Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 1

Pandemi öncesi başlayan gezi hayallerinin arasına pandemi sııkıştığı için uzun bir giriş yazısı sizi bekler. (Mutlu Surat!)

Hikaye 24 Şubat 2020’de başladı…

Özellikle Berlin’in Doğu Almanya kısmını gördükten sonra farklı bir coğrafya ve kültüre ait ülkelere gitmem gerektiğine karar vermiştim. Sırasıyla Japonya, Güney Kore ve Tayland diye düşünsek de biraz araştırdıktan sonra yüksek maliyetten ötürü hep ötelemek zorunda kaldık. 24 şubatta telefonuma düşen, “1 dolar + vergilerler AnadoluJet’le yurtdışına uçun” mesajıyla aksiyona geçtik ve normalde 5.000 TL civarı olan Ankara – Moskova biletlerini 10 temmuz – 18 Temmuz olarak 2089,78 TL’ye aldık ve beklemeye başladık…

Moskova’yı seçme sebeplerimizden birisi de Rusya vizesinin en azından Schengen’den daha ucuza olacağını düşünmemdi. Fakat vizeci arkadaştan kişi başı vize ücretinin 165 dolar olduğunu öğrenince şaşkına döndüm! Biraz araştırınca VFS’ye yapılan normal başvurunun 105 dolar civarı olduğunu ama hotel rezervasyonlarında illaki Rusya ile anlaşmalı bir acente ile çalışmak gerektiğinden 105 üstüne bir de 50 dolar daha eklenmesi gerektiğini öğreniyordum.

Sonradan öğrendiğimiz bir başka şey de St. Petersburg ve Leningrad’a gitmeyi düşünenlerin ücretsiz olarak netten e-vize alabilmesiydi. Tabi bu vize ile sadece o şehirlere seyahat edebiliyordunuz.

Bilet aldıktan 3 gün sonra 27 Şubat gecesi Suriye’de yaşananlar ve verdiğimiz şehitlerden nedeniyle Rusya ile diplomatik olarak iplerin gerileceğini bu yüzden de Rusya planının yatacağını düşünüyorduk. Fakat 1 hafta gibi kısa bir sürede iki ülke arasındaki görüşmelerden sonra bu negatif düşüncemiz son buldu ve tekrardan uçuş tarihini beklemeye başladık.

11 Mart’ta Türkiye’de ilk Covid-19 virüs vakasının açıklanması ve dünyanın her bir köşesinde çığ gibi büyüyen kaosla birlikte virüsün yayılmasını engellemek için ülkelerin sınırlarını kapatması ve halkını evde kalmaları için uyarmaya başlaması kapsamında THY de bizim biletleri 3 Nisan’da açığa almamıza izin verdi.

Böylece 31 Aralık 2020’ye kadar Ankara-Moskova bileti almamız ve en geç 24 Şubat 2021’e kadar gidip dönmemiz gerekiyordu. Bu sefer de her şeyin normale dönmesi için beklemeye başladık…

Günler ilerledikçe tüm dünyada virüs salgını önce azalmaya ama eylüle doğru tekrar tırmanmaya başladı. Ara ara Rusya ve Amerika’nın “aşı bulduk” açıklamalarına kulak kabartıp beklemeye devam ediyorduk.

6 Eylül 2020’de THY’yi arayıp biletlerimizin durumunu sorduk. Bize bilet alma ve uçuş tarihlerinin 31 Aralık 2021’e uzatıldığını ve ayrıca  sadece Moskova’ya değil birçok Avrupa ülkesine ya da St. Petersburg’a bilet alabileceğimizi öğrenip tekrar beklemeye  başladık.

17 Ağustos 2021 Salı günü THY’yi arayıp şartları kontrol ettik. Buna göre; 31 Aralık tarihine kadar biletlerimizi almamız ve yolculuğu da tamamlamamız gerekiyordu. Telefonda konuştuğumuz ilk kişi bizim bu biletle sadece Rusya’ya uçabileceğimizi söyledi. Oysa 6 Eylül 2020’deki son konuşmamızda Avrupa’nın neredeyse hepsine bilet alabileceğimiz söylenmişti. İkinci telefonda da buna benzer bir bilgi iletiliyordu ki, müdahale edip durumu daha ayrıntılı anlatınca başka yerlere de uçabileceğimizi öğrendik. Ardından atlayıp Atatürk bulvarındaki THY ofisine gidip yüz yüze konuşmaya karar verdik ve çıktığımızda Avrupa’nın neredeyse tamamına ücretsiz bilet alabileceğimizi öğrendik.

Cansın 2 Sinovac, ben ise 2 adet Biontech aşısı olduğumuz için ilk filtremiz her iki aşıyı da kabul eden bir ülke bulmaktı. Daha önce Cansın’a defalarca Budapeşte’yi öve öve anlattığım için ilk bulduğumuz ülke Macaristan oldu. Fakat vize ücretlerini öğrenince bu karardan vazgeçip vizesiz ülkelere bakınmaya başladık.

Yine daha önce gittiğim ve bayıldığım yerlerden olan Bosna & Karadağ ilk önümüze düşen plandı. Sonradan buna Sırbistan da eklendi. Fakat onları da rafa kaldırdık çünkü korona öncesi gidelim diye planlamaya başladığımız ama gidemediğimiz Kiev & Lviv gezisinde karar kıldık.

Cansın hemen derin derin araştırmalar yapmaya başladı. Daha önce oralara giden Anıl & Güneş‘ten de aldığımız bilgiler ışığında 5 Eylül pazar günü THY’yi arayıp Moskova biletlerimizi 18 Eylülde Ankara – İstanbul – Kiev ve 26 Eylülde Lviv – İstanbul – Ankara biletlerine çevirdik. Bu biletler için para ödemesek de güncel değeri 5.300 TL idi.

Ardından Kiev’de 2 gece ve Lviv’de 5 gece kalacağımız yerlerin rezervasyonlarını yaptık.Kiev için 778 TL (2520 UAH), Airbnb’den kiraladığımız Lviv’de kalacağımız yer için ise 1290 TL (4294 UAH) ödedik. İşin garip yanı Lviv’deki aynı yeri normalde Booking’den 1455 TL’ye (4710 UAH) kiralamıştık fakat ev sahibi ön ödeme isteyince bizi Airbnb’ye yönlendirdi ve aynı yeri ilginç bir şekilde daha ucuza aldık. Her zaman geçerli midir bilmem ama eğer otel değil de bir kişiden ev kiralayacaksanız her iki siteye de bakmak da fayda var.

Kiev – Lviv tren bileti 430 TL (1300 UAH) ve efsanevi denen Lviv Opera binasında bale izlemek için en önden 237 TL (700 UAH) Karmen Balesi için 2 kişilik biletleri de sepete ekledik.

Geriye Ukrayna’ya girişte istene belgeleri hazırlamak kalmıştı.

  1. Ukrayna bağlantılı bir sigorta şirketinden covid sigortası yaptırmanız gerekiyor. Bunun için visitukraine.today adresine girip “Health Insurance”e tıklayarak gerekli yerleri dolduruyorsunuz ve isterseniz Schengen vizesi alırken mecbur kılınan 30.000 EUR’luk seyahat sigortasıyla birlikte ya da isterseniz sadece covid sigortası yaptırıyorsunuz. Biz her ikisini de yaptırdık ve 2 kişi 297 TL (902 UAH) ödedik.
  2. enabiz.gov.tr‘de bulunan Covid-19 sekmesinde yer alan Covid-19 Aşı Kartı’nı ve ne olur ne olmaz diyerek AB Uyumlu Sağlık Pasaportu’nu hazırlamanız gerekiyor. Ayrıca isterseniz telefonunuza Health Pass uygulamasını telefonunuza indirip AB Uyumlu Sağlık Pasaportu belgelerinizi karekod ile uygulmaya tanıtabiliyorsunuz. Böylece ola ki yurtdışında istenirse aplikasyondan açıp da ilgiliye gösterebiliyorsunuz.
  3. Uçak biletleri, kalacağınız yerler ve varsa otobüs tren biletlerinizle birlikte üsteki belgelerin hepsinin dökümünü alıp bavulunuza koyuyorsunuz.
  4. Ola ki göstermek gerekirse diye yanınıza nakit para almanız da gerekiyor.

Bunların hepsini hazırladık ve büyük bir heyecanla ben 19. Cansın  ise 4. ülke skorunu yapmak üzere geri sayıma başladık! (Mutlu Surat!)

18 Eylül 2021, Cumartesi (Esenboğa, İstanbul Havalimanı, Kiev)

(1 Grivna: 0,3232 TL – 1 Dolar: 8,5832 TL – 1 Euro: 10,1103 TL)

Uçak biletlerini alırken en büyük motivasyonumuz Ukrayna’da geçireceğimiz 9 gün tamı tamına yaşamaktı. Bu yüzden de sabah Kiev’de olmak adında gece yola çıkmamız gerekiyordu. Biz de Cuma günü biraz erkenden yatıp uyku depoladık ve saat gece 1’de babaannelere geçtik. Biraz hoşbeşin ardından Zeki Baba bizi Esenboğa’ya bıraktı. Haliyle bu saatte kimsecikler yoktu o yüzden sakin sakin bagaj teslimi ve kontrollerden geçip uçak kapısına ulaştık.

Uçağın kalkmasını beklerken Kiev’de ilk kez kullanacağım Uber’e, ne olur ne olmaz diyerek, sanal kartımı ve para limitini tanımladım.

3.55’de kuş misali Esenboğa’dan havalanıp İstanbul Havalimanı’na vardık.

Uçaktan inip otobüsle pasaport kontrolüne yakın bir yerde bizi bıraktılar, çok beklemeden kontrolden geçtik fakat ardından D10 kapısına gidene kadar yaklaşık 10 dakika yürüdük. Aklıma 2013’te ilk kez Türkiye’ye dönmek için gittiğim Amsterdam’daki Schiphol Havalimanı geldi. Çünkü orada da kapıya ulaşana kadar uzunca bir süre yürümüştüm. Aynı şekilde ilk kez tabelalarda hangi kapıya ortalama kaç dakikada yürümek gerektiğinin de bilgisinin verildiğini görmek hoşuma gitmişti.

7’de Kiev’e doğru yol almaya başladık. Hava ful bulutlu olduğu için yere inene kadar neredeyse hiçbir şey görmemek tek şansızlığımızdı. 1 saat 45 dakika sonra Kiev’deki Boryspil Havalimanındaydık. Biletleri alırken Kiev’de iki tane havalimanı olduğunu fark etmiştik. Saat olarak bize en uygunu Boryspil idi fakat burası Dinyeper nehrinin diğer tarafında ve merkeze 35 km uzaklıktaydı. Diğeri ise Zhuliany/Sikorsky Havalimanı idi ve şehre sadece 7 km uzaklıktaydı.

Ukrayna’ya Varış: Level 1

Uçaktan indikten sonra pasaport kontrolüne doğru ilerlemeye başladık. Kısa bir süre sonra önümüzde devasa bir kalabalık duruyordu. Ne olduğunu anlamak için bir süre insanları kestikten sonra en öne doğru ilerleyip ne olduğuna bakmaya karar verdik. İnsanları yarıp geçince askerlerin sadece aşı kartı kontrolü yaptığını fark edip hemen yanımıza aldığımız aşı kart dokümanlarını çıkarttık ve hızlıca “level 2”ye geçtik 

Ukrayna’ya Varış: Level 2

Şimdi önümüzde pasaport kontrolü vardı. Yukarıda da yazdığım gibi Ukrayna’ya girerken özellikle istedikleri 2 şey vardı biri aşı kartı, bir diğeri de covid sigortası. Aşı kartına askerler bakmıştı o yüzden geriye yasal pasaport kontrolü ve gerekirse sorular dışında sadece sigorta kontrolü kalmıştı. Fakat uzun kuyrukta bir süre bekledikten sonra nerdeyse kimsenin sigorta konusundan haberi olmadığını fark ediyorduk!

Pasaport kontrolündeki görevliler herkese tek tek sigorta yapmaları gerektiğini anlatıyordu. Aslında o da basitti zira telefonunuzla http://travelukraine.today/ sitesine girip kredi kartınızla sigortanızı yaptırabiliyordunuz. Fakat bir sürü farklı ülkeden insana bunu anlatmak bir de “internetim yok!” diyenlerle uğraşmak onlarca dakika alıyordu. Bu arada arkamızda duran 2 Türk çift de şaşkınlıkla “ne oluyor ya ne istiyorlar?” demeye başlamıştı. Ben de dönüp sigorta istediklerini söylediğim de, “o ne ya?” tepkisiyle karşılaştım. Ukalalık gibi olmasın ama sonuçta vize istemeseler de farklı bir ülkeye geliyordunuz ve en ufak bir araştırma bile yapmamak doğrusu garibime gidiyordu. Çünkü olası bir şekilde ülkeye giremezseniz bir sürü sorunla karşılaşma riskiniz var. Neyse elbette herkes kendi bacağından asılır.

Sanırım 30-40 dakika önümüzdekileri 4-5 kişiyi bekledikten sonra sonunda sıra bize geldi. Polis kendinden bezmiş bir şekilde “sigortanız?” dedi. Ben “evet” dedim ve basılı olarak yanımızda bulunan dokümanı uzattım. Polis görür görmez derin bir rahatlamayla “çok iyi” dedi. Pasaportlarımızı aldı ve 30 saniye kontrolden sonra bize geri uzattı. Artık resmi olarak Ukrayna’daydık! (Mutlu Surat!)

Ukrayna’ya Varış: Level 3

Bagajları alıp çıkışa vardığımızda artık önümüzde tek bir engel vardı; o da Uber’den bir araba çağırmak. Uberi açtım ve bir araba seçtim. Bir süre bekledikten sonra arabanın “sözde” navigasyonla yanımıza kadar geldiğini gördüğümüz arabayı bir türlü göremiyorduk. Uzunca bir süre arabayı bulmak için uğraştık. Havalimanı çıkışında otobüsler ve taksilerin durduğu bir bölüm vardı onun ardında da bir bariyer ve normal sivil arabaların geçtiği bir başka bölüm. Mantıken Uber’in o bölüme gelmesi gerekiyordu ama ortalıkta araba falan yoktu. Yazıştık, telefonla konuştuk ama bir türlü anlaşamadık. Çünkü telefondaki adam sadece “çıkış kapısında olun” diyordu ama biz de zaten oradaydık!

Bu sırada havalimanından çıktığımız andan itibaren elimizdeki telefonda açık Uber uygulamasını gören 3-4 taksici sürekli bizi taciz edip “Uber gelmez, sizi kandırıyorlar, bekledikçe para yazıyor” deyip duruyorlardı. Siz ne kadara götürürsünüz dediğimizde Uber fiyatının (yaklaşık 100 lira) 4-5 katı (yaklaşık 320-500 lira arası) fiyat çekiyorlardı!

Navigasyonun “yanınızda” demesinden ötürü aklıma sadece bir şey geliyordu, o da arabanın bizim üstümüzde bulunan köprüde olması. Fakat orası tahminime göre tıpkı Esenboğa’daki gibi “giden yolcu” bölümüydü. Yani mantıken bizim oraya geçmemiz zaten olası değildi! Taksicilerden biri de navigasyondan dolayı çok inandırıcı olmasa da Uber’in aslında yolun diğer tarafından bizi beklediğini ve yürüyerek oraya gidemediğimizi söylüyordu!

Sonunda biraz da sinirlenerek pes edip yolculuğu iptal ettik. Havalimanına dönüp fahiş kur farkı nedeniyle 30 euroda 100 grivna fazladan ödeyip para çevirdik ve 100’er grivna ödeyerek otobüse bindik. Bu arada Uber 50 grivna iptal ücreti kesmişti.

45 dakika sonra Lviv’e giderken kullanacağımız Kyiv-Pasazhyrskyi tren istasyonundaydık.

Bagajlarımızı aldığımızda Uber’i bir kere daha denemeye karar verdik ve bu sefer başarıya ulaştık.

Erdem’in önerisiyle kiraladığımız Fire-Inn’deydik. Hotelin ismi hemen yanında bulunan itfaiyeden kaynaklanıyordu.

Giriş 14’de olduğu için bagajları bıraktık ve bir şeyler atıştırmak için gelmeden önce Google Maps’te işaretlediğimiz yerlerden birine doğru yürümeye başladık.

Fire-Inn oldukça merkezi bir yerde bulunduğu için hem yemek yemek, hem de gezmek için işaretlediğimiz birçok yere oldukça yakıntı. Bu yüzden de Kiev’de “tabanlarımıza kuvvet!” diye düşünüyorduk.

Rotamıza doğru yürürken gözümüze çarpan ilk şey, sokakta nerdeyse kimsenin maske takmamasıydı. Önce yadırgasak da sonradan aklımıza salgın sırasında Hollanda ya da Almanya’da maske takmanın zorunlu olmadığını işittiğimiz geldi. Zaten biz de Ukrayna’da kaldığımız süre boyunca maskemizi sadece kalabalıklara ve kapalı alanlara girerken taktık. Türkiye’de sokakta da maske takmak zorunlu olduğu için burada “nefes almayı” aslında ne kadar özlediğimizi fark ediyorduk.

İlk durağımız gelmeden önce yaptığımız araştırmada birçok kişinin listesine girmeyi başarmış olan Milk Bar’dı. Gittiğimizde içerisi tıklım tıkıştı. Biz de dışarıda bulduğumuz bir masaya kurulduk.

Menüye baktık ve yanında domates, salatalık ve turuncu dolma biberi ile servis edilen 3 peyniri kruvasan, ve yine birçok kişinin önerdiği Doğu Slav lor peynirli bir tür pankek olan Syrniki/Sırniki ve kahve sipariş ettik.

Kruvasan oldukça lezzetliydi. Tabakta ise en çok ilgimi salatalık çekiyordu. (Mutlu Surat!) Salatalığın tadı bu yaz ufak bahçemizde yetiştirdiğimiz çekirdek kabağına benziyordu. Aklıma Milano’da gittiğim pazarda satılan salatalılar gelmişti. Biz sofralarımızda genelde körpelerini tercih etmemize rağmen tıpkı buradakiler gibi oldukça kalın ve “geçmiş” salatalılar kullanılıyordu. İtalya’da olduğu gibi yine ticaret ruhum kabardı ve Çengelköy salatalığı getirip Ukrayna’da satalım diye içimden geçirdim. (Mutlu Surat!)

Yoğun öneriden ötürü tadını merak ettiğimiz Sırniki ise, 2008’den beri neredeyse gittiğim her Avrupa ülkesinin marketlerinde gördüğüm krem peynir olan Amerikan menşei Philadelphia ve sıvı karamelimsi bir tatlı sosla geliyordu. Künefe misali hafif bir peynir tadı beklerken, sırnikideki agresif peynir tadı nedeniyle yiyecek her ikimizin de hoşuna gitmedi. Ben şansımı sonuna kadar denedim ama sos hoşuma gitse de Sırniki’yi bir türlü sevemedim.

Türkiye’ye döndükten sonra Migros’ta Philadelphia’nın satıldığını gördüm. Oysa ilk kez 2008’te İtalya’da kahvaltılarda bolca tükettiğim ve kremamsı tadından ötürü oldukça beğendiğim krem peynirinin ülkeye neden girmediğini merak edip duruyordum. Gerçi mascarpone ile tanıştıktan sonra Philadelphia’nın pabucunu dama atmıştım. Demem o ki ne Philadelphia’sı denemediyseniz direk mascarponedan başlayın… (Mutlu Surat!)

Yemeğin ardından hesabı istedik. 2 parça yiyecek ve 2 kahveye 495 Grivna (153 TL) ödeyince. Ukrayna’da yemek yemenin beklediğimizden çok fazla tutacağını düşünmeye başlamıştık.

Havalimanında 1’e 26’dan çevirdiğimiz Euro, buradaki bürolarda 31,20’idi. Yani çevirmeniz gerekiyorsa havalimanında çok az para çevirmeniz ya da hiç çevirmemeniz hayrınıza olacaktır. 1 Türk lirası 3,22 grivna olmasına rağmen ise döviz bürolarında 2,5 – 2,8’e çevriliyordu. Demem o ki buralarda ne yazık ki Türk Lirası ile gelmek dezavantaj.

Biz ülkeye döndükten bir hafta sonra ve ben bu yazıyı hazırlarken hala devam ettiği üzere TL’deki değer kaybı nedeniyle şu anda 1 Lira 0,36 grivnaya kadar düşmüş durumda. Kısacası Milk Bar’da ödediğimiz 495 grivna artık 153 değil 178 lira. (Üzgün Surat!)

Odaya yerleşmek için Fire-Inn’e doğru yürürken Cansın yaşlı bir kadının plastik bardaklar içinde sattığı ahududularını gösterip “seversin sen!” dedi. Hemen zıplayıp “ne kadar?” diye sordum. 30 Grivna idi. Aldım tabi ki. Aklıma Bosna & Karadağ gezisinde her gördüğümde alıp büyük bir şevkle hüplettiğim ahududular geldi.

Bu sırada yaptığım ilk alışverişte, koleksiyonum için oldukça önemli olan, 2021 basımı demir Grivna bulmak son derece şanslı olduğumun işaretiydi. (Mutlu Surat!) Bu sefer de aklıma sadece 7-8 saat geçirdiğim ilk Brugge seferinde yaptığım ilk alışverişimde bulduğum 2013 basımı Belçika eurosuna ne kadar çok sevindiğim geliyordu. Yazıyı yazarken de Madeira’da 2013 Portekiz eurosu aradığımı söylediğim kadın kasiyerin sıradaki müşterileri umursamayarak tek tek demir paraların yıllarına bakması geldi! Bir süre geçtikten sonra sıradakiler nedeniyle utanmaya başlasam da çok tatlı bir olaydı gerçekten de!

Odaya yerleşip hızlıca dışarıya adımladık. Kapalı ve serin havada ilk durağımız hemen dibimizde yer alan ve geride bıraktığı eserleri ile modern Ukrayna dili ve edebiyatının temeli olarak gösterilen Ukraynalı hümanist şair ve ressam Taras Shevchenko’nun adını taşıyan parktaydık. Şehrin göbeğinde yer alan parkların şehre sıkışmış insanlar için bir kaçış olduğunu düşündüğüm için bu park da çok güzeldi. Kiev’de bulunduğumuz sürece buraya farklı saatlerde 3-4 kere geldik. Bize göre serin olan ama Lviv’de tanıştığımız Uber’ci Türk arkadaşın “soğuk mu? Burası için bahar havası!” dediği an daha iyi anlayacağımız şekilde bir sürü insan bize göre oldukça ince kıyafetlerle burada takılıyordu.

Biz parkta dolaşırken ufak bir grup ellerindeki pankartlarla heykele doğru adımlayarak bir şeyleri protesto ediyordu. Bunlarla aynı yüzden miydi bilmiyorum ama bir gün sonra buralar çok daha büyük bir gösteri için polis kordonuna alınacaktı.

Parkın içinden geçerek Kyivska Perepichka’ya ulaştık. Burası wikipedia’ya göre Orta Asya, Idel-Ural, Moğolistan ve Orta Doğu mutfaklarında bulunan ve bizim pişi dediğimiz yiyeceği içinde sosisle satan ayaküstü atıştırmalık bir mekândı. Cansın’ın ilk ısırıkta söylediği gibi, Kamile Babaannenin yaptıkları kadar iyiydi! Bayıldık! 2 tanesine 50 Grivna ödedik ve Milk Bar’daki hesaptan sonra morallerimizi düzeltmişti. (Mutlu Surat!)

Yemeğin ardından 1,2 kilometre uzunluğundaki Kiev’in ana caddesi olan Khreschatyk’daydık.

Geniş cadde şehrin ve ülkenin birçok özel simgesini barındırıyor. Bunların en önemlilerinden biri “Independence Square” Bağımsızlık / Özgürlük Meydanıydı. Meydanı ilk kez, Mısır’da yaşanan “Arap Baharı”nda olan biteni konu alan Meydan (Al Midan / The Square) gibi, Ukrayna’nın Rusya’nın gölgesinden kurtulmak için verdiği özgürlük mücadelesini konu alan Alevler İçerisindeki Kış: Ukrayna’nın Özgürlük Mücadelesi (Winter On Fire: Ukraine’s Fight For Freedom) belgeselinde görmüştüm.

Fotoğraf ve gezinmecenin ardından Ukrayna deyince herkesin önerdiği bir diğer mekân olan Drunk Cherry’deydik. Yoğun vişne tadı olan ekşi-tatlı alkollü içecek için kadeh başı 42 grivna ödedik. Bir ekşi-tatlı sever olarak içeceği güzel buldum ama bir yandan da bana sanki “votkalı yoğun vişne suyu” gibi geldiği için çok da delirmedim doğrusu.

Burada Ukrayna ve içki olayına bir parantez açmak gerek. Ukrayna’da sek ya da ağır favorim olan ballı biberli votkanın lezzetini aldıktan sonra bence votka + çikolatadan şaşmamak gerek. (Mutlu Surat!)

Uzun caddenin sonuna doğru ilerlerken bir sonraki durağımız olan Halkların Dostluk Kemeri’ne (Friendship of Nations Arch) ulaştık.

Bir süre burada gezindikten sonra yürüyüşe devam ederek Dinyeper nehrini yukarıdan gören Volodymyr Tepesi’ne vardık. Nehre baktığımızda aklıma çok sevdiğim Budapeşte‘deki Tuna nehri geliyordu.

Bir sonraki durağımız St. Michael Altın Kubbeli Katedral’di (St. Michael’s Golden-Domed Monastery). Aslen 1108 – 1113 yılları arasında Kiev Rus hükümdarı Sviatopolk II Iziaslavych tarafından inşa edilen katedralin dış cephesi 18. yüzyılda Ukrayna Barok üslubunda yeniden inşa edilmiş fakat iç kısmı ise orijinal Bizans üslubunda kalmış.

Katedralin altın kubbeleri gelmeden önce baktığımız fotoğraflarda fazla şaşalı gelse de yerinde görünce oldukça tutarlı ve ihtişamlı olduklarını fark ediyorduk. Yapının içindeki Bizans üslubu freskler ise aklımda Kapadokya’da gördüğüm bacalar içindeki kiliseleri ya da Sümela Manastırındaki freskleri getirmişti.

1760’da inşa edilen katedralin çan kulesinin yanından yürüyerek çok büyük bir meydana çıktığımızda güneş bize bugün ilk kez selam çakıyordu. Arkamızı dönüp tekrar katedrale baktığımızda güneşin sarı kubbeli yapıyı daha da güzel resmettiğini görüyorduk.

Yazıyı hazırlarken Kiev gezimiz sırasında gördüğümüz altın kubbelerin Kiev’in bizdeki kalıcı simgesi haline dönüştüğünü fark ettim. Herhalde bugünden sonra göreceğimiz tüm altın renkli ve özellikle ovalimsi objeler bizi direk Kiev’e geri götürecek.

Meydanın hemen karşısında benzer yıllarda inşa edilen ve aynı şekilde 18. Yy’da Ukrayna barok stilinde yeniden inşa edilen Ayasofya Katedrali (Saint Sophia Cathedral) vardı.

1990 yılında Dünya Mirasları listesi’ne giren yapı, 2007’de yapılan oylama sonucuna göre Ukrayna’nın yedi harikasından biri seçilmiş. İçine girmesek de yazıyı hazırlarken aslında içerideki fresklerin İncil’den sahneleri olduğu gibi dönemin siyasi olaylarını ve tarihi kişiliklerini gösterdikleri için büyük önem taşıdığını öğrendim.

Birkaç fotoğraf çekindikten sonra yönümüzü bir sonraki durağa çevirdik.

Tithe Kilisesi, Ukrayna Ulusal Tarih Müzesi ve Aziz Andreas Kilisesi (St Andrew’s Church) üçgeninin ortasındaydık. Buradaki en etkileyici şey 1744 yılında şehri ziyaret eden Rusya imparatoriçesi Yelizaveta’nın emri ile 1749-1754 yılları arasında inşa edilen Aziz Andreas Kilisesinin altın rengi boncuklarla bezenmiş yeşil kubbeleriydi. Çok estetik ve keyifli görünüyordu!

Dönüşe geçtiğimizde saatimiz 7’ye geliyordu. Hava kararmaya ve hava iyice soğumaya başlamıştı. Yorulduğumuzdan usul usul yürüyorduk. Dönüş yolunda ortaçağda inşa edilmiş olan Kiev’i koruyan surların kapısı olan Altın Kapı’ya (Golden Gate) ulaştık.

Yaptığım araştırmada Kiev’in 250 yıl Hazarlar (850-1100), 260 yıl Altın Orda (1240-1500) egemenliğinde yaklaşık 500 yıl Türkler tarafından yönetildiğini ve Dinyeper kıyısına kurulmuş şehrin Hazarlar mı yoksa Kievan Rusları tarafından mı kurulduğu hakkında sağlam bir bilgi olmamasına rağmen bazı kaynaklara göre şehrin isminin Türkçe kökenli “kıyı ev”den, bazı kaynaklara göre ise şehrin üç kurucu kardeşi arasında sayılan Kyi’nin isminden geldiği sanılmakta olduğunu öğrendim.

Hotele geldiğimizde 18 kilometre yürüdüğümüzü fark edip “yuh!” diyorduk. Çünkü gelmeden önceki planımızda ilk gün sadece merkezi dolaşacağımızı ve fazla yormayacağımızı düşünüyorduk. Fakat uzun gezi ve yürüyüş nedeniyle Cansın’ın ayağı çekmeye başlamıştı. (Üzgün surat.)

Benim bu konuda rekorum Şükrüyle gittiğimiz Kopenhag’da yaptığım 31 kilometre yürüyüştü. Şimdi düşününce abartmışız diyorum! Olsun yine de çok güzeldi. (Gülen surat.)

Bir süre dinlendikten sonra akşam yemeği için Erdem’in önerdiği Puzata Hata’daydık.

Tabldot usulü self servis olan lokantada istediğin yemekleri tabak tabak alıp kasada ödüyordunuz. Aşkın Abi’nin eşi Tatyana’nın yaptığından ötürü adını duyduğum vişneli mantı + yoğurt ve şeker ekleyerek servis ettiler, tavuklu mantı, kırmızı pancar, sebze ve tavuklu borş çorbası, kızarmış sosis ve yoğurtla ikram edilen yaban mersinli krep aldık ve sadece 145 grivna ödedik.

Oldukça lezzetli olan yiyeceklere tek kelimeyle bayıldık. Pancarlı ve hafif sebzeli çorba, mantılar ve sosis çok güzeldi. Vişneli mantı ilk başta biraz farklı gelse de o da gayet lezzetliydi. Yoğurt ile tükettiğimiz yaban mersinli krep ise ekşi tatlılığı ile efsaneydi.

İşin garip yanı gitmeden önce Cansın’ın yaptığı araştırmalarda buranın adı hiçbir blogda ya da yazıda geçmiyordu. O gün anladık ki herkes “ciks” mekan önerme peşindeydi. Düşünsenize Milk Bar gibi “trendy” ve “ciks” bir yer varken “otobüs dinlenme tesisleri” modunda bir lokantayı kim önerecekti ki? Oysa fiyat performans ve yöresel yemek düşkünü insanlar için oldukça isabetli ve leziz bir öneriydi bu mekan! Bir nevi sanayideki köfteci misali!

Ukrayna gezimiz yorucu ama oldukça güzel başlamıştı.

Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…

Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 3’ü okumak için tıklayın…

Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 4’ü okumak için tıklayın…

Kiev, Lviv Gezi Günlüğü – Bölüm 5’i okumak için tıklayın…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.