19 Eylül 2021, Pazar (Kiev)
Sabah 11’de otelden çıkarken aklımızda kruvasanları sandviç şeklinde sunan Lviv Kruvasan’da kahvaltı yapmak vardı fakat otelden çıkıp köşeyi dönünce büyük bir kalabalıkla karşı karşıya kaldık.
Bir süre ilerlesek de sonunda polisler buradan geçemeyeceğimizi söylediği için tekrar otelin sokağına dönüp aşağıya doğru yürümeye koyulduk. Bir süre sonra Shevchenko Parkı ve ona giden tüm yolların polis koridoruyla kapatıldığını yani gitmeyi planladığımız yere ulaşamayacağımızı anlayıp kahvaltı yapacak bir yerler aramaya koyulduk.
Pencerelerinde Cansın’ın almayı çok istediği Ukrayna’nın geleneksel giysilerinin üstündeki kanaviçeli motifleri andıran motifler bezenmiş perdeler bulunan Xlib & Soul’u görüp içeri girince adeta büyülendik. Çünkü hem dekorasyon hem de yiyecekler tam anlamıyla bir Fransız kafesiydi.
2 peynirli kruvasan, 2 dilim ıspanaklı kiş ve 2 sütlü kahveye 195 grivna ödedik ve afiyetle yedik. Hepsi çok lezizdi. Ardından tatlı niyetine 65 grivnaya fındıklı ve çikolatalı kurabiye aldık ama beklediğimiz gibi değildi doğrusu.
Mekanda bir süre takıldıktan sonra dışarı çıktık ve biraz yürüdükten sonra Uber’e atlayıp yaklaşık 4 km uzaklıktaki Ukrayna Ulusal Sanat Müzesi’ne (National Art Museum of Ukraine) gittik. Yolculuk için 65 grivna ödedik ve Uber’in gerçekten güzel bir uygulama olduğunda karar kılıp bundan sonraki planlarımızda kendimizi de perişan etmemek adına uzak yerlerde kullanmaya karar verdik.
Arabadan indikten sonra bir türlü müzenin girişini bulamadık. Ardından bunun nedeninin ön girişin tadilatta olmasından kaynaklandığını fark edip işaretlerin bizi yönlendirdiği arka kapıdan 120’şer grivna ödeyerek müzeye giriş yaptık.
Bugüne kadar gördüğüm en geniş fresk koleksiyonuna sahip olan müzenin ilk bölümü
ve Opanas Rokachevskyi’nin 1860’da resmettiği Yaşlı Bir Köylü Kadının Portresi (The Portrait of an Elderly Woman) gibi birkaç eser dışında müzeyi hiç de doyurucu bulamadık.
Yazıyı hazırlarken bir kere daha “Ukrayna sanatının en önemli heykel, resim başyaptıları bu müzededir” yazısını okuyup bir kere daha şaşırdım.
Belki de biz gittiğimizde sınırlı sayıda eser sergileniyordu kim bilir… Neyse ki birkaç gün sonra gideceğimiz Lviv’deki Ulusal Sanat Galerisi bu eksikliği kapatacaktı. (Gülen surat.)
Müzeden çıktıktan sonra ilk anda girişteki logo ve pankarttan ötürü Dinamo Kiev’in stadyumu olduğunu düşündüğüm fakat sonra Dinamo’nun Olimpiyat Stadyumunda oynadığını öğrendiğim Sport Life Dynamo’yu görüp biraz bahçesinde takıldık.
Kapalı havada bir sonraki durağımız Mariinskyi Sarayı’ydı (Mariyinsky Palace). 1744-1752 yıları arasında Rus Elizabethan barok stilinde inşa edilen saray çok ihtişamlı bir görüntüye sahipti. Günümüzde Ukrayna Devlet Başkanı’nın Kiev’deki resmi tören ikametgahı olan saray gittiğimiz saatlerde kapalı olduğu için bahçesine ya da içine girmedik.
Bu yüzden de sarayın adını taşıyan Mariinskyi parkında dolaşmaya başladık. İçinde güzel bir çeşmesi de bulunan park çok güzeldi.
Parkta dolaşırken kulaklarımıza gelen klasik müziğin sesini takip etmeye karar verdik ve parkın içinde yer alan ufak bir konser alanına ulaştık. 2 keman, bir saksafon ve bir akordeondan oluşan 4 kişilik bir grup klasik besteler çalıyordu. Sonbahar rüzgârları ve uçuşan yapraklar eşliğinde Schubert’den Ave Maria dinlemek çok etkileyiciydi.
Bu müzik ziyafetinin ardından Mariinskyi Sarayı’nın arkasına geçtiğimizde askerler devir teslim töreni yapıyorlardı. Bir süre onları izledikten sonra Cansın, “içimiz üşüdü gidip Chocolate House’da sıcak çikolata içelim” diye nefis bir öneride bulundu. Navigasyonu açıp çikolata evine doğru yürümeye başladık ama bir türlü yapıyı bulamıyorduk. En sonunda burasının aslında çikolatayla ya da yiyecekle hiçbir alakası olmayan Mağribiden Bizans’a farklı tarzlarda heykellerin ve gösterişli iç mekanların yer aldığı, 20. yüzyılın başlarından kalma konak olduğunu anımsadık. Burayı listemize eklerken de isminden ötürü şaşırmış ve binanın “çikolata tabletine benzediği için mi vermişler” demiştim. Kısacası bilebile lades olmuştuk.
Bu sırada denk geldiğimiz bir marketten denemek için Pervak’ın ballı biberli votkası ve Nemiroff’un klasik votkasından ve atıştıracak bir şeyler alıp çantaya ekledik.
Ardından günün son durağı olarak fotoğrafları son derece ilgi çekici olan Gorodetsky / Horodecki House ya da diğer adıyla House with Chimaeras’a doğru yürümeye başladık. Fakat navigasyonun “buradan dönün” dediği sokak demir bir kapıyla kapılıydı ve önünde asker ve polis kontrolü vardı. Anlayamadık. Önce hata olduğunu düşünüp bir süre dolandık ama nafile her türlü buraya geliyorduk. Sonunda yoldan geçen bir kadına sorduk ki o da bu sokağı gösterdi. Polisleri sorunca, “sorun yok girebilirsiniz” cevabını aldık ve girişe yöneldik. Polisler bizi durdurup elimizdeki tripodu sordular. Biz de turist olduğumuzu ve fotoğraf çekeceğimizi söyledik. Tekrar tripodu gösterip “basından mısınız?” diye sordular. “Yok” dedik ten sonra çantamıza baktılar. İçkileri görünce, “burada içki içemezsiniz” dediler. Biz de öyle bir düşüncemiz yok dedik ve içeriye girdik.
Daha sonradan burada neden bu kadar güvenlik olduğunu çok iyi anladık çünkü Gorodetsky Evi’nin karşısında Ukrayna Devlet Başkanı’nın Ofisi yer alıyordu ve 2005’den bu yana da Gorodetsky Evi resmi ve diplomatik törenler için cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılıyordu.
Üzeri hayvan figürleriyle dolu bina gerçekten görülmeye değerdi. Her baktığınızda hayvanlar arasında yer alan başka bir hayvan figürü görüp şaşırıyordunuz. Normalde Polonyalı mimar Władysław Horodecki kendi lüks apartmanı olarak 1901-1902 yıllarında inşa ettiği binayı parasal nedenlerden dolayı elden çıkartmak zorunda kalmış. Ardından defalarca el değiştiren yapı 2000’li yılların başına kadar resmi bir Komünist Parti polikliniği olarak kullanılmış. Bina boşaltıldıktan sonra iç ve dış dekoru tamamen yeniden inşa edilmiş ve Horodecki’nin orijinal planlarına göre restore edilmiş.
Bina ayrıca gerçek adı olan House with Chimaeras’ı Antik Yunan mitolojisine göre ateş püskürten ve birçok hayvanın birleşiminden oluşan hibrid bir hayvan olan Chimaeras’dan değil Horodecki’nin hevesli bir avcı olduğu için İtalyan mimar Emilio Sala tarafından yapılan egzotik hayvanları ve av sahnelerini betimleyen süslü süslemelerden alıyormuş.
Yapı ile Cumhurbaşkanlığı ofisi arasında yer alan ve oldukça yaratıcı oyuncakların bulunduğu çocuk parkı ise ayrıca görülmesi gereken bir alandı. Alanda trombolinler, ahşap oyuncaklar, zıplayan eğilen üzerine binilen hayvanlar, üzerinde müzik yapılmasını sağlayan nesnelerin olduğu birçok yaratıcı oyuncak yer alıyordu. Parktaki oyuncaklar aklıma Viyana’daki Schönbrunn Sarayı’ndaki oyun parkını ve trambolin ise Göteborg Opera Binası’nın yanında görüp büyük bir heyecanla zıpladığım trombolini aklıma getiriyordu.
Boş durur muyum elbette zıplamadan edemedim. (Gülen surat.)
Gezimizin ardından dolana dolana Khreschatyk caddesine doğru yol aldık. İyice acıktığımız için Mimosa: Brooklyn Pizza’ya gittik. İçeride masa yoktu. Dışarısı ise oldukça soğuktu. Biz de bara oturduk ve baharatlı bal ile birlikte sunulan 4 peynirli pizza ve ayrı ayrı mangolu ve Hindistan cevizli bira sipariş ettik.
Baharatlı bal fikri çok güzeldi. Evde de denemeye karar verdim. Pizza ise Ankara’da Il Forno’da yediğimiz pizzalar kalitesindeydi. Biralardan ise mangolu Tuborg’un Frederik serisinde yer alan India Pale Ale’e benziyordu ve güzeldi ama Hindistan cevizli fazla koyu bir tada sahip olduğu için meyvenin tadından eser bile yoktu.
Gelmeden önce yaptığımız araştırmada birçok kişi Napolyon ve Kiev pastası denemeden geleni dövüyorlar diyordu. Biz de deneyelim dedik. Bu yüzden yakınlardaki The Cake’e oturduk. Kiev pastası yoktu biz de Napolyon söyledik. Ama gerçekten hiçbir numarası yoktu. Lviv’de de Kiev pastasını denedik ki onda da bence bir numara yoktu. Hani bir gün liste yaparsanız ve denk gelirse deneyin elbet ama özellikle aramaya değecek şeyler değil bence.
20 Eylül 2021, Pazartesi (Kiev)
Kiev’deki son günümüze, bir önceki gün gösteri nedeniyle gidemediğimiz Lviv Kruvasan’da (Lviv Croissants) kahvaltı yaparak başladık. Kruvasanı ekmek olarak kullanarak sandviç, tost, tatlı gibi ürünler yapan mekândan oldukça memnun kaldık. Öyle ki, Ukrayna’da kaldığımız süre boyunca birkaç kere daha hem buradaki hem de Lviv’deki mekâna tekrar uğradık.
Kiev’de dolaşırken ilginç gelen şeylerden biri sanki rastgele balkonları serpiştirilmiş apartmanlardı!
Kiev’de en şaşırdığım şeylerden biri nerdeyse hiç market göremememizdi. Sadece kıyıda köşede kalmış 1-2 ufak bakkal vari dükkân dışında ortalıkta hiçbir şey yoktu. Yabancı ülkelerde en sevdiğim şeylerden biri olan ve hem lokal insanların ne yiyip, ne içtiklerini görmemi sağlayan, hem de çikolata, sos, reçel gibi sevdiğim reyonları altüst etme zevkini tattığım market dolaşma zevkim resmen elimden alınmıştı!
Fakat geçen akşam Kiev hakkında laf attığım Umut’un, büyük bir heyecanla, “Kiev’de yer altı mağazalarını gördünüz mü? Resmen farklı bir şehir!” diyerek kafamızdaki ampulün yanmasını sağlamıştı.
Biz de karnımızı doyurduktan sonra karşıdan karşıya geçmek için alt geçide indik ve voila! Tüm marketler, kitapçılar, dükkânlar kısacası arayacağınız her şey yeraltındaydı! Gerçekten de başka bir Kiev vardı burada. Çünkü herhangi bir yerden altgeçide iniyordunuz ve yürüyerek çok uzakta bir başka yerden çıkabiliyordunuz. Labirent gibiydi doğrusu.
Aynı zamanda yukarıda birçok yerde neden trafik lambası ya da yaya geçidinin bulunmadığını da anlamış oluyorduk! Yani insanlar karşıdan karşıya geçerken illa ki buralardan geçiyorlardı. Bir nevi pazarlama taktiği olarak kasada sıra beklerken görüp alın diye kasanın yanına konuşlandırılan ürünler gibi illa ki gelip geçerken bir şeyler gözünüze çarpıyordu!
“Madem geldik” diyerek soğuktan ötürü ihtiyacım olan bir bere alalım diye bakınmaya başladık. Fakat bilindik hiçbir marka olmamasına rağmen en ucuz bere 250-300 Grivna yani 85-100 TL civarı idi. Bu ilk örnekten sonra Ukrayna’da kaldığımız süre boyunca en çok gözümüze çarpan şeylerden biri giysi ve kıyafetlerin bize göre çok pahalı olmasıydı. Haliyle bereden vazgeçtik.
İlk durağımız 1897-1909 yılları arasında ülkede sayıları iki katına çıkan Polonyalılara hizmet etmesi için 1909 yılında inşası tamamlanan St. Nicholas Roman Katolik Katedrali’ydi (St. Nicholas Cathedral).
60 metre yüksekliğindeki yapı biz gittiğimizde muhtemelen tadilattan ötürü kapalıydı. Biz de dışarıdan birkaç fotoğraf çekip Uber’e atladık ve bir sonraki durağımız olan Mağaralar Manastırı’na (Kyiv Pechersk Lavra) gittik.
2 kişi 260 grivna ödeyerek biletlerimizi aldık ve manastırın içine giriş yaptık.
İçerisinde ufak bir müze, kilise, kule gibi birçok şeyin olduğu manastır son derece etkileyiciydi.
Kiev Pechersk Lavra Manastırı olarak da bilinen manastır normalde 1051 yılında mağara manastır olarak kurulmuş.
Doğu Avrupa’da Doğu Ortodoks Hristiyanlığının önemli merkezlerinden biri olan ve Azize Sofya Katedrali (Ayasofya Katedrali) ile birlikte UNESCO Dünya Mirası olarak listelenen manastırdaki yapılar oldukça ihtişamlı.
Gittiğim yerlerde olabildiğince kuş bakışı şehri görmeyi sevdiğim için bir süre ortalıkta dolaşıp fotoğraf çektikten sonra çan kulesine çıktık.
Nehir ve altın kubbeler muazzam görünüyorlardı.
Gezinin ardından Uber’le tekrar merkeze döndük ve Puzata Hata’da daha önce yiyip sevdiğim birkaç şey ile bol dereotlu olduğu için Cansın’ın yemek istemediği okroşka çorbası içtim. Soğuk çorba gayet lezizdi.
Yemeğin ardından ilk günkü 17 kilometrelik yürüyüşün dönüşünde önünden geçtiğimiz, 1901 yılında inşa edilen Kiev Opera Binası’na gittik ve dışarıdan bir süre inceledikten sonra caddelerde dolaşamaya başladık.
Sonrasında Fire-Inn’e gidip 18’e kadar tutmaları için 100 grivna ödediğimiz çantalarımızı aldık ve sabah çok memnun kaldığımız Lviv Kruvasan’da bir yandan laklak edip, bir yandan da krem brule ve drunk cherryli kurvasanları mideye indirdik.
Tren saatimiz yaklaşınca toparlandık ve yine Uber’le tren istasyonuna geçtik. 4 yataklı kompartımanımıza geçtikten kısa bir süre sonra yolculuk arkadaşlarımız olduğunu öğreneceğimiz önce Nikita ardından da Victoria geldi.
Nikita 20’lerinde bir erkekti oysa ben Luc Besson’un 1990 yapımı Nikita filmi nedeniyle kadın ismi olduğunu düşünüyordum. Yazıyı hazırlarken yapığım araştırmada Nikita’nın aslında “victory” yani zafer anlamına gelen ve yaygın olarak Rus, doğru Avrupa ve Yunanistan’da kullanılan bir erkek ismi olduğunu öğrendim.
Şansımıza İngilizce bir call centerda çalıştığı için çok iyi İngilizce bilen Nikita ile uzun uzun Ukrayna ve Türkiye’de yaşam, bu iki ülkede kadın olmak, evlilik, şehirler üzerine hoş bir sohbet yaptık. Bu arada hiç konuşmayıp bizi dinleyen ama ara ara esprilere güldüğü için “İngilizce biliyor musunuz?” diye sorduğumuzda bildiğini öğrendiğimiz Victoria da bir süre sonra bize katıldı ve Kiev’den Lviv’e doğru gittiğimiz yolculuğumuzun ilk saatleri oldukça keyifli geçti.
İşin ilginç yanı Nikita’nın Ankara, İstanbul ve İzmir’e gelmiş ve Victoria’nın da bir arkadaşı bir Türkle evlenip Kocaeli’ne yerleştiği için birkaç kez İstanbul, Kocaeli, Antalya gibi şehirlere gelmiş olmasıydı.
Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 1’i okumak için tıklayın…
Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…