“Bu yaz nereye gitsek” diye düşünürken benim aklımdan, birkaç yıldır olduğu gibi yine, Kanada geçiyordu ama bu geçiş çok kısa sürdü çünkü maliyeti düşürmeye karar verdik. O yüzden iki seçenek üzerinde ısınma turlarına başladım. Biri Portekiz’de birkaç şehir + Azorlar diğeri ise Yunanistan’dı. Sinem ve eşi geçen yıl Halkidiki’ye gitmiş ve döndüklerinde bayıla bayıla anlatmışlardı. Ben de hedef olarak bu bölgeyi seçtim ve nereye gidilir, nerede kalınır türünden sorulara cevap aramaya başladım. Dışarıda oturduğumuz bir gece konu Yunanistan’a geldi ve yıllarca oralarda yaşamış olan Atilla “oralar hem çok turistlik hem de malum bu yıl Ruslar Türkiye yerine oralara akın edecek. O yüzden bir gün oturalım, haritamızı açalım ve ben size çok az kişinin bildiği çok güzel yerler söyleyeyim” dedi ve gönüllerimize taht kurdu!
Bir akşam buluşmasında Atilla ve eşi Ayşe anlattı, bizler de not ettik ve son kararımızı Yunanistan’dan yana kullandık.
İlk iş olarak uçak bileti bakınmaya başladık. Ankara-İstanbul-Atina kişi başı 950 TL civarı bir rakamdı. Eğer THY gidiş Pegasus geliş tercih eder ya da çok uzun süre İstanbul’da beklemeyi göze alırsak rakam 750 TL civarına düşüyordu. Son kararı vermek için 10 Mayısta gidiş dönüş istikametlerini ve tarihleri yazıp ara butonuna tıkladık. Önümüze sürekli aynı rakamlar geliyordu. Biz de birer gün kaydırarak yeniden arama yapıp şansımızı deniyorduk ki, 6 – 13 Temmuz için Ankara’dan kişi başı 237 TL‘yi ekranda görünce donakaldık! Birkaç kez yer ve tarih adlarını kontrol ettikten ve her şeyin doğru olduğuna karar verdikten sonra hemen satın aldık. Kişi başı (o da uzun süre beklemeyi göze alırsak) minimum 750 TL ödemeye karar vermişken 2 kişi Ankara’dan direk Atina’ya gidiş dönüş 475 TL’ye biletlerimizi almıştık! Sabah uyandığımızda birbirimize, “gerçekten aldık mı biletleri?” diye takılıyorduk. Her şey güzel başlamıştı.
12 Mayıs’ta vizeye başvurup 16 Mayıs’ta aldıktan sonra sırada, daha önce taslağını çizdiğimiz güzergâhı netleştirmek, kalacağımız yerleri ayarlamak ve araba kiralamak kalmıştı. Ufak tefek şeyler hariç, 23 Mayıs’ta kalacağımız yer ve araba kiralama işlerini de tamamladık ve günleri saymaya başladık.
9 Haziranda, son günlerde bolca yaşadığımız rötar ve iptallerden biz de nasibimizi aldık ve Ankara – Atina seferinin iptal olduğunu öğrendik. Artık uçuşumuz Ankara – İstanbul – Atina şeklindeydi ve saatleri daha da erkene çekilmişti. Ankara’dan tüm Atina uçuşları iptal edilmişti ve İstanbul aktarmalı olarak tek kişi gidiş geliş ücreti 1026 TL idi! Olayın tek pozitif yanı bizden ekstra para talep etmemeleriydi.
24 Haziran’da da araba kiraladığımız şirketten arayıp, “kiraladığınız Toyota Splash’ı geldiğiniz tarihte temin edemeyeceğiz, bunun yerine 150 TL daha fazla verirseniz…” dediler. Geçen yıl Saraybosna havaalanında benzer bir şey yaşadığımız için “tüm araba kiralama şirketleri aynı herhalde” diye birbirimize bakındıktan sonra rezervasyonumuzu iptal ettirip başka bir şirketten, “bakalım bunlar da aynısını yapacak mı?” diye aklımızdan geçirirken, biraz daha ucuza Nissan Micra kiraladık.
Yolculuğa tam bir hafta kala bu sefer de, 08.25’deki Ankara – İstanbul uçağımız iptal edildi ve saat 06.25’teki başka bir uçuşa geçirildik.
Bunların dışında yola çıkma tarihi yaklaştıkça aklımızı kurcalayan en büyük soru; Pire – Naxos arasındaki feribot bileti idi. Çünkü 2 yolcu ve bir araba ile bu yolculuğu yapmanın bedeli yaklaşık 250 Euro, yani tüm yolculuğun en pahalı kalemi, idi. Bir de buna ek olarak Monemvasia’dan 300 km yaptıktan sonra feribota binip yaklaşık 6 saat yolculuktan sonra adaya gece yarısı varmak ve bir tam gün kaldıktan sonra, son günümüzde öğlen Atina’ya geri dönme fikri bizi yormaya başlamıştı. Bu yüzden 30 Haziran’da Naxos’daki ev rezervasyonumuzu iptal ettirip adada geçireceğimiz iki gün yerine, Porto Heli’de olmaya karar verdik.
28 Temmuz’da İstanbul Atatürk Havaalanında 44 kişinin hayatını kaybettiği vahşi terör saldırısı nedeniyle uçuşlarda birçok aksama yaşanmaya başladı. Bizim uçuşun da nasıl olacağı konusu, tarih yaklaştıkça kafamızda büyüyen en büyük soru işaretiydi ama elbette elden bir şey gelmiyordu bu yüzden yaşayıp öğrenecektik.
6 Temmuz 2016, Çarşamba (Atina)
(1 Dolar: 2,9266 TL – 1 Euro: 3,2401 TL)
Bizle aynı saatlerde Amerika’ya uçacak olan Evrimle birlikte sabah 3.30’da, ayarladığımız transfer ile Esenboğa’ya gittik. Yurtdışı çıkış harcını alıp İstanbul uçağının kalkacağı kapıda beklemeye başladık. Kısa bir süre sonra Evrim yanımıza gelip uçaktaki arıza nedeniyle uçuşun iptal edildiğini, bu yüzden de bizle İstanbul’a geleceğini oradan da THY ile Amerika’ya uçacağını söyledi.
İstanbul’a indikten sonra ilk iş olarak Aegean’ın bankosuna gidip cam kenarı bir yer ayırttık. Bu arada görevli Ankara’dan geldiğimizi öğrenince, “iyi ki geldiniz, bagajınız bağlatılmamış görünüyor” dedi. “Vay arkadaş!” dedik, çünkü Ankara’daki görevliye özellikle bağlamasını rica etmiştik.
Aegean hava yollarının peynirli börek ve zeytinli, hafif tatlı-tuzlu kurabiye ikramı çok lezzetliydi. Yaklaşık 1 saatlik yolculuğumuz sırasında birçok adanın üstünden geçtik.
Bazıları gerçek çok güzel görünüyorlardı. Uçak iniş yaptıktan sonra yolcuların alkışlamaları da daha önce rastlamadığım bir şeydi.
Pasaport kontrolüne gittiğimizde bir görevlinin gişenin durumuna göre insanları tek tek gişelere yönlendirmesi çok güzel bir uygulamaydı. Sıra bize gelip pasaportları uzattığımızda görevli kısa bir süre pasaporta ve akabinde bize ardından da vizelere bakıp damgayı bastı ve pasaportu bize uzattı. İtalya’daki pasaport kontrolünden sonraki en hızlı kontrolü yaşamıştım.
Bavulları almak için ilerlerken havaalanının beklediğimden çok daha küçük olduğunu fark ettim. Kiraladığımız arabayı teslim alacağımız Eurocar’ın ofisini bir türlü bulamayınca, elinde şirketin logosunu tutan adama yaklaşıp derdimizi anlattık o da, “aradığınız kişi benim!” dedi ve kahkaha attı. Servisle yaklaşık 5 dakika uzaklıktaki ofislerine gidip arabayı (Nissan Micra) teslim aldık. Tam işlemler tamamlanırken görevli, ufak çizik ya da eziklerin her biri için 150 Euro aldıklarını bu yüzden 70 Euro karşılığında ful koruma almamızı önerdi. “Yine bir para tuzağı!” diye düşünsek de “tamam” dedik ve parayı ödedik.
Arabaya atlayıp, Atina’nın merkezinde bulunan ve 31 kilometre uzaklıktaki kalacağımız yere doğru tekerlekleri döndürmeye başladığımız an, tatilimiz de resmen başlamış oldu! Radyoyu açtığımızda çalmaya başlayan Yunan şarkıları o kadar çok hoşumuza gitti ki, “tüm yolculuğumuzda radyo dinleyebiliriz!” dedik. Her şey çok güzel başlamıştı.
Zeytin ağaçları, bodur ağaçlar ve kısa bitki örtüsüyle Atina, egedeki yerleşim şehirlerimize benziyordu. Araba kiralarken sormayı unuttuğum şeyi, otobana yaklaşırken hatırladım ama cevabı trafik işaretlerden öğrendim; nakit olarak otoban ücreti ödenebiliyordu. İlk ödemeyi yaptıktan sonra aldığımız fişte gördüğümüz %24’lük katma değer vergisi bir süre muhabbet konumuz oldu zira ilk kez bizdeki %18’lik vergiden daha yüksek bir oran uygulayan bir yer görmüştük!
Şehrin merkezine yaklaşınca Türkiye’dekine benzer bir trafikle karşılaşıyorduk. Ama burada daha önce hiç görmediğim kadar çok motosiklet vardı ve sivrisinekler gibi her an, her yerden karşınıza çıkabiliyorlardı. O yüzden oldukça ürkütücüydü. Bir süre sonra arabaları unutup tüm aynalardan sürekli olarak motosikletleri etmeye başlamıştı.
Saat 12.30 civarında airbnbden ayarladığımız Karatza, Atina’daki evin önündeydik ama hiçbir park yeri görünmüyordu. Ev sahibimiz Marianna’yı aradığımızda, toplu taşımalarda grev olduğu için park yeri bulmanın zor olduğunu ama kendi arabasının yanında bir yer ayırdığını söyledi.
Arabayı park edip Marianna ile eve geçtiğimizde büyülendik. Çünkü evin konumu, içi, bahçesi, terası ve normalde “hizmetin” içinde yer almayan, Marianna’nın meyve, kahvaltılık, içecek jestleri çok iştah açıcıydı.
Marianna’dan anahtarı alıp eve yerleştikten sonra birkaç saat dinlendik. Bu sırada sokaktan geçen ve Türkiye’deki gibi megafonla sebze meyve satan araba ve televizyonu açtığımızda Yunanca altyazılı Kara Sevda dizisini görmek de gayet ilginçti.
Saat 4 gibi hazırlandık ve Akrapolis’e doğru yürümeye başladık. Sokaklar, evler ve ağaçlar çok güzel görünüyordu.
“Yukarıdaki Şehir” anlamına gelen ve klasik dönem Yunanistan’da şehirlerin kurulduğu tepeye verilen ad olan Acropolis’in yanına geldiğimizde bizi ilk karşılayan 161 yılında inşa edilmiş olan heybetli taş tiyatro Odeon of Herodes Atticus’un dış duvarıydı.
20’şer Euro Acropolis bileti alıp harikulade şehrin büyük dış sütunlarının (propylaion) arasından geçerek tepeye ulaştık.
İlk gördüğümüz Odeon’un iç yüzüydü.
Tepeden şehrin bembeyaz evlerle donatıldığını görmek de oldukça güzeldi.
Biraz ilerleyince yukarıdan şarap tanrısı Dionysus’a adanan ve onun adını taşıyan dünyanın ilk taş tiyatrosunu (Theatre of Dionysus, M.Ö. 6.yy) ve Olympian Zeus Tapınağı’nın (Olympian Zeus Temple, M.Ö. 6.yy) sütunları görünüyordu.
Oldukça görkemli görünen Parthenon (M.Ö. 438) ve Erechtheion’un (M. Ö. 421) etrafında dolaştık ve bol bol şehri tepeden seyretmenin zevkine vardık.
Bir süre mola verip yanımızda getirdiğimiz meyveleri mideye indirdikten sonra Akropolis’in yanından aşağıya doğru inerek Dionysus tiyatrosuna ulaştık.
Tiyatronun basamaklarından birine oturduk ve bir süre çevreyi inceledik. Oturduğumuz yerin tam 2600 yıl önce yapılmış olduğunu düşünmek bile tüylerimizi ürpertiyordu.
Tam karşımızda bulunan figürler ve oraya doğru yürüdüğümüzde daha net gördüğümüz, basamakların en başında yer alan taştan “VIP” koltukları gerçekten çok enteresandı.
Tiyatrodan sonra 5’er Euro’ya bilet alıp hemen karşıda yer alan Acropolis müzesine gittik. Acropolis’te bulunan tüm eşyalar, takılar ve heykeller burada sergileniyordu.
Müze eski şehrin bir bölümünün üzerine kurulduğu için hemen girişte şehrin bir kısmını görmek ve turnikeleri geçtikten sonra içeriye doğru yürürken üzerinden geçtiğimiz cam köprünün altında eski şehrin sokaklarından birini görmek inanılmaz heyecanlandırıcı bir sunumdu!
Müzede yer alan heykellerden bazılarının eksik kısımlarının replikalarının bir materyalle ya da çubuklarla tamamlanmış olması, bazı heykellerin yanında daha ufak ya da daha büyük tam replikalarının yer alması ya da heykelin ilk yapıldığında gerçekte ne renkte olduğunu gösteren ibareler çok etkileyiciydi. Aklıma, Anıl’ın nişanlısı Güneş’in birkaç ay önce Roma ve Yunan heykellerini günümüzde beyaz görmemize rağmen aslında renkli olarak yapıldığını ama renklerini yitirdikleri bilgisi geldi.
Müzede dolaşırken zaman zaman eski şehrin içinde yürüdüğünüzü ve Acropolis’in tam halinin içinde dolaştığınızı düşünmek de etkileyici bir histi.
En üst katta Acropolis’in tarihini anlatan kısa bir belgesel izledik. Şehrin özellikle heykellerinin önce Persliler tarafından ardından Hristiyanlar tarafından sonra da Müslümanlar tarafından yıkılması, Parthenon’un önce kilise sonra camiye çevrilmesi ve sürekli olarak tahrip edildiğini izlerken, insan ırkının var olduğu süre boyunca sürekli olarak “eskiyi yıkıp kendininkini yapmak” üzerine kodlandıklarını düşünüyordum!
Müzeden çıktıktan sonra Olympian Zeus Tapınağı’na açılan Hadrian geçidine (Arch of Hadrian) doğru yürüdük.
Atina’nın yoğun trafiği ve her yerden çıkabilen motosikletleri vızır vızır geçidin önünden akıyorlardı.
Olympian Zeus Tapınağı’nın müze girişine gittiğimizde kapandığını öğrendik ve akşam yemeği için Akropolis’e doğru yürümeye başladık.
Lokantaların önünden geçerken Türkiye’deki turistik yerlerden alıştığımız gibi, sokaktan geçenlere laf atıp içeriye buyur ediyorlardı. Bunlardan biri (muhtemelen) Alkaralar tişörtündeki Gençlerbirliği logosundaki Ankara yazısını okuyup bana “Ankaragücü!” dedi ben de “hayır” dedim. “Gençlerbirliği?” dedi. Gülümsedim!
Sokaklarda dolaşa dolaşa ev sahibemizin önerdiği Drakou’ya ulaştık ve gözümüze kestirdiğimiz Skoumbri’ye oturup, kızarmış morina balığı, kalamar tava, tarama, Babacım uzo sipariş edip üzerine gelen ikram karpuzu yedikten sonra günümüzü gayet leziz bir şekilde tamamladık ve eve geçtik.
7 Temmuz 2016, Perşembe (Atina)
“Meraklı tatilci” olarak sabah 7’de kalkıp hem az güneş, hem de tenha bir şekilde şehri görmek için sokaklara döküldüm.
İlk plan hemen evin dibinde yer alan ve Acropolis’i karşıdan gören Philopappos Anıtı’nın (Philopappos Monument, M.Ö. 116) yer aldığı tepeye tırmanmaktı. Ortalıkta kimseler yokken anıta doğru tırmanırken güneşin anıt tarafından doğduğunu düşlüyordum ama hüsrana uğradım. Güneş tam karşıdaydı ve Akropolis karanlık görünüyordu.
Anıtın ve şehrin tepeden görünüşünün birkaç fotoğraf çektim ve inişe geçtim.
İkinci plan dün gittiğim ama ters ışıkta yakalandığım Hadrian geçidiydi (Arch of Hadrian). Bu sefer ışık tam istediğim gibiydi. Uzak doğulu bir turistin yardımıyla fotoğraf çekindim ve yolculuğuma devam ettim.
Gitmek istediğim üçüncü yer 1896’daki ilk Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapan Panathenaic Stadyumu’ydu (Panathenaic Stadium, M.Ö. 566). Bu yolculuk sırasında kongre ve sergi merkezi Zappion’un (1874) önünden geçiyordum.
Kısa bir süre sonra Amerikalı öğrenci kafilesinin binlerce fotoğraf çekindiği Panathenaic stadyumunun önündeydim.
Bir diğer adı “Güzel mermerli” anlamına gelen Kallimarmaro olan stadyumun ovalliği ve mermer basamakları gerçekten çok heybetli görünüyordu.
Stadyumun ardından karşıya geçip Ulusal Bahçe’nin (National Garden) girişindeki heykellerin fotoğraflarını çektim. Saat 9’a geliyordu ve verdiğim “2 saate dönerim” sözünde durabilmek adına bahçeye girmeden doğrudan dönüş yoluna koyulurken, bir yandan da aklımdan son gün tekrar Atina’ya geleceğimiz için, o gün bahçeyi dolaşmayı geçiriyordum (ama maalesef bu düşüncem gerçekleşmedi).
Kahvaltılık bir şeyler almak için dün evin yakınlarında gördüğüm marketi bir türlü bulamayınca yoldan geçen birine sordum ve beni ufacık bir bakkala yönlendirdi. Kahvaltılık bir şeyler aldım ve eve dönüp güzel bir kahvaltı yaptık.