya Kupası için inşa edilmiş olan ve aynı zamanda “Yeni Ullevi” anlamına gelen “Nya Ullevi” de denilen 45 bin kişilik Ullevi stadyumu. (Paniğe gerek yok; açıklayacağım!)
Gitmekte olduğumuz stadyum 2009’da açılmasına rağmen adı “Eski Ullevi” anlamına gelen Gamla Ullevi. Çünkü bu stadyumun bulunduğu yerde daha önce şehrin en eski stadyumu olan ve 1916’da açılışı yapılan, 1958’e kadar Ullevi ve sonrasında “Eski” Gamla Ullevi adını alan 15-18 bin kapasiteli stadyum yer alıyormuş. O yapı yıkılıp yerine 18 bin 416 kişilik yeni bir stadyum yapılmış ve isim olarak da yeni olmasına rağmen “Eski” sıfatı eklenerek Gamla Ullevi olarak adlandırılmasına karar verilmiş. Planlanan maliyetinin yaklaşık 2 katına tamamlandığı için çok fazla tartışma konusu edilen ve “eski model” diye eleştirilen stadyumu şu anda IFK Göteborg, GAIS, Örgryte IS ve İsveç Ulusal Kadın Milli takımı kullanıyor.
Stadın yanına geldiğimizde maçın başlamasına 40 dakika ve gişelerin önünde de uzunca bir kuyruk vardı.
Stefan, “maraton” tribünün 2. katının en üstten ikinci sırasında yer alan ve tam orta çizgi hizasında bulunan nefis konumdaki biletlerimizi sarın aldı ve giriş kapısına doğru yürümeye başladık.
Yurtdışında ilk kez maça girerken arama yapılmasına şahit oluyordum ama muhtemelen bunun sebebi son aylarda Avrupa’da birbiri ardına yaşanan, teröristlerin bombalama eylemleriydi.
Kale arkası ile maraton tribünü, arasında giriş yaptıktan sonra hemen ilk iş olarak giriş katından stadyuma baktım ve bir fotoğraf çektim.
Aslında Göran, Leyla Abla ve Stefan, IFK’dan 10 yıl daha önce kurulmuş olan ve 2013’den beri bir alt ligde yer alan bir başka Göteborg takımı; GAIS’in taraftarıydılar. Futbolla pek hoşlaşmasa da Şükrü (daha sonra neler yaşayacağımızdan habersiz olarak) maça gelirken üzerine bir GAIS tişörtü geçirmişti. Stefan ise benim giydiğim Gençlerbirliği formasıyla uyumlu olması için bir AC Milan forması giyiyordu.
Tribündeki yerimizi doğru ilerlerken birçok kişinin elinde bulunan yeşil atkıları görünce aklımdan “GAIS taraftarları da geliyor maç demek ki!” diye geçiriyordum.
280 Kronluk (98,5 TL) biletimizin üzerinde yer alan koltuk numarasına ulaştığımızda, tıpkı Twente’nin De Grolsh Veste stadındaki gibi herkesin satın aldığı koltuğa oturduğunu fark ediyordum.
Tribünleri ve stadın ayrıntılarını göz hapsine tuttuktan bir süre süre sonra maç başladı. Kale arkalarında yer alan ekranlarda maç canlı olarak yayınlanıyordu.
1954’den bu yana ilk kez Allsvenskan’a yükselmeyi başaran Jönköpings, IFK’ya göre oldukça hafif bir rakipti ve bu yüzden Mavi-Beyazlıların rahat bir galibiyet almaları bekleniyordu.
İlk yarıda Göteborg oldukça iyi organize olan bir takım görüntüsündeydi. Buna karşılık Yeşiller sadece defans yapmaya çalışıyorlardı. 13’de Mads Albaek’in ceza alanı dışında çektiği şutun rakip oyuncuya çarpıp kaleciyi kontrpiyede bırakmasıyla tribünde büyük bir alkış ve sevinç çığlıkları yükseldi. Golün tekrarını ekrandan izlemek de pek güzeldi doğrusu.
Golden sonra “maç bitti” diye aklımdan geçiriyordum ki, gerilerden ileriye şişirilen bir topla, iki Jönköpings’li oyuncu kaleci ile karşı karşıya kaldılar ve golü filelere gönderdiler. İşte o an tam önümüzde oturan 3 kız havaya fırlayıp çılgınca bağırmaya ve alkışlamaya başladılar. Evet, tribünde gördüğüm yeşil atkılılar GAIS değil Jönköpings taraftarlarıydı! Bulunduğumuz tribündeki IFK’lılardan kimse dönüp kızlara bakmadı bile! “İskandinavya’dayız!” dedim.
Hava oldukça güneşliydi ve zemin çok güzel görünüyordu. Bir ara su molası için maç durduğunda Göran bana dönüp, “ilk kez burada su molası verildiğini görüyorum” dedi. Kuzeyde olduğumuz için “daha önce hiç görülmemiş bir sıcaklıkta oynanıyor maç herhalde!” dedim güldüm.
Golden sonra bir kere daha maçın başındaki oyunu izlemeye başladık. Maviler bastırıyor, yeşiller ise ful defans yapıyorlardı. 33’de şansına bir gol atan Mads Albaek, benzer bir yerde topu bir kere daha önüne aldı ve bu sefer nefis bir şutla takımını yeniden öne geçiren golü attı.
Maç sırasında 4 numaralı savunma oyuncusu Haitam Aleesami ve 1.67’lik boyuyla, bulunduğum yerden uzak doğuluya benzeyen ama stadyuma girerken dağıtılan maç programından kontrol edince İsveçli olduğunu öğrendiğim Patrik Karlsson Lagemyr dikkatimi çekiyordu. (Bu yazıyı yazdıktan birkaç gün sonra Göteborg maçı ve Aleesami hakkında bir arkadaşımla konuşurken oyuncunun 120 bin Euro’ya Göteborg’a geldiğini ve maçtan 2 hafta sonra 1,2 milyon Euro’ya Palermo’ya transfer olduğunu öğrendim. “Göz bu, göz!” demeden kendimi alamadım :))
Devre arasında Şükrü ile stadyumu dolaşmaya başladığımızda bana birçok taraftarın üstündeki GAIS tişörtüne baktığını ve İsveççe bir şeyler söylediğini anlatıyordu.
İlk durağımız bir alt katta yer alan çocuk tribünüydü. Görüş açısı ve ufaklıklar oldukça güzel görünüyorlardı. Bir süre bakınıp birkaç foto çekindikten sonra yeniden üst kata çıktık. Büfelerin ve tuvaletlerin bulunduğu dış koridorda bir süre pinekledikten ve taraftarları ve ortamı inceledikten sonra tribündeki yerimize geri döndük. Çok büyük olmayan stadyum benim açımdan “kutu” gibiydi. “Bir gün Gençlerbirliği’nin de böyle bir stadı olsa keşke. Amin!” diye geçirdim içimden!
İkinci yarının ilk dakikalarından itibaren IFK oyunu rölantiye alırken, Jönköpings’liler rakiplerini zorlayacak neredeyse hiçbir silahı yoktu. Bu yüzden maçın ikinci devresi oldukça vasat ve can sıkıcı geçti.
Bitiş düdüğünün ardından IFK’lı futbolcular ilk olarak topluca kale arkası tribününün önüne gidip yere oturdular. Bir süre sessizliğin ardından tribün hararetli bir şekilde tezahürata başladı ve o an tüm futbolcular ayağa fırlayıp oynamaya başladılar! Bu sevinç gösterisi, bizdeki maç sonu üçlüsünün İskandinav versiyonuydu herhalde.
Daha sonra futbolcular el ele tüm tribünleri dolaşarak, her birinin önünde durup, eğilerek seyircileri selamladılar.
Maç bittikten sonra çıkışa doğru ilerlerken siyahi bir eleman Şükrü’ye İsveççe bir şeyler söylemeye başladı. O da anlamadığını ve Türkiye’den geldiğini söyleyince eleman İngilizce konuşmaya başladı ve “yanlış maçtasın!” diyerek gülümsedi. Ardından “benim için sorun yok ama IFK’lıların en nefret ettiği takımın tişörtünü giyiyorsun. Etrafta çok salak var dikkat et!” diye ekledi. Şükrü gülümseyerek siyahi elemanın yanındaki arkadaşına “sende mi nefret ediyorsun?” diye sordu. Adam, “ben futbolu ve herkesi gerçekten çok seviyorum. Benim için hiç sorun değil ama yine de yanlış tişört!” dedi kahkahayı bastı.
Stadın çıkışında fotoğraf çektirdikten sonra da bize doğru yürüyen birçok taraftar elleriyle Şükrü’yü işaret ediyorlardı. Sonunda dayanamayıp, “ulan Şükrü, birkaç kişiyle muhabbet ederim diye Gençlerbirliği forması giydim. GAIS tişörtü giyerek tüm havamı perdeledin!” diyerek kahkaha attım.
Kalabalıktan uzaklaşırken her yaş grubundan kadın, erkek ve çocuk taraftarları görmek gerçekten çok ama çok hoşuma gidiyordu. Tıpkı Twente maçındaki gibi insanların futbol maçlarını bir sosyal etkinlik olarak görüp yaşadıklarına şahit olmak gerçekten muhteşemdi!
Gezine gezine Göteborg’un merkezi caddelerinden birinde oturup bir şeyler içip bir süre muhabbet ettik.
IFK’lıların “herkes IFK’yı sever, GAIS’ten nefret eder” diye tezahürat yapmalarına Göran, “aynı ligde bile değiller, neden bu kadar nefret ediyorlar gerçekten anlamıyorum!” diyordu.
Boras’da Hercules adında bir pizzacıya oturduk. Lahanadan yapılmış sirkeli, zeytinyağlı ve soslu lezzetli bir salata yedikten sonra ben ve Stefan deniz ürünlü, Tarık eniştem ve Şükrü kebaplı pizzayı mideye indirdik. Yemek sırasında, İsveç’te özel ruhsatları olan lokanta ve publar dışında %3,5 üstü alkollü içeceklerin marketler dâhil hiçbir yerde satılmadığını, sadece “tekel bayii” kıvamında özel içki marketlerinde %3,5 üstü alkollü içkilerin satıldığını ve sokakta içki içmenin kesinlikle yasak olduğunu öğreniyordum.
Gece 12’de Stefan önce evin önüne bir teleskop kurdu ve yıldızlara bakmaya çalıştık. Fakat hava tam olarak karanlık değildi ve etrafta ışıklar vardı.
Bu yüzden arabaya atladık ve orman içindeki daha yüksek bir yere gittik.
Şükrü ayın ve etrafın uzun pozlama fotoğraflarını çekmeye çalışırken Stefan teleskopu ayarladı ve ayı incelemeye başladık. Çok güzel görünüyordu. Sonrasında da birkaç kez yıldızlara baktık ve evin yolunu tuttuk.
Günü tamamlamak için yatağa uzanırken, dolu dolu yaşadığım nefis bir günü daha geride bıraktığım için çok mutluydum.
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…