27 Temmuz 2016, Çarşamba (Kopenhag)
Saat 9’da dışarıya çıktığımızda kapalı bir hava bizi karşılıyordu. Gelmeden önce yaptığım ufak araştırmada Kopenhag’daki bir plajı gözüme kestirmiş ve yanıma yüzmek için mayo da almıştım. Fakat Şükrü beni yanlış anlamış ve yanına mayosunu değil şortunu almıştı. Bu yüzden tüm gün boyunca havanın ısınmasını ve yüzme hayalleri kurarken Şükrü sürekli “hava kötü Abi yüzülmez” deyip duruyordu.
İlk iş olarak, dün yürürken gördüğümüz kahvaltı tabelalarından birinin önünde durduğu kafeye oturup bir şeyler atıştırmaktı. Çalışanın neredeyse hiç İngilizce bilmemesine şaşırdık ama sonraki günlerde Danimarka ve Norveç’teki bu tarz yerlerde çok fazla “yabancı”nın çalıştığını ve İngilizce bilmediklerini fark edecektik. Bu konuda bir ilginçlik de yine Danimarka ve Norveç’teki lokantaların dışarıda bulunan menülerin büyük bir çoğunluğunda İngilizce olmamasıydı. Ancak içeri girip İngilizce menü isteyerek listeye ulaşabiliyordunuz. Dün gece Viet-Nam Nam’da da benzer bir şekilde içerideki garsondan İngilizce menü isteyip ulaşmıştık.
Kahvaltı tabağında; birer dilim brie, kaşar, jambon, yumurta, reçel, tereyağı, kavun, kuru meyve ve gevrekli yoğurt ile iki dilim esmer ekmek yer alıyordu.
Yemeğin ardından dün gece gördüğümüz Kraliçe Louise Köprüsü’ne (Dronning Louises Bro, 1887) doğru yürümeye başladık. Bu sırada elinde ateş püskürten bir hortumla taşların arasından çıkmış ve sararmış otları yakan bir (muhtemelen) belediye görevlisiyle karşılaşıyorduk. “Garipliklere/yeniliklere” alıştığım için bu sefer daha sakin bir şekilde “İskandinavya’dayım” diye içimden geçirdim.
Forum Kopenhag’ın yanında yer alan Julius Thomsen alanından Aziz Mark Kilisesi (Sankt Markus Kirke / St. Mark’s Church, 1092) çok güzel görünüyordu.
Bir süre daha yürüdükten sonra 3. kez Peblinge gölündeydik. Bu sefer hava kapalıydı ve bulutlara bakılınca açılacak gibi görünmüyordu ama yine de benim aklımda yüzmek vardı!
Kraliçe Louise Köprüsü’nün üstünden geçerek merkeze doğru yürümeye devam ettik.
Köprünün diğer tarafında, üzerinde muhtemelen “Nil” anlamına gelen (çünkü nette hakkında hiçbir şey bulamadım) “Nilen” yazan bir heykel gördük. Figürler ilginçti.
Yürüyüşümüz boyunca bisikletler ve bisikletliler her yerdeydi! Bir dahaki sefere biz de bisiklet kiralamalıyız diye kararlaştırdık.
Aslında FC Kopenhag’ın stadyumu olan Parken’e doğru Sygic’e bakarak ilerliyorduk ama malum program arabalar için yapıldığı için bulunduğumuz yöne göre bizi ters yönde falan zannedip saçmalıyordu. Neden inat ettiğimi anlamasam da bir süre daha programı kullanmaya devam ettim. Bu sırada hiç planlamamış olsak da, Rönesans mimarisiyle inşa edilmiş Rosenborg Kalesi’ni (Rosenborg Castle, 1624) karşımızda bulduk.
Sırada bekleyen onlarca turisti görünce (tıpkı Schönbrunn Sarayı’ndaki gibi) bahçesinde dolaşmaya karar verdik.
Normalde kralın yazlık sarayı olarak inşa edilmiş olan yapının bahçesi, Schönbrunn’un “yüksek şatafatına” sahip olmasa da gayet güzel ve sadeydi. Birkaç gün sonra Oslo’daki Kraliyet Sarayı’nı (Royal Palace, 1849) ve bahçesini gördükten sonra, kuzeye neden “sade” dediklerinin anlayacaktım.
Bir süre bahçede dolaşıp pinekledikten sonra yürüyüşümüze devam ettik. Bu sırada hem stadyuma gitmekten, hem de Sygic’i kullanmaktan vazgeçtim ve Google mapi kullanmaya başladım.
Bir süre sonra kanal turlarının yapıldığı noktadaydık. Daha önce zamansızlıktan ve hava koşullarından ötürü Amsterdam’da tekne turuna binmeyen ama Brugge’daki tekne turuna binip bayılan biri olarak “denemeliyiz!” diye Şükrü’ye teklif götürdüm. O da beni kırmadı.
İlk gördüğümüz tur şirketi 1 saatlik tur için 80 Danimarka Kronu isterken hemen çaprazdaki tur şirketi yine 1 saat için 40 Danimarka Kronu istiyordu. “E, o zaman 40!” dedik ve biletlerimizi alıp kuyruğun en arkasına geçtik.
Çevredeki evler tıpkı Amsterdam’daki kanalları çevreleyen evlere benziyorlardı. O yüzden turdan beklentim oldukça büyüktü!
Fakat bir süre sonra Amsterdam ve Brugge’u andıran birkaç kanal dışında turun çok da acayip olmadığını ama hani zaman varsa yapılabilecek bir şey olduğuna karar verecektim.
Tur sırasında en çok ilgimi çeken şeylerden biri, görmeyi çok istediğim bronz Küçük Denizkızı Heykeliydi (The Little Mermaid, 1913). Fotoğraf çekmek için sırada bekleyen turistler tekneden oldukça enteresan görünüyorlardı.
(Akşamüstü bulmak için bolca uğraşacağımızdan bihaber olarak) tekne turunda gördüğümüz ve daha önce gördüğüm hiçbir kiliseye benzemeyen Kurtarıcımız Kilisesinin (Vor Frelsers Kirke / Church of Our Saviour, 1695) en tepe bölümünde insanları gördüm. Listeye ivedi bir şekilde eklenmeliydi, eklendi!
Sevdiğim kanallar bölümünde birçok güzel köprünün altından geçtik.
Kanalın bazı bölümlerinde “özel mülk” yazan bölümler ise oldukça enteresandı. Zaten hemen üstündeki yola park edilmiş arabalara şöyle bir göz atınca “zenginlik demek ki bu!” diyordunuz.
Tekne turunun ardından kaldığımız yerden yürümeye devam ettik. 1912-1947 yılları arasında Danimarka kralı olan X. Christian’ın Anıtı (Christian X) kısa bir süre sonra bizi karşıladı.
İlk yurtdışı deneyimim olan Milano’da sadece tahta ve kumdan yapılmış olan çocuk parkını gördükten ve hayran olduktan sonra, her yurtdışına gittiğimde karşılaştığım çocuk parklarına uzaktan da olsa göz atmayı çok seviyorum. Sankt Annæ üzerinde bulunan ve içerisinde ufak tırmanma alanlarının bulunduğu çocuk parkı da oldukça güzel görünüyordu. (Bu fotoğrafı çektikten birkaç gün sonra aslında tehlikeli bir iş yaptığımı fark ettim. Zira özellikle İskandinavya’da çocukların olduğu bir yerin fotoğrafını ya da videosunu çekerseniz ve fark edilirseniz anında ebeveynler tarafından oldukça sinirli bir şekilde “neden çekiyorsunuz?” sorularına muhatap olabiliyordunuz. Aklıma Danimarka yapımı Onur Savaşı (Jagten / The Hunt) geldi.)
Güzel sokaklar arasında yürürken kendimizi Danimarka kraliyet ailesinin sarayı olan Amalienborg’da (1760) bulduk. Tam ortasında Amalienborg’un kurucusu 5. Frederick’in (Frederick V of Denmark) atlı heykelinin durduğu saray 4 farklı yapıdan oluşuyordu.
Saraydan çıkıp yürüyüşe devam ederken “görmemişler” olarak ilk kez elektrikli Tesla marka bir araba görüp şaşkına döndük. Zira çok havalı görünüyordu. (Sonraki günler o kadar çok gördük ki, sınıf atladığımızı bile düşünmeye başladık.)
Saat 3,5 civarlarında Şükrü’nün fotoğraf makinası ve benim cep telefonumun bataryasının, yoğun kullanımdan ötürü tükenmek üzere olduğunu fark edip, Kafferiet’e oturduk. Kahve siparişi verdik ve makinaları şarj etmek için prizlerini kullanıp kullanmayacağımızı sorduk.
Madem bekleyecektik; garson kıza dolaşacağımız yerler hakkında bir sürü soru sorduk, o da oldukça sevimli bir şekilde hepsini cevapladı ve önerilerde bulundu.
Kafede zaman geçirirken paramızın azaldığını fark edip en yakın döviz bürosunu sorduk. Sabah üzerinden geçtiğimiz Peblinge gölünün diğer ucunda yer alıyordu. Şarj işleri sürerken zaman kaybetmemek için Şükrü’nün telefonunda Google maps açtım ve navigasyonun yönergeleriyle yürümeye başladım. Fakat bir sonra aletin yanlış yön gösterdiğini fark edip sokağın başına geri döndüm. Diğer sokağa girdim ama bir kere daha aletin saçmaladığını görünce yoldan birine telefondaki haritayı gösterip yardımcı olmasını rica ettim. Yardımlarından ötürü 3 kere teşekkür ettim ve 2 km sonra döviz bürosunun önündeydim. İşlemi bitirdim ve kafeye geri döndüm.
Telefonlarımızın şarjı da tam olduğu için artık Küçük Denizkızına doğru ilerleyebilirdik. Kısa bir süre sonra, 1800’lerin son çeyreğinde kentte artan İngiliz nüfusu için yapılan Aziz Alban Anglikan Kilisesinin (St. Alban’s Church, 1887) nefis yansıması önümüzde duruyordu.
Köprüden geçince (elbette bu ayrıntıyı gezerken bilmiyordum) Kuzey Avrupa’da en iyi şekilde korunmuş yıldız kalelerden biri olan Kastellet’in (1662) içine giriyorduk.
Günümüzde Danimarka askeriyesinin kullandığı yapının içi ve çevresi gayet güzel ve simetrikti.
Yazıyı hazırlarken Google mapsten 1624-1830 yılları arasında kullanılan kaleye baktığımda, dolaşırken neden burayı çok muntazam ve simetrik bulduğumu anladım! (3 yıl sonra bu kalenin şekil olarak bir benzerini Groningen’de yer alan Bourtange‘da buldum. maps’ten kalenin şekline bakınca burasıyla birebir aynı olduğunu gördüm. İlginçti!)
Kaleden çıktıktan sonra önce limanın içinden geçip denize ulaştık. Ama umduğumuz yerde değildik. Daha da kötüsü limanın diğer tarafındaydık. Yani geldiğimiz yere kadar yürüyüp diğer taraf geçmeliydik.
Ve sonunda, bir kayanın üstünde oturan Küçük Denizkızına ulaştık.
Bronz heykel o kadar naif ve güzel görünüyordu ki çok sevdim!
(Yazıyı hazırlarken heykelin 1960’ların ortalarından günümüze kadar birçok Vandal saldırıya uğradığını öğrenip oldukça şaşırdım. 24 Nisan 1964’te aralarında Danimarkalı sanatçı Jørgen Nash’inde bulunduğu Sitüasyonist hareketi üyeleri tarafından heykelin kafası kesilip kaçırılmış. Bir daha bulunamayan kafa yerine sonraları bir benzeri yapılarak eklenmiş. 22 Temmuz 1984’te heykelin sağ kolu kesilmiş ama iki gün sonra iki genç tarafından kol getirilip teslim edilmiş. 1990’da kafasını kopartmak için boyun bölümüne 18 santimlik derin bir kesik açılmış. 6 Ocak 1998’de bir kere daha kafası kesilip çalınmış. Suçlu hiçbir zaman bulunamasa da kafa, kısa bir süre sonra bir televizyon istasyonunun yanına bırakılmış. Heykel 10 Eylül 2003’de bir patlayıcıyla havaya uçurulmuş. Bir süre sonra denizde bulunan heykelin bilek ve dizinde patlamadan ötürü delikler olduğu anlaşılmış. 2004’de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş çalışmalarını protesto etmek için heykele çarşaf giydirmişler. Mayıs 2007’de bir kere daha Müslüman giysileri ve başörtüsü takılmış. Bunlar dışında heykel birçok kez boyanmış. Bunlardan birinde; 8 Mart 2006 Dünya Kadınlar Gününde heykelin eline yeşil boyayla bir dildo çizilerek altına “8 Mart” notu düşülmüş.)
Kalabalığın dinmesini bekledikten sonra fotoğraflarımızı çekindik ve geldiğimiz yola doğru ilerledik.
Önce bir markete uğrayıp yiyecek içecek bir şeyler aldık. Bunlardan biri, birçok farklı çekirdeğin, susamın ve tahılı barındıran bir tür ekmekti. Kısa bir süre sonra yağmur bastırdı. Bu yüzden bir apartman girişine oturup hem ekmeği, hem de diğer yiyeceklerle içecekleri mideye indirdik.
Bir sonraki durağımız Kafferiet’deki garson kızın, şehri yüksekten görebilmemiz için önerdiği Döner Kule (Rundetaarn / Round Tower, 1642) idi.
Kule astronomik gözlemler için Danimarka kralı IV. Christian (Christian IV of Denmark) tarafından inşa edilmişti.
En yüksekten Kopenhag’ı görmek gerçekten çok güzeldi.
İlk anda aklıma Brugge’daki Belfart Çan Kulesi gelmişti.
Kuleden çıktıktan sonra son durağımız olan Kurtarıcımız Kilisesine doğru yürümeye başladık.
Saatten ötürü muhtemelen kapanmıştır diye düşünsek de en azından kiliseyi görmek istiyorduk.
Christiansborg Sarayı’nın (Christiansborg Palace, 1928) önce avlusundan sonrasından da önünden geçerek yürümeye devam ettik.
Girişte yer alan, vahşice öldürülen ayı heykeli oldukça iç burkucuydu.
Bir süre sonra, öğlen tekne turunda geçtiğimiz ve Amsterdam’daki kanallara benzettiğim yerdeydik.
Fotoğraf çekip etrafa bakınırken, yiyecek ve içeceklerle dolu masanın çevresinde takılan ve gün batımının tadını çıkaran “şanslı” insanların olduğu ufak tekneleri görüp imreniyorduk.
Sonunda kiliseye ulaştık ama tahmin ettiğimiz gibi kapalıydı.
Akşam saat ilerlemişti ve acıkmıştık. Grillen Christianshavn’a oturduk ve garson kızın önerisiyle hafif acılı ve ekşimsi Güney Afrika biberi peppadewli hamburger söyledik. Gayet lezizdi.
Yemek yediğimiz yer Kopenhag’ın en enteresan bölgelerinden biri olan, özerkliğini ilan etmiş “Özgürşehir Christiania”daydı. Fakat çok hızlı hareket ettiğimizden olacak neredeyse hiçbir “farklı” ya da özel bir şey gör(e)medik.
Yemekten sonra dönüşe yolunda ilerlerken deniz kıyısında gördüğümüz “tekne hotel”, %11’lik Carlsberg, mürver çiçeği ve limelı Somersby dönüş yolunun enteresan notlarındandı.
Gece saat 1 olmasına rağmen birçok marketin açık olması da çoğu Avrupa şehrinde bulunmayacak bir nimetti.
Eve vardığımızda endomondo benim 31 ve Şükrü’nün 27 km yürüdüğümüzü söylüyordu. Şükrü’nün deyimiyle, yarın yokmuş gibi yürümüştük!
Yatağa uzanırken; Kopenhag’ı gördüğüm ve birkaç gün de olsa havasını soluduğum için kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyordum.
28 Temmuz 2016, Salı (Kopenhag, Rydboholm)
Sabah saat 8’de kalkıp hazırlanırken, kaldığımız evin sahiplerinden Heidi, dün üşüyüp, üşümediğimizi sordu. Ben de “evet biraz soğuktu” deyince güldü ve “aslında şanslısınız çünkü Kopenhag’da hava genelde hep daha soğuk ve kapalıdır” dedi.
Çantaları alıp tam evden çıkarken, iki adamla göz göze geldik. Elinde anahtarlar olan adam doğrudan bana bir şeyler söylemeye başladı. Anlamadığımı söyleyince İngilizce olarak bulunduğumuz dairenin kaç numara olduğunu sordu. O sırada Heidi geldi ve “siz kimsiniz?” dedi. Adam, “Kopenhag’da bir sürü evim var ve sormakta olduğum adres de evlerimden biri ama anahtarla bir türlü kapıyı açamadım. Bu yüzden teyit etmek istedim” dedi. Haliyle otobüs garına doğru yürürken gündemimiz bu “cool” cümleydi!
Atıştırmak için aldığımız içeceklerden biri ravent suyuydu. Şükrü meyve suyunu görünce heyecanlanmış ve Göran’ların raventli kek yaptıklarını ve çok güzel olduğunu anlatmıştı. Tadı ekşi-tatlı olan içeceğin ferahlatıcı ve güzel bir lezzeti vardı. (Türkiye’ye döndükten sonra Defne’nin Zürih’ten alıp bana gönderme inceliğinde bulunduğu çikolatalardan birinin raventlı-çilekli olması da oldukça şaşkınlık vericiydi!)
Hava düne göre güneşli görünüyordu, o yüzden “tüh bugün de Kopenhag’da olsaydım kesin yüzerdim!” diye içimden geçiriyordum ama saat 10 gibi otobüs terminaline vardığımızda hava kapanmıştı “ooh!” dedim. 🙂
Planım Öresund köprüsünden geçişi daha net görmek ve kaydetmek için ilk sıraya oturmaktı. Bu yüzden otobüste yer numarası olmadığını düşündüğüm için biraz çiğlik yapıp en öne geçtim ve beklemeye başladım. Bir süre sonra önce şoför sonrasında bilet işlemlerini yapan görevli geldi. En önde otobüse bindim ama ilk 3 sırada “rezerve” yazan kâğıtlar duruyordu. Bu yüzden orta sıralarda bir koltuğa oturduk fakat otobüs hareket ettiğinde en ön koltuklar boştu. Gidip birine oturdum. Havaalanındaki otobüs istasyonunda durduğumuzda sadece iki orta yaşlı çift otobüse bindi ve doğrudan oturduğum yeri gösterip “burası bizim” dediler. Neyse ki yandaki koltuğa sulanan biri yoktu. Ben de oraya geçip Öresund köprüsünden geçişi “en önden” izlemeyi ve kaydetmeyi başardım. Buyurun;
Köprüyü geçtikten sonra İsveç polisi tarafından pasaport kontrolü yapıldı. Bugüne kadar sadece Budapeşte’den Viyana’ya trenle geçerken Avusturya sınırında pasaport kontrolü yapılmıştı. (Akşam Leyla Abla bu uygulamanın Avrupa’dan gelen göçmenlerin büyük bir bölümünün Danimarka üzerinden olduğu için yapıldığını söyleyecekti.)
Danimarka’dan ayrılırken hava koşulları nedeniyle denize girememiş olmamın buralara bir kere daha gelmek için bir bahane olacağını düşünüyordum!
Malmö’deki bir kazadan dolayı Göteborg’a 25 dakika geç geldik. Bu yüzden de Boras otobüsümüzü kaçırdık. Şoföre durumu anlattığımızda, “biletlerinizi gösterip Boras otobüslerinden birine binin” cevabını aldık. Çantaları alıp otobüslerin arasında yürümeye başladık. Amacımız Boras yazan bir otobüs bulmaktı. Ama tam bu sırada İngilizce bir anons yapılarak “bu alanda” yürümenin yasak olduğu söylendi. Gördüğümüz bir görevliye sorarak sonunda istasyona girmeyi başardık. Normalde terminal ile otobüs peronları arasında kapılar bulunuyordu ve bu kapılar sadece otobüs yanaşıp yolcu indirdiğinde ya da bindirdiğinde açılıyordu. Sonuçta “İskandinavya’daydık.”
İçerideki ekrandan Boras’a giden ilk otobüsü bulup perona oturduk. Otobüs geldiğinde şoföre durumu anlatıp elimizdeki bileti gösterdik. Şoförün 30’larında esmer ve güneş gözlüklü oldukça ciddi görünümlü bir kadın olması Boras’a doğru yol alırken muhabbet konularımızdan biriydi.
Boras otobüs/tren garının girişindeki kayalıkta bulunan “kayak yapan adam” heykelini ilk kez fark ediyordum.
Bir süre soluklandıktan sonra geze geze Rydboholm otobüsüne bineceğimiz durağa doğru gitmeye başladık.
Şehrin her yerine yayılmış heykeller oldukça güzel görünüyorlardı.
Bunlardan en ilgi çekici olanı nehrin içine yapılmış olan heykeldi.
Merkeze doğru yürürken gelen müzik seslerinden bugünün Perşembe olduğunu ve iki gün önce gördüğümüz sahnede konser olduğunu anladık. Solisti ve geri vokalleri Afrikalı olan bir grup sahne alıyordu. Bir yandan onları dinlerken bir yandan da satın aldığımız geyik jambonlu sandviçi mideye indiriyorduk.
Bir süre sonra otobüs durağına geldiğimizde Rydboholm’e saatte bir otobüs olduğunu ve bir öncekini 15 dakikayla kaçırdığımızı öğrendik. 45 dakika durağın çevresinde takıldıktan sonra evimize ulaştık.
Akşam yemeğinin ardından hemen internetin başına geçtik ve 1130 İsveç Kronuna (394 TL) Oslo’ya 2 kişi gidiş dönüş otobüs bileti aldık. Ardından da airbnb’den bir gece için 246 TL ödeyip bir stüdyo daire kiraladık ve anahtarı nasıl alırız diye ev sahibine mesaj gönderdik.
Uykuya dalarken “bakalım Oslo nasıl bir yer!” diye aklımdan geçiriyordum!
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…