29 Temmuz 2016, Cuma (Oslo)
Sabah 7.30’da kalkıp Leyla Ablanın önerisiyle çantamıza içecek ve yiyecekler stokladık. 8.15’te Stefan bizi Boras otobüs garına bıraktı. Birkaç gün önce aynı yerden otobüse bindiğimiz için ipler bizim ellerimizdeydi! Bu yüzden “cool” bir şekilde sallana sallana durağa geldik ve beklemeye başladık. Kısa bir süre sonra durağa gelen otobüsün şoförü, Kopenhag’a bizi götüren ve Şükrü’nün, “koltuk var mı?” sorusunu sorduğu şofördü. Gayet havalı bir şekilde bizi tanıdığını düşünerek şaka yaptık ama adam haliyle bizi hatırlamadı!
Göteborg’da otobüsten inip Oslo otobüsüne geçtik. Tuvaletin kapısını açmaktan tutun da içerideki butonlara kadar otobüsteki her ayrıntıyı çok iyi biliyorduk. Bir nevi havalıydık!
İsveç-Norveç sınırının bulunduğu Svinesundsbrua köprüsünden geçerken şoför “sınıra geldik, lütfen pasaportlarınızı hazırlayın” diye anons yaptı. Bir süre polisi bekledikten sonra otobüsün birden hareketlenip yola devam etmesiyle afalladık. O an şoför gülerek, “bugün şanslı günümüz!” dedi. (Fotoğraftaki köprü ise eski Svinesundsbrua.)
13.10’da Oslo’daydık. Otobüsten inip terminalin içindeki “merkez” tabelalarını takip ederek dışarıya çıktık. Pilestredet Park’ta kiraladığımız eve 2 km uzaklıktaydık. Kopenhag’daki ilk gecemizde bizi “gettoya” sokmuş olsa da Şükrü’ye bir şans daha verip “sağa mı, sola mı?” diye sordum. “Sağ” dedi. Sağa doğru yürümeye başladık. Haliyle bir süre sonra gettoydadık! Önce market depolarının olduğu bir yerden, sonra otoban vari işlek bir yoldan ve son olarak da mezarlıktan geçtik. Şükrü, “Abi döndüğümüzde Oslo’nun gettosunu görmedik demeyiz!” diyordu. Bu arada tıpkı Kopenhag’daki gibi yaylar için olan trafik lambalarında ikişer tane kırmızı ışık bulunuyordu. Sonuçta İskandinavya’daydık!
Hausmanns caddesinden eve doğru ilerlerken, üzerinde kırmızı-siyah bir bayrağın dalgalandığı işgal evi gördük. Üzerinde “kapitalist cennetinizi biliyoruz” ya da “direnmek paha biçilemezdir” sloganların bulunduğu apartmanın fotoğrafını çekerken birkaç genç bir süre bizi kestikten sonra muhtemelen “neden çekiyorsunuz?” babında Norveççe bir şeyler söylediler. Yolumuza devam ettik.
Pilestredet Park aslında bir siteydi ve çok güzel görünüyordu. Sitenin hemen girişinde bulunan çocuk parkındaki büyükçe yılanlar da oldukça ilginç görünüyorlardı.
Ev sahibimiz dün akşam attığı mesajda, evin 2. katta soldan 2. kapı olduğunu söylemiş ve anahtarları kapının çaprazındaki sofadaki kilitli kutunun içinde olduğunu söyleyip kutunun şifresini iletmişti. Apartmanın önüne geldiğimizde içeri girmek için bir de apartman anahtarına ihtiyacımız olduğunu anladık. Ev sahibini aradım ve bahsettiği kilitli kutunun yukarıda değil apartmanın karşısındaki bir bankta olduğunu anlayıp teşekkür ettim. Bahsettiği kutu banka kilitlenmiş olarak duruyordu. Şifre ile anahtarlara ulaştık ve önce apartmana ardından da eve girdik. Bu arada (daha sonradan posta kutularına da bakarak teyit ettiğim üzere) apartmanda kapı numaraları bulunmuyordu! Bir kere daha “İskandinavya’dayız” diye geçirdim içimden.
Bir oda ve bir banyo/tuvaletten oluşan stüdyo ev çok şirin görünüyordu. Sahibi Alman bir öğrenci olduğundan evin her yerinde Almanya’yla ilgili bayraklar, yapıştırmalar, resimler ve kupalar bulunuyordu.
Bir gizemi daha çözmenin vermiş olduğu rahatlıkla evde bir süre pinekledik ve akabinde marketten aldığımız ekmek, jambon, geleneksel balık ezmesi kaijar, avokado ve Leyla Ablalardan aldığımız çedar peyniri, İsveç peyniri ve Philadelphia krem peynirinin yardımıyla sandviçler hazırlayıp kendimizi Oslo sokaklarına attık.
İlk planımız Leyla Ablanın “içerisinde onlarca heykel var, kesinlikle görmelisiniz!” dediği Vigeland Park’tı. Mapsten ona doğru ilerlerken Norveç milli marşı, “Evet, bu ülkeyi seviyoruz”un (Ja, vi elsker dette landet) bestecisi Rikard Nordraak’ın anıtına ulaştık.
Anıtın hemen karşısında yer alan “yeşil duvar” oldukça ilgi çekiciydi. Her iki tarafında sukulent benzeri bitkilerin bulunduğu duvar, bir yandan çevre kirliliği azaltmayı, bir yandan da etraftaki böcekleri kendine çekerek biyolojik çeşitliliği korumayı amaçlıyordu. İçerisindeki su tankı sayesinde otomatik olarak bitkiler sulanıyordu ve sistemin ihtiyaç duyduğu enerji de duvarın üstündeki güneş panellerinden sağlanıyordu. Alışmış bir şekilde içimden “İskandinavya’dayım!” diye geçirdim.
Yeşil duvar aynı zamanda Norveç Kraliyet Sarayı’nın (Royal Palace, 1849) bahçe girişinde bulunuyordu. Turistler ve insanlar çimlere yayılmış muhabbet ediyor, bir şeyler atıştırıyor ya da muhabbet ediyorlardı. Biz de öyle yaptık; önce bir süre çimlerde pinekledik ardından da yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri mideye indirdik.
Tüm yıl boyunca halkın ziyaretine açık olan ve bu özelliğiyle Avrupa’daki tek saray olan kraliyet sarayının hemen önünde kral XIV. Charles’ın (Charles XIV John of Sweden) atlı heykeli bulunuyordu.
Üzerinde bulunduğumuz parkı tanıtan bilgi levhasına göz gezdirirken, “Lütfen çimlerin üzerinde yürüyün. Ağaçlara sarılın. Tadını çıkarın!” notunu gördüğümüzde şaşırmadık çünkü malum “İskandinavya’daydık.”
Notu okuduktan sonra özellikle çimlerde yürüyüp tadını çıkartmaya başladık! Gerçekten nefisti!
Bahçenin bazı yerlerinde eski kraliyet üyelerinin fotoğrafları yer alıyordu. İlginç olan ise fotoğrafın tam çekildiği yerde bulunmasıydı.
Parkın içinde çocuklar top oynuyor, insanlar çimlere uzanmış kitap okuyorlar ya da laklak ediyorlardı. Bahçedeki gezimize devam ederken “2016 Bakliyat Yılı” ile ilgili bir tabela gördük. Tabelanın hemen yanında birçok farklı bakliyatın ekili olduğu ufak bir bahçe bulunuyordu. Bakla olduğunu düşünerek kopardığım bakliyatın bezelye olduğunu fark edince kendimden geçtim çünkü bebek bezelyeydi ve haliyle tadı nefisti!
Ama asıl ilginç olan hemen arkada yer alan siyah kabuklu bezelyeydi. Ondan da bir tane kopardım. Tapılası bir tadı vardı! (Yazıyı hazırlarken bitkinin gerçek adını not etmediğimi fark ettim. “Siyah kabuklu bezelye” gibi birkaç arama yaptım ama herhangi bir sonuç bulamadım. Belki bezelye değildi ama tadı bebek bezelye benziyordu.)
Ağaçların üzerinde asılı olan broşürlerde böcekler ve karıncalar hakkında bilgilendirici notlar yer alıyordu.
Bahçede bir de ufak göl bulunuyordu ki girişte yer alan fotoğraftan kışın buranın buz tutuğunu ve buz pateni yapıldığını anlıyorduk.
Sarayın bahçesinden çıkıp Vigeland’a doğru ilerlerken geçtiğimiz sokaklardaki arabaların ve evlerin ultra lükslüğü başımızı döndürüyordu.
Bir ara organik ürünler satan bir market görüp içeri girdim. İlk ilgimi çeken şey, birkaç yıl önce Fransa’dan gelen sürülebilir “Hindistan cevizi yağı“ydı. Kahvaltıda tüketiriz diye düşünerek hemen bir tane attım sepete. (Türkiye’ye gelip denediğimizde nefis ötesi olduğunu görecektim.)
Dükkanın yanındaki manavda, birkaç gün önce kahvaltıda içtiğim yoğurdun içinde bulunan ve “turuncu ahududu”na benzeyen rubus chamaemorus vardı. Merakla tadına baktım ama ahududundan farklı değildi.
450 bin metrekarelik bir alanda bulunan Frogner parkının (Frognerparken) içinde, Norveçli heykeltıraş Gustav Vigeland’ın 1920-1943 yılları arasında yaptığı heykellerin sergilendiği dünyanın en büyük heykel parkı olan Vigeland “Heykel” Parkı bulunuyor.
Ana heykele doğru yürürken ilk olarak sağlı sollu onlarca heykelin bulunduğu bir köprüden geçiyorsunuz.
Kadın, erkek ve çocuklardan oluşan heykellerin çıplak olmasından ötürü ilk aşamada afallasanız da bir süre sonra heykellere, cinsiyetinden bağımsız olarak “insan” olarak baktığınızı fark ediyorsunuz ki aslında bu da “medeniyet”in başlangıcını oluşturuyor!
Köprüyü geçtikten sonra önünüze insan ve ağaçlarla birleştirilmiş heykellerin yer aldığı bir çeşme çıkıyor.
Ana heykele açılan kapının üstünde erkek figürleri yer alıyor.
Bir sürü insanın üst üste dizilmesiyle oluşan ana heykel oldukça ihtişamlı görünüyor.
Ana heykelin etrafında ise yine “insan yaşamını” konu alan bir sürü nefis heykel bulunuyor.
Ana heykele açılan diğer kapının üstünde ise kadın figürleri yer alıyor.
Parkın son bölümünde ise insanların oluşturduğu bir çember heykeli bulunuyor.
Frogner parkından çıktığımızda saat 18 olmuştu. Amacımız devlet tarafından müzelere tahsis edilmiş olan Bygdøy yarımadasındaki Viking müzesine gitmekti.
Kopenhag ve Oslo’da bir sürü elektrikli araba gördük ki haliyle hepsi çok farklı tasarımlara sahip oldukça havalı arabalardı. Yarımadaya doğru adımlarken yanından geçtiğimiz parkta da şarja bağlanmış iki tane elektrikli araba vardı. Biri yanlış anımsamıyorsam havalı bir Nissan’dı ama diğeri oldukça eski bir Peugeout 106’ydı! Yolculuğumuz boyunca “eski arabalar elektrikli arabaya dönüştürülebiliyor mu?” diye birbirimize sorduk durduk.
Yarımadanın ana karaya bağlandığı yerin her iki yanında da teknelerin bağlandığı yatlar bulunuyordu.
Adaya girdikten sonra araba yolu yerine patika yolu tercih edip ormanın içinden ilerlemeye başladık. Ağaç kovuklarından birinde yer alan tilki fotoğrafı çok yaratıcı görünüyordu!
Gün boyu gördüğümüz tüm parklarda olduğu gibi burada da koşan ya da yürüyen insanları görmek mümkündü.
Ormanlık alandan çıktığımızda yemyeşil bir alan bizi karşılıyordu. Normalde Viking müzesi için ana yoldan devam etmeliydik ama sağ tarafta bulunana başka bir müzenin tabelasını görünce (saati unutup!) dolaşa dolaşa devam ederiz diye düşünüp o yöne doğru yürümeye başladık.
Bir süre sonra yemyeşil nefis bir alandaydık. Kuş sesleri arasında ilerliyorduk ama herhangi bir müze tabelasını görmüyorduk. Bu arada hafif hafif yağmur çiseliyordu.
Muhtemelen ilk gördüğümüz tabelada anlatılan müze sağımızda kalan evlerdi ama herhangi bir tabela olmaması gerçekten ilginçti. Saate baktık ve muhtemelen kapalı olacağını düşünerek yürümeye devam ettik. Kısa bir süre sonra ufak bir plajdaydık. Kapalı hava ve hafif rüzgâra rağmen bir adam ve bir kadın yüzüyorlardı.
Bir süre sonra adam çocuğunu da denize soktu. Kopenhag’da hava koşulları ve zamansızlıktan ötürü yüzemediğim için Oslo’ya mayo getirmemiştim. O yüzden oldukça pişmandım. Çünkü yanımda olsaydı kısa bir süre bile olsa yüzmeyi çok isterdim.
Aşağıya inip elimi sokarak suyun sıcaklığına baktım. Hafif soğuk ama yüzülesiydi! İyice içim gitti. “Bir dahaki sefere” diyerek bir süre bankta oturup nefeslendikten sonra geriye doğru yürümeye başladık.
Viking müzesinden uzaklaşmıştık ama daha da kötüsü saat 19’a gelmişti. Yani gitsek bile müze kapalı olacaktı. O yüzden önce eve gidip ardından akşam yemeği için dışarıya çıkmaya karar verdik.
Yarımadaya geldiğimizde duyduğumuz gibi dönüş yolunda da müzik sesleri geliyordu. Çadırların olduğu yere doğru yürüdük. “Müzik festivaliyse katılırız belki” diye düşünüyorduk. Alandaki görevliye sorduğumuzda çadır kampının ve müzik festivalinin 14-16 yaş arası öğrenciler için yapıldığını öğrendik.
Dönüş yolunda 7-Eleven’da bir mola verip limitli üretilmiş olan fındık eklenmiş snickers ve soğuk kahve içtik.
Evler, sokaklar yine çok “zengin” ve ferah görünüyordu.
Frogner Kilisesinin (Frogner Church, 1907) önünden geçerken yağmur çiseliyordu. Bir markete girip Türkiye’ye götürmek için ilgimi çeken birkaç farklı “berili” reçel aldım.
Oslo’nun her yerinde kiralanabilir bisikletler vardı. Fakat bunu kullanmak için önce telefonunuza bir aplikasyon kuruyor ardından kredi kartınızı tanımlıyordunuz. Bisikleti alırken aplikasyonu kullanıyor ve siz bisikleti iade edene kadar saat başı kredi kartınızdan para çekiliyordu. Önce içimden “İskandinavya’dayız!” diye geçirdim sonrasında da Şükrü’yle bir dahaki sefer bisiklet kiralayıp onla dolaşmanın daha akıl karı olduğuna karar verdik.
Bir lokantanın önünden geçerken müşterilerden biri yanındakine, “bizim buraların yazı bu!” diyerek Norveç’teki hava koşullarını anlatıyordu. Diğeri de, “sizin yazınız, bizim ise sonbaharımız bu!” diyerek sıcak bir yerden geldiğini söylüyordu. Muhtemelen Türkiye’de aynı saatlerde sıcaklık 35 civarı idi ama burası 19-20 derece, kapalı ve hafif yağmurluydu. Aklıma Temmuz’un ortasında gittiğimizde 19 derece civarı olan ve daha dengesizi, birkaç saat yakıcı güneşin ardından saatlerce yağmurun yağdığı ve sonradan tekrar güneşin açtığı Viyana geliyordu. En azından burada o “dengesizlik” yoktu! “Yaz ayı da sonbahar gibi yaşanıyordu o kadar” diye düşündüm.
Dönüşte tekrardan Kraliyet Sarayı’nın bahçesinden geçtik.
Eve ulaştığımızda endomonda, “tüm gün boyunca 23 km yürüdünüz” diyordu.
Normalde dışarıda akşam yemeği yemek istiyorduk ama yolda o kadar çok atıştırmıştık ki canımız hiçbir şey istemiyordu. Bu arada sağlam bir sağanak yağmur başladı. Bir süre beklesek de dinecek gibi görünmüyordu. Oslo’da sadece bir gecemiz olduğu için merkeze doğru yürümeye başladık. Kırmızı-siyah bir bayrağın üzerinde dalgalandığı başka bir işgal evi gördük.
Deniz kenarına kadar indik ama yağmur bir türlü dinmiyordu. Birkaç yerde mola verip etrafı izledik ve gece 1 gibi dönüşe geçtik. Bir ara Şükrü’nün yanına Benjamin adında kafası iyi bir genç geldi. Bir süre muhabbet ettikten sonra yakınlarımızda bulunan Heidi adındaki bir gece kulübünde masalarının olduğunu söyleyip ısrarlı bir şekilde bizi davet etti. Şükrü’nün “sadece yürürüz” diye eşofmanlarla dışarı çıkmış olması ve ağır “homeless” görünmesi, benim ise bol yağmur yemiş olmasından bağımsız olarak Benjamin’in kafasının iyi olmasından çekinip teklifini geri çevirdik. Aklıma Norveç’e gelmeden önce gördüğüm bir bloggerın yazdığı “Norveçliler soğuk diyorlar. Kesinlikle katılmıyorum!” cümlesi geldi. Bu olaydan sonra bizler de “kesinlikle katılmıyorduk!”
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…
Rydboholm, Boras, Gamla Ullevi, Göteborg, Kopenhag, Oslo – Bölüm 6’yı okumak için tıklayın…