17 Haziran 2018, Pazar (Berlin, Amsterdam)
Sabah çantaları hazırlayıp odadan çıkınca duvarda fark ettiğim grafitiler oldukça yaratıcı ve güzel görünüyorlardı.
Otelden çıkış yaptıktan sonra “iyi bir yerde kahvaltı yapmalıyız” diyerek, hakkında yüzlerce iyi yorum bulunan Benetict’e doğru yürümeye başladık.
Kahvaltıcıya ulaştığımızda tamamen dolu olduklarını ve bir bekleme listeleri olduğunu öğrenip, Defne’nin Pazartesi okula gitmesi gerektiği için 14.30’a aldığımız dönüş biletlerini düşünerek mekânın büfe bölümünden peynirli börek (borekas feta), fesleğenli poğaça (pesto bebka-kranz), üzümlü çikolatalı kek (rogellach) ve iki kahve alıp muhabbet ederek atıştırdık.
Metroya atlayıp Tanıl Abi’nin önerdiği bir başka yer olan Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı ya da diğer adıyla Hoolakost Anıtı’na doğru güneşli havada usul usul yürüyorduk.
19.000 metrekarelik bir alana yayılmış, her biri 2.38 metre uzunluğunda, 0.95 metre genişliğinde ve 0,2 ile 4,8 metre arası değişen yüksekliğe sahip 2.711 adet beton bloktan oluşan anıt mezarın tasarımcısı Peter Eisenman’a göre bu tasarımın amacı oldukça rahatsız edici ve kafa karıştırıcı bir ortam yaratmaktadır; böylelikle bu tasarımlar sözde düzenli olan bir sistemin insanlıkla bağının kopmasını simgelemektedir.
Anıt aklıma Budapeşte’de gördüğüm ve 1956’da Macaristan’da Sovyetler Birliği destekli Stalinist hükümete karşı başlattığı halk hareketi anısına yapılan, farklı uzunluktaki ama içe doğru ilerledikçe aralarındaki boşluğun azaldığı anıtı getiriyordu.
Anıttan sonraki durağımız savaş sonrası Berlin’in Doğu tarafında kalan ama günümüzde şehrin ana sembollerinden biri olan Brandenburg Kapısı’ydı (Brandenburg Tor / Brandenburg Gate).
Oraya doğru giden yolda bir süre ilerledikten sonra polisin bölgeye girişlere izin vermediğini görüp şaşırdık. Defne polise ne olduğunu sormak için yanaşsa da ortam o kadar kalabalıktı ki ona seslenip arkadan alana gitmeyi önerdim.
Aynı yolda devam edip bir sonraki sokaktan alana doğru döndüğümüzde saat 17’de Almanya ile Meksika arasında oynanacak olan Dünya Kupası maçı için yapılan hazırlıklardan ötürü alanın kapalı olduğunu fark ettik. Almanlar 5 saat önceden toplanmaya başlamışlardı bile.
Ağzımızı ıslatmak için oturduğumuz mekân bile üzerlerinde Alman forması olan her yaştan insanla doluydu.
Mekândan çıktıktan sonra Brandenburg Kapısı’na doğru yürümeye başladığımızda ortalık turistler, maç izlemeye gelenler ve polislerle dolmaya başlıyordu.
1788-1791 yılları arasında yapılan kapının üstünde yer alan Quadriga (Olimpiyat Oyunlarında ve diğer oyunlarda yarıştırılan, yan yana koşulmuş dört at tarafından çekilen araba) 1793 yılında Alman heykeltıraş Johann Gottfried Schadow tarafından barışın sembolü olarak tasarlanmış.
Quadriga 1806 yılında Napolyon tarafından Fransa’ya götürülmüş ancak sonradan Mareşal Gebhard von Blücher tarafından 1814 yılında geri getirilmiş. Zeytin dalından çelengi sonradan demir haçla değiştirilmiş. II. Dünya Savaşı sırasından kısmen zarar gören heykelin demir haçı savaştan sonra Prusya militarizmini simgelediği gerekçesiyle Doğu Almanya’nın Komünist Hükümeti tarafından sökülmüş. Demir Haç, 1990 yılında Almanya’nın birleşmesinin ardından yeniden yerine yerleştirlmiş.
Metroya doğru ilerlerken gördüğüm polis aracı, bugüne kadar izlediğim Alman filmlerinden birinden fırlamış gibiydi.
Gittiğim ülkelerin o yıla ait demir paralarından yaptığım koleksiyon için Hollanda parasını ilk günlerde Veendam’da bulmuş fakat bir türlü Almanya parasını Berlin’de bile denk getirememiştim. Otobüsü beklerken girdiğimiz bir dükkânda para ödemek için beklerken, kafamı çevirip raflara bakınırken, oraya bırakılmış 2018 tarihli 1 cent bulup, bilye bulmuş çocuk gibi mutlu oldum!
Gelişimiz 9,5 saat sürmesine rağmen, dönüşümüzde otobüs sadece Hannover’da duracağı için 7 saat sürecekti.
Saat 14.30’da bilet kontrolünün ardından önden ikinci sıraya geçip otobüsün kalkmasını beklerken İspanyol olduğunu sandığım bir eleman önümüzdeki koltuğa oturdu. Biraz sonra yanına nereli olduğunu anlamadığım bir genç geldi ve muhtemelen, “yanın boş mu?” diye kendi dilinde soru sordu. İspanyol anlamadı ve “ne?” diye cevap verdi. Buna rağmen genç kendi dilinde soruyu tekrarlayınca İspanyol, “senin dilini bilmiyorum!” diye cevap verdi. Bunun üzerine yabancı çocuk tak diye koltuğa oturdu. Defne ile yaşanan olaya yol boyunca baya güldük.
Maç saatlerinde İspanyol dediğimiz elemanın Brezilyalı olduğunu anlayacaktık. Çocuk cep telinden Brezilya 1-1 İsviçre maçını açtı ve izlemeye başladı. O ana kadar tek bir kelime etmedikleri yanındaki eleman hemen doğruldu ve nerdeyse omuz omuza maçı izlemeye başladılar! Brezilyalı çocuk kaçan pozisyonlara kendi dilinde saydırırken yanındaki sakin sakin maçı izledi. Ve kendi aralarında tek kelime bile etmediler.
“Futbol sen her şeye kadirsin” demekten başka bir şey kalmadı bize de…
Otobüste giderken “Berlin’e bir kere daha ama daha uzun süreli gelmeli” diye aklımdan geçiriyordum.
18 Haziran 2018, Pazartesi (Amsterdam)
2 sıcak Berlin gününden sonra Amsterdam’da hafif yağmurlu ve kapalı bir hava vardı. Sabah Defne okula gittiği için tek başıma yaptığım kahvaltının ardından otobüsle merkeze gittim.
Tren istasyonunun yanındaki durakta inmeyi atladığım için arkadaki durakta indim ve duvarlarında oldukça güzel figürlerin yer aldığı bir altgeçitten geçerek istasyonun önüne geçtim.
Dam Meydan’ına doğru ilerlerken şehrin simgesi olan ince uzun evlerin yan yana dizilmiş halleri oldukça ilginç görünüyordu.
Ara ara yağmur hızlansa da genel olarak hafif yağdığı için dolaşmakta sorun olmuyordu.
Dar sokaklar,
çiçekli pencereler,
kanallar,
kanallar üzerinde yer alan tekne evler,
bisiklet manzaraları,
martılarına alıştığım ama ilk kez fark ettiğim ama sonradan bol bol göreceğim gri balıkçıl (Grey Heron),
ve gördüğüm birçok batmak üzere olan sandal gezimin ilgi çekici kareleriydi.
Aylak aylak daha önce geçmediğim Amsterdam sokaklarında ilerlerken, bir önceki gelişimde “kaçırdım” diye üzüldüğüm Heineken Experience Müzesi’nin önündeki kuyruğa ulaştım. Bir süre sonra giriş ücretinin 21 Euro olduğunu öğrenince nette biraz bakındım ve pas geçip sokaklarda dolaşmaya karar verdim.
Sonra’dan Defne’nin beni götürmek istediği plakçı olduğunu anladığım, sokak arasında bir plakçı (Record Mania) görüp içeri daldım ve incelemeye başladım. Bakması daha kolay olan üst raflardakiler daha popüler ve pahalı plaklardı. O yüzden incelemesi daha zor olan alt raftaki plakları incelemeye başlarken ilginç bir şekilde aklımdan Portekiz’in Fado kraliçesi Amalia Rodrigues geçiyordu. Gerçekten de raflardan birinde tam da aradığım şey olan Amalia’nın “The Very Best Of” albümü buldum ve 5 Euro’ya aldım.
Plakçıdan çıktığımda Defne’de tramvaydan iniyordu. Hava da açılmış güneşi görmeye başlamıştık.
Defne’nin bir başka yemek önerisi olarak, İranlı bir sahibi olan, Türkiye, İran ve Kuzey Afrika yemekleri yapan Bazar’a doğru ilerledik.
Eski bir kiliseden dönüştürülen, ortada barı ve üst katı olan, mutfağı da görünür bir şekilde üst katta yer alan lokantanın masa işlemeleri ve duvarları çok güzel görünüyordu.
Tatlı biber ve madras körili domates çorbası olan Yeni Delhi Çorbası ile nohut ve bademli kuzu eti yemeği olan, pilav ve haydariyle servis edilen Royal Persian Lamb sipariş ettik.
Oldukça leziz olan çorbayı yedikten sonra Ankara’ya dönünce, taze sebzeli ve Defne’nin önerisiyle taze zencefil kullanarak keskin bir aroma katacağım çorba denemeleri yapmaya karar verdim. Yazıyı hazırladığım günlerde ilk denememi yaptım. Yolum uzun ama sonunda güzel bir şeyler “uyduracağıma” olan inancım tam! 🙂
Ufak bir tencerede servis edilen kuzu yemeği de çorba gibi oldukça güzeldi.
Yemekten sonra Defne peş peşe, Amsterdam’da daha önce görmediğim iki parka götürdü beni.
Bunlardan biri Sarphatipark idi. Koşan, spor yapan, bisiklete binen, laflayan insanlarla dolu park çok güzeldi ama Defne, “az sonra daha güzeline gideceğiz” dediği için sözümü geri alıp beklemeye başladım.
Diğer parka doğru ilerlerken bir evin önünde gördüğüm, meşhur pasiflora (çarkıfelek) çiçeği tek kelimeyle kusursuz görünüyordu.
Bir süre laklak edip ilerledikten sonra Defne’nin Amsterdam’daki favori parkı olan Vondelpark’a ulaştık.
Sarphatipark’ın yanında çocuk oyuncağı olarak kaldığı Vondelpark muazzam bir yerdi.
Spor yapan, koşan, pinekleyen insanlara göz atınca Amsterdam’ın yerlilerinin takıldığını düşündüğüm parkta bir süre dolaşıp ardından çimlere yayılıp pineklerken Defne şaşkınlıkla, “Sunay Akın geliyor” dedi. Ben de telefonu açıp ön kamerayı çalıştırarak arkamdan geçen Sunay Akın’a bakıyordum ki fotoğraf çekmeye karar verdim. Ardından da bu aptal fotoyu instagrama atıp Defne’yle bir süre eğlendik.
Parktan çıkışa doğru yürürken Sunay Akın ve oğluyla bir kere daha karşılaştık ve selam verip bir süre muhabbet ettik. Oldukça sıcak davranan Sunay Akın, hal hatır sorduktan sonra elimdeki Amalia’nın plağıyla ilgilenip ardından da Amsterdam’daki bir plak dükkânını önerdi. Teşekkür edip yanlarından ayrıldıktan sonra Foodhallen’a doğru yürümeye başladık.
İçerisinde bir de sinemanın bulunduğu Foodhallen’in yemek bölümü, birçok farklı ülkenin, genelde atıştırmalık şeklinde, yemeklerini yapan büfeler şeklinde, bir nevi Türkiye’deki AVM’lerin yemek bölümleri gibi tasarlanmıştı. Yemeğinizi alıp ortak alanda bir yere oturup tüketiyordunuz. Dünya Kupası nedeniyle yemek bölümüne birkaç büyük televizyon koyulmuş ve karşısına da tribün oluşturulmuştu.
Tribündekilerle birlikte Tunus 1-2 İngiltere maçını takip ederken seçtiğimiz atıştırmalık, daha önce Viyana ve Kopenhag’da denediğim Vietnam “sarması”ydı. Güzeldi ama hala favorim Viyana’da yediğimdi.
Mekandan çıkarken insanların bisikletlerini ücretsiz olarak park edbilecekleri duvardaki yönlendirmeleri oldukça sevimli buldum.