25 Temmuz 2016, Pazartesi (Rydboholm, Boras)
Sabah 8.30’da uyanıp önce yaban mersinli yoğurdu ardından da yolda gördüğüm ahududuları mideye indirdim. Pek leziz bir kahvaltıydı doğrusu!
Dünkü gibi önce ana yola çıktım ama bu sefer sola değil de sağa dönüp yürümeye başladım. Dün gece yıldızlara bakmak için Stefan’la arabayla ilerlerken gördüğüm Rydboholm Kilisesine gitmek istiyordum.
Yolda ilk ilgimi çeken şey, ayı heykellerinin bulunduğu parkın yanındaki durgun suyu kaplayan nilüferler ve üzerlerindeki beyaz çiçekleriydi. Aklıma Leyla Ablanın bir önceki gece, “durgun sulardaki nilüferler beyaz, akıntılı sulardaki nilüferler ise sarı çiçek açarlar” sözü geldi.
Yürüyüşüm sırasında Viskan’ı gören açıklıklarda durup nehri izliyordum.
Yolculuğum sırasında gördüğüm evlerin neredeyse her biri diğerinden daha güzeldi. Bahçeleri, çocuklar için oyun alanları, küçük heykelleri, süslemeleri harikuladeydi!
Yaklaşık 3 km ilerledikten sonra çiçeklerini sulayan bir adam görüp kiliseyi sormaya karar verdim. Adam önce şaşırdı sonra “kilise diğer tarafta” diyerek geldiğim yolu işaret etti. Ben de mapsi açtım ve yerini göstermesini rica ettim. Kilise gerçekten de Leyla Ablaların evinin dibindeydi!
Geldiğim yolu tekrar yürürken evlerin arasından geçtim. Güzel havanın da etkisiyle olacak her şey o kadar güzel görünüyordu ki insanın içi gidiyordu!
Nehrin kenarındaki kiliseye ulaştığım an aklıma 2 yıl önce Şükrü’nün çektiği nefis fotoğraf geliyordu!
İsveç’in tekstil merkezi olan Boras’a 10 km uzaklıktaki Rydboholm tekstil fabrikası şirketi tarafından 1852’de kulesiz olarak ahşaptan inşa edilen kilise zaman içerisinde birçok değişikliğe uğramış.
Kilisenin tam önüne kurulmuş 2 tane çadır ve oltaları görünce hemen bizimkilere “kamp yeri buldum!” diye mesaj attım. Eve dönüp kampçılardan bahsettiğimde Leyla Abla oldukça şaşırdı. Çünkü merkezi bir yerde kamp yapmak ve balık tutmak için özel izin almak gerektiğini onun da oldukça zor olduğunu söyledi.
Kahvaltının sürprizi, Göran’ın masaya getirdiği ve İsveç’te geleneksel olarak Noel’de yenen soslu Baltık ringa balığıydı. Kahvaltıda yemek ilk aşamada ilginç gelse de özellikle sarımsaklı ve tatlı-ekşi soslu olanlar oldukça lezzetliydi.
Kahvaltıdaki ilginç şeylerden biri de İsveççede Hjortron adı verilen, turuncu ahududuna benzeyen ve birkaç gün sonra Oslo’da meyve olarak da tadına bakacağım rubus chamaemoruslu yoğurttu. Çok lezizdi.
Saat 15.30’da kısa süreli de olsa yağmur yağmaya başladı. Yağmur dindikten sonra bisikletlere atlayıp Boras’a doğru yol almaya başlamıştık ki Şükrü sabah gördüğüm “ayılı” parkta beni durdurdu ve “otomatik çim biçme makinasını” gösterdi. Makine sensörleri yardımıyla kendisine tanımlanan alanda çim biçiyor ve işi bitince ya da bataryası azalınca şarj olacağı yere gidip enerji depoluyordu! Efsaneviydi!
Boras’a doğru bisiklet sürdüğümüz yol, sabah yürüdüğüm yol olduğu için yabancılık çekmiyordum. 10 km sonra Boras’taydık.
Şehrin neredeyse her yerinde heykeller bulunuyordu. Benim favorim; üzerinde gocuk bulunan ufak çocuk heykeliydi.
Heykeldeki çocuğun baktığı parkta bir süre nefeslenip yanımızda getirdiğimiz atıştırmalıkları mideye indirdikten sonra yönümüzü Gustav Adolfs kilisesine çevirdik.
1906’da inşa edilmiş olan kilise oldukça heybetli görünüyordu.
Bisikletle merkeze ulaştığımızda bizi yamultulmuş bir kaşık heykeli karşılıyordu. Fotoğraf çekmeden önce ufak bir kızın kaşığın içine uzanıp poz vermesi de pek hoştu doğrusu.
Boras Belediyesi her Perşembe günü bu alanda konser düzenliyordu. Bu yüzden de alanda bir de konser için sahne yer alıyordu.
Akşam oynanacak İsveç lig maçı için Elfsborg taraftarları üzerlerinde formalarıyla dolaşmaya başlamışlardı bile. Aslında ilk plana göre bu maça da gitmeyi istiyordum fakat sonraki günler neler yapacağımızı bilmediğimiz ve araştırma yapmak için az zamanımız kaldığı için bu planı rafa kaldırdık.
Boras geniş parkları, yeşil alaları ve heykelleriyle oldukça şirin bir şehir.
Dönüşe geçtiğimizde şiddetli bir sağanak yağmaya başladı. En azından yağmur azalana kadar sığınacak bir yer aramaya başladık ki karşımıza %3,5 üstü alkollü içeceklerin satıldığı ve devletin sahibi olduğu Systembolaget’lerden (Sistem Şirketi) biri çıktı. 20 yaşından küçüklere satışın yapılmadığı dükkân 1800’lerin başından bu yana alkolle mücadele etmeye çalışan İsveç’in son uygulamasıydı.
Dönüş yolunda birkaç kez nehrin kenarında durup bakındık.
Eve ulaştığımızda endomondonun ekranında “25 km sürmüşsün” yazıyordu ki yeni bir rekor daha kırmıştım! Hindistanlı çalışanın yaptığı Hint usulü bol baharatlı et ve pilavı afiyetle mideye indirdikten sonra Kopenhag, Stockholm ve Oslo’ya nasıl gideceğimiz konusunda araştırma yapmaya başladık. Uçaklar ucuz olsa da havaalanı şehir merkezi arasındaki ulaşım çok pahalıydı, tren ise şehir merkezlerindeki gara gitse de bilet ücreti pahalıydı. Bu yüzden ancak bir şehir seçip oraya gideceğiz gibi görünüyordu. Morallerimiz bozulmuştu. Fakat Stefan’ın, “bir de otobüslere baksanıza” önerisi hayatımızı kurtardı! Daha önce yurtdışında hiç şehir ya da ülkeler arasında ulaşım için otobüs kullanmadığım için hiç aklıma gelmemişti. nettbuss.se’den 2 kişi için gidiş dönüş olmak üzere 934 Krona (325 TL) Boras – Göteborg – Kopenhag biletlerimi aldık! Bu rakam, 2 kişi Stockholm havaalanından şehir merkezine (40 km) gidiş dönüş tren ücretinden bile azdı!
İkinci iş olarak ilk kez Yunanistan’da kullandığımız ve çok memnun kaldığımız airbnb’den kalacak bir yerler bakınmaya başladık. Bir süre sonra, 2 kişi 2 gecelik 466 TL’ye tren garına 4 km uzaklıktaki bir evin odasını kiralamıştık. Anahtarı nasıl alacağımız konusu ise oldukça esrarengizdi. Çünkü evin sahibi Kopenhag’a varacağımız saatte evde olmayacaktı. Bu yüzden, ilk olarak apartmanın giriş kapısının yanındaki siyah demir kapının önündeki 2 gri tuğlanın arasındaki apartman anahtarını bulacak ardından en üst kata çıkıp paspasın altından dairenin anahtarını alıp içeri girecektik!
26 Temmuz 2016, Salı (Kopenhag)
Sabah kalkıp kahvaltı yaptıktan ve çantaları hazırladıktan sonra Göran bizi Boras otobüs istasyonuna bıraktı. (Sonraki günler İskandinavya’da otobüs istasyonlarının hep tren garlarına bitişik olduğunu öğrenecektik.)
Otobüsün gelmesine 15 dakika vardı, o yüzden ilk iş olarak bir görevli bakındık ama bulamadık. O yüzden beklemekte olan birilerine danışarak, mor bir nettbuss otobüsünün geleceğini ve ona binmemiz gerektiğini öğrendik. Öyle de oldu. İşin garip yanı ise bize yardımcı olan siyahi elemanın Stockholm yerine bizim Göteborg otobüsüne binmeye çalışıp şoförle tartışması ve Stockholm otobüsünü kaçırmasıydı. İsveççe konuştuklarından ayrıntıyı anlamasak da kısaca olayın özeti bu şekildeydi! Eleman bize yardım ettiği için üzülmüştük doğrusu.
2 katlı otobüsle önce Göteborg’a doğru yol aldık. Şehir merkezine girdiğimizde 4 şeritli yolun orta iki şeridi tampon tampona giderken sağ ve sol şeritler vızır vızır akıyordu. Otobüsün neden ısrarla yan şeride geçmediğini bir süre sonra anladık. Sağ ve sol şeritler, sağ ve sola dönecek arabalar içindi ve biz düz devam ediyorduk! “İskandinavya’dayım” diye düşündüm. (Gerçi benzer bir olayı Hengelo’da Twente maçından çıktıktan sonra da yaşamıştık. Sağa dönüşü kapatmamak için kimse sağ şeridi kullanmıyordu. Bu yüzden de düz gidecek olanlar sol şeritte uzunca bir kuyruk oluşturmuşlardı!)
Göteborg’da Nils Ericson otobüs terminaline vardığımızda hava 22 derece idi ve gayet güzel görünüyordu. Çantaları aldık ve hemen yandaki Kopenhag’a giden otobüsün önüne geldik. Şükrü girişteki görevliye koltuk numaramız var mı diye sormak isterken, “koltuğunuz var mı?” kıvamında bir soru sordu. Yaşlı adam önce bir duraksadı sonra tane tane, “evet, koltuğumuz var!” dedi ve kahkaha attı. Biz de ona eşlik ettikten bir süre sonra hatamızı fark edip doğru soruyu sorduk. “İstediğiniz boş bir koltuğa oturabilirsiniz” dedi.İlk amaç Malmö ile Kopenhag arasındaki efsanevi Øresund / Öresund köprüsünü net olarak görebilmek için en öndü ama malum oralar doluydu. O yüzden biz de ortalardan bir yere kurulduk.
Yemyeşil doğanın içinden güneye doğru yol almaya başladık.
Yolculuğun bir bölümünde tuvaleti kullanmak istedim ama bir türlü kapıyı açmayı başaramadım. Önce içeride birinin olduğunu düşündüm ama içeride biri olmadığı belliydi. Tekrar zorladım ama nafile! Koltuğuma dönüp durumdan Şükrü’ye bahsettim. O da gitti denedi ama “ı-ıh!” Tuvaletin yanındaki koltukta oturan orta yaşlı kadına sordu. Kadın, nasıl açıldığını bilmediğini ama biri içeri girip çıktığında el sallayarak haber verebileceğini söyledi. Bir süre sonra yolculardan biri kapıyı açıp rahat bir şekilde içeri girdi! Olayı anlamıştık. Adam işini bitirip dışarı çıktığında kadın eğlenceli bir şekilde kolunu sallıyordu. Yanına gidip teşekkür ettim ve tuvalete girmeyi başardım. (Benzer bir yolculuk yapacaklar için belirtmekte fayda var; sanırım otobüsle yolculuk etmenin tek kötü yanı, tuvalet kalitesinin tamamen şansına olması.Örneğin bu otobüsteki tuvalet hem çok kötü kokuyordu hem de suları akmıyordu. Ama sonraki otobüsler gayet pırıl pırıldı.)
İlk ilgimi çeken yer (eğer arabayla gelseydik stada da gitme planı yaptığım) 15 yıl önce Gençlerbirliği’nin UEFA Kupası’ndaki rakibi olan Halmstadt’dı. Ama ne yazık ki otobüsün geçtiğimiz yoldan stadyum görünmüyordu.
Otobüsün ilk durağı, deniz kenarındaki Helsinborg’du. Feribot iskelesi, tren ve otobüs garları yan yanaydı. Deniz kenarındaki şehir, güneşli havada nefis görünüyordu ki birkaç gün sonra Leyla Abladan buranın gezilesi bir şehir olduğunu öğrenip “ilerisi için” notlarıma ekleyecektim.
Bir sonraki durağımız, ilk kez adını Beşiktaşlı Recep’in kendi kalesine attığı efsanevi golle duyduğumuz Malmö’ydü.
Malmö’nün içinden yolumuza devam ederken aklımdan, “buralara bir de arabayla gelip uzun uzun dolaşmak gerek” diye geçiriyordum. Malmö’den çıkarken aynı zamanda Şükrü ile en çok merak ettiğimiz yer olan Öresund köprüsüne de giriş yapıyorduk.
8 km uzunluğundaki köprü, dünyada birçok ilke imzasını atmıştı ama bizim için en ilgi çekici özelliği yarısının deniz üstünden diğer yarısının ise deniz altından geçiyor olmasıydı. 2000 yılında açılan köprüden geçişi kaydetmek istiyordum ama en önde oturmadığımız için bu dileğimi gerçekleştirmedim.
Köprüden geçtikten sonra ilk durak Kopenhag Havaalanındaki otobüs terminaliydi.
İndirme bindirme işlemlerinin ardından sonunda tam saatinde yani 18.40’da Kopenhag tren istasyonundaydık. İlk ilgimizi çeken şey yüzlerce park edilmiş bisikletti ki aslında bu daha başlangıçtı!
İlk hedefimiz dolaşa dolaşa Ærøvej, Frederiksberg’de kiraladığımız eve ulaşmaktı ki bir süre sonra aslında merkeze doğru gittiğimiz fark ettik. Bir süre yürüdükten sonra karşıdan karşıya geçerken, üzerinde iki kırmızı ve bir yeşil lamba bulunan yayalar için trafik lambasını görüp afalladık. Neden kırmızıdan iki tane olduğunu bir türlü bulamasak da yazıyı hazırlarken yaptığım araştırmada bunun sebebinin, hem renk körlerinin anlamasını kolaylaştırmak, hem de kırmızı lambalardan birinde sorun olması durumunda diğerinin yayalara yardım etmesi olduğunu öğrendim ve bir kere daha “İskandinavya’daydık” diye içimden geçirdim!
Daha iki kırmızı lamba şaşkınlığını üzerimizden atamadan kısa bir süre sonra şarja bağlanmış park halinde bir elektrikli araba görüp “İskandinavya’dayız!” dedik. (Kopenhag ve özellikle Oslo’da yüzlerce park halinde elektrikli araba görüp şaşıracaktık çünkü arabaların daha önce hiç görmediğimiz tasarımları ve bildiğimiz bir marka bile olsa elektrikliler için yeniden tasarlanmış logoları vardı.)
İçerisinde kocaman bir lunaparkın da bulunduğu Tivoli Bahçelerinin yanından geçtikten sonra Kopenhag Şehir Meydanına ulaştık.
Yeni metro çalışması nedeniyle meydanın bir bölümü kapalıydı.
Jens Olsen’s World Clock (1955), Kopenhag Belediye Binası (Copenhagen City Hall, 1905), Ejderha Çeşmesi (Dragon Fountain, 1904-1923) ve Lur Çalgıcıları heykelinin (Lure Blowers) sardığı meydan pek güzel görünüyordu.
Bir süre nefeslendikten ve etrafı inceledikten sonra yeniden yola koyulduk.
Eve gidiş yolunda Peblinge gölünün üstünden geçen Gyldenlovesgade’nin gölü gören banklarından birine oturup soluklandık. Gölde yüzen kuğular, ördekler, etraftaki evlerin ve ağaçların göle düşen yansımaları, kenardaki parkurlarda koşan, yürüyen ya da bisiklete binen insanlar “şehircilik!” dersi veriyorlardı. “Keşke bir gün belediye başkanları da gelip şehirciliğin ne demek olduğunu görseler!” dedik.
Merkezden uzaklaştıktan sonra bile sokaklardaki evlerin tarihi ve hoş görüntüleri devam ediyordu.
Yolculuğumuz boyunca arabadan çok bisikletli görmek, arabaların her daim önceliği bisikletlere bıraktığını görmek ve trafikteki herkesin tam anlamıyla kurullara uyduğunu görmek bizlerin Türkiye’de ne kadar ilkel bir sistemde yaşadığımızı yüzümüze haykırıyordu. Derin bir iç çektik!
Adrese ulaştığımızda ev sahibinin verdiği direktifleri uygulamaya başladık. İlk önce apartman girişinin solundaki siyah demir kapıyı ve önündeki iki gri taşı bulduk. Aralarında saklı anahtarı alıp apartmana girdik ve en üst kata çıktık. “Doğru renkler”e sahip Kırmızı-Siyah paspasın altından da evin anahtarını aldık ve sağ salim içerideydik!
Danimarka’da evlerin ufak olduğunu daha önceden duyduğum için “kutu gibi” ev beni hiç rahatsız etmedi aksine çok hoşuma gitti. Ne ısıtma sorunu olurdu ne de temizlik 🙂 Evdeki tüm prizlerin üzerinde yer alan ve elektriği açıp kapatmaya yarayan priz oldukça enteresandı. E normal sonuçta İskandinavya’daydık!
Odaya yerleşip duş aldıktan ve bir süre dinlendikten sonra doğrudan dışarı çıktık.
Adım başı market vardı. İçeriye girip kahvaltılık, içecek ya da çikolata bakınıyorduk. Bunlardan birinde (her yeni ülkede yaptığım gibi) görevliye “hangileri lokal bira?” diye sordum. Adam Carlsberg ve Tuborgları gösterdi. Ben de “anlamadı herhalde” diye düşünerek sorumu tekrarladım. Adam bir süre bana baktı ve ardından Kings marka bir bira gösterdi. O sırada Şükrü bana dönüp, “Abi Carlsberg ve Tuborg Danimarka markası biliyorsun dimi?” dedi. “Yani adam doğru anlamış sorumu!” dedim güldüm.
Birkaç içecek satın alıp parayı uzattığımda kasiyer önce kâğıt parayı alıp kasaya koydu sonrasında da elimdeki bozuklukları alıp tam önünde duran kumbara gibi görünen aletin içine attı (ki sonradan aslında bozuk paraları müşterilerin bu makinaya atması gerektiğini öğrenecektik) ve akabinde normal kasa işlemlerini yaptı. İşlem bittikten sonra para üstünün kâğıt bölümünü elden, demir para üstünü ise az önce para attığımız makinadan aldık. Kısacası kasiyer bozuk parayla ilgili hiçbir işlem yapmıyordu! “İskandinavya’dayız” dedik.
Bir yandan yürürken bir yandan da akşam yemeği için bir yer bakınıyorduk ve sonunda “geleneksel Danimarka mutfağı” kıvamında herhangi bir tabela görmeyeceğimize kanaat getirip Viet-Nam Nam adında bir Vietnam lokantasına oturmaya karar verdik.
Menüye göz geçirdikten sonra garsonun geleneksel Vietnam yemeği önerileri doğrultusunda çıtır kral karides, çıtır tavuk ve pirinç noodlelı etli “springrolls” söyledik.
Yiyecekler nefisti. Yanlarında gelen acı-tatlı sos, fıstık sos ve havuç ile turptan yapılmış sirkeli ve muhtemelen zencefilli sos yemeğe oldukça lezzet kattı.
Yemeğin ardından hesabı istemek için hazırlık yaparken aklıma Viyana’da yediğimiz nefis rol geldi ve fotoğrafını garsona gösterip “var mı?” diye sordum. “Evet, onlar summerrolls” dedi. Sipariş ettik.
Viyana’dakinin vejetaryen olduğunu unuttuğumdan roll karidesli geldi. Sevmediğim nadir şeylerden biri olan taze kişnişleri içerisinden çıkarınca Viyana’dakiler kadar olmasa da leziz bir yiyecekti. 4 parça doyurucu yemeğe toplam bahşişle beraber 300 Danimarka Kronu (104 TL) verdik ki gayet makul bir rakamdı.
Yemeğin ardından ilk durağımız, akşam bir süre soluklandığımız Peblinge gölüydü. Bir süre koşan, yürüyen ya da bisiklete binen insanları izledikten ve laklak ettikten sonra Kopenhag’ın en ünlü yerlerinden biri olan ve tam karşımızda bulunan Kraliçe Louise Köprüsü’ne (Dronning Louises Bro, 1887) doğru yürüdük. Saat 12’ye geliyordu ve ellerinde içeceklerle bir sürü insan muhabbet ediyor, oturuyor ya da yürüyorlardı. Biz de bir süre onlar gibi takıldık ve sonrasında Şükrü’ye dönüp, “merkeze doğru mu yoksa diğer taraf mı doğru yürüyelim?” diye sordum. “Diğer tarafa” dedi. Bir süre sonra daha sakin sokaklar arasındaydık. Genelde sadece gençler toplanmış muhabbet ediyorlardı. Ben de Şükrü’ye dönüp, “bizi gettoya getirdin!” diyerek takılıyordum.
Apartmanların giriş katlarındaki dairelerin büyük bir çoğunluğunda perde olmaması ve içerisinin görünüyor olması, nerdeyse ilk iki katı demirlerle çevrili ve hem tül, hem de perdeleri özellikle geceleyin kapalı olan Türkiye’deki evleri düşününce oldukça enteresan geliyordu.
Gece 1,5 gibi uykuya dalarken Kopenhag’ı çok sevdiğimi düşünüyordum…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…