5 Haziran 2019, Çarşamba (Ultrecht)
İlk plana göre bugün Alkmaar’a gidecektik. Fakat Defne’nin bir arkadaşı Cuma günü orada peynir pazarı var bence o gün gitsinler deyince biz de planı değiştirip yönümüzü ilk kez gideceğim Utrecht’e çevirdik.
Saat 12’de trenden inip daha şehirdeki ilk adımlarımızı atarken kendimizi meydana kurulmuş bir pazardaki peynircide bulduk. Cansınla gözümüz dönmüş bir şekilde peynirleri denerken hangisini alacağımız konusunda sıkıntı yaşıyorduk. Çünkü neredeyse her biri çok lezizdi! Sonunda 3 yıl dinlendirilmiş orgazmik bir aromaya ve lezzete sahip olan turuncu inek peynirinden ve bir de çok leziz bir keçi peynirinden alıp gezimize devam ettik.
Pazardan sonraki durağımız ülkenin tek Reform öncesi katedrali olan fakat 1580’den beri Protestan kilisesi olarak kullanılan Gotik mimariyle inşa edilmiş Ortaçağ kilisesi St. Martin Katedraliydi.
Kilisenin içinde bulunan heykel ve kabartmalardaki azizlerin yüzleri Katolik – Protestan savaşı olan 80 Yıl Savaşı sırasında tahrip edilmiş ve öylece kalmıştı.
Katedralin önünde bulunan meşaleli kadın heykeli çok güzel görünüyordu.
Ultrecht’in de diğer Hollanda şehirlerinde olduğu gibi kanal ve etrafındaki yapılar çok güzeldi.
Bir yandan dolaşırken bir yandan da eskici dükkanlarına girip melek figürü aramaya devam ediyorduk fakat ortalıkta çok az melek figürü vardı, onlara da içimiz bir türlü ısınmıyordu. Eskiciden iki tane ufak kahve fincanı alarak çıktık.
Bir süre daha dolaştıktan sonra istasyona geçtik. Defne tren abonmanı olduğu için yanında gezen normal kart sahibi insanlara, yani bizlere, %40 indirim yapılıyordu ve günlük olarak bu özelliğin otomatlardan tanımlanması gerekiyordu. Biz sabah gelirken yapmıştık fakat burada istasyona girmeye çalışırken bir türlü indirim çalışmıyordu. Sonunda görevliye durumu anlatınca normal çalışanların mesai sonu saatlerinde indirimin kullanılmadığını öğrendik. Mecbur geldiğimiz rakamın iki katını, 8 euro, ödeyerek trene bindik.
İstasyondaki en acayip şey ise ilk kez bir Lindt dükkanı görüp adeta saldırmamdı! Bugüne kadar bir sürü çeşidini bayıla bayıla yediğim İsviçre çikolata devinin dükkanında kendimden geçercesine ilgimi çeken her şeyi sepete ekledim ve gayet güzel (!) bir rakam ödeyerek dükkandan çıktım.
Amsterdam merkeze varınca ilk iş, Cansın’la tanıştığım 30 Haziran 2018 tarihinden bu yana defalarca muhabbetini ettiğimiz suşi ve ızgara lokantası olan Sumo idi.
Her bir kişinin, her bir sette 5 tane olmak üzere toplam 25 tane yiyecek sipariş edebildiği lokantada Defne ile geçen yıl 3 seti (30 parça) tamamlamış, 4. sette ise sadece meyve ve tatlı söyleyebilmiştik. Ama bu sefer daha iddialıydık. En azından en başta öyleydi 🙂
Hemen açık büfe olarak siparişlerimizi verdik ve garsonun getirdiği touchpadden ilk set olarak 3 x 5 = 15 adet siparişimizi seçtik. Suşiler güzeldi fakat Cansın’ın da lokantadan çıktıktan sonra söylediği gibi garip bir şekilde evde yaptıklarımız kadar lezzetli değillerdi. Ama ızgaralar, susamlı yuvarlak tatlı ve Hindistan cevizi sütüne doğranmış ananas, kavun ve mangodan oluşan meyve salatası muhteşemdi.
3 seti tam (45 parça) 4. seti ise yine yarım olarak tamamlayarak hesabı istedik.
Yemeğin ardından sindirimimize iyi gelsin diye bir süre yürüdükten sonra Zaandam’a gidip market alışverişi yaptık.
Markette karşılaştığımız Şükrü’nün arkadaşı Mustafa’nın ben ve Cansın’ı görünce, “şaşırdııım!” demesindeki şaşkınlık hala kulaklarımızda. Aklımıza geldikçe birbirimize söyleyip gülüyoruz. Mustafa’nın şaşkınlığının bizle Zaandam’da karşılaşmak mı yoksa Cansın’la bizi birlikte görmekten mi meydana geldiği ise tam bir muamma olarak tarih sayfalarında kalacak 🙂
6 Haziran 2019, Perşembe (Delft, Den Haag, Scheveningen, Kijkduin)
Kahvaltının ardından yine geçen yıl planlarımızda olan ama gidemediğimiz yerlerden biri olan ve aynı zamanda Defne’nin Hollanda’da yaşamak istediğim iki yerden biri dediği Delft’e gitmek üzere trene atladık.
İstasyondan inip sokaklarda dolaşmaya başladığımızda ilk karşımıza çıkan şey eğik gibi görünen Eski Kilise (Oude Kerek/Old Church, 1246) idi.
1246’da Gotik mimariyle inşa edilen Protestan kilisesinin 75 metrelik kulesi gerçekten de 2 metre yana doğru eğilmiş durumdaydı. Cansın’ın çektiği fotoğraftaki kanatlarını çırpan kuş oldukça nefis görünüyor.
Kilisenin fotoğraflarını çekerken bir grup insanın kanalda sörf tahtasının üzerinde süzülmeleri bilim-kurgu sahnesi kıvamında oldukça farklı bir görüntü sunuyordu bizlere.
Delft aynı zamanda mavi beyaz tonlara sahip meşhur Hollanda porselenlerinin çıktığı yerdi. O yüzden dolaştığımız hediyelik dükkanlarında oldukça orijinal parçalar vardı ama güzellikleriyle doğru orantılı olarak oldukça pahalıydılar.
Elbette geçen yıl fiyatı hesaplamak için 5’le çarparken bu sefer 7’yle çarpıyor olmak da işlem sonucunu ve can sıkıntısını büyüten önemli bir sebepti.
Delft’te de pazara denk gelmiştik. El mecbur dolaşacaktık. O yüzden hemen birer stroopwafel aldık ve yiyerek dolaştık 🙂
Bu sırada Cansın boş durmamış ve şehrin bir diğer kilisesi olan ve 1396’da temeli atılıp 1496’da tamamlanan Yeni Kilise’nin (Nieuwe Kerk / New Church) oldukça Gothik bir fotoğrafını çekmişti.
Kilisenin en önemli özelliği Hollanda’nın bağımsızlığa ulaştığı isyan hareketinin ve 80 Yıl Savaşı’nın en önemli lideri olan Sessiz/Suskun/Oranjlı William’ın (William I, Prince of Orange) 1584’te bu kiliseye defnedilmesi. Hanedanlığının ismi nedeniyle Hollanda’nın turuncular ya da portakallar lakabını alma sebebi olan William’ın hanedanlık isminin dünyaya kattığı en ilginç değer ise en büyük havuç üreticisi devletlerden biri olan Hollanda’nın beyaz, kırmızı ve mor havuçlardan lakaplarına uygun turuncu havuç üretip, ticaret yoluyla tüm dünyaya yayarak günümüzdeki havuçların turuncu olmasını sağlamaları.
Bir süre daha etrafı kolaçan ettikten sonra trene atlayıp Sinan’ın yaşadığı şehir olan Den Haag’a geçtik.
Geçen yıl da buraya geldiğim için birçok yeri anımsıyordum. Adalet Bakanlığı’na yaklaşırken bize doğru yürüyen takım elbiseli insanların bazılarında bisiklet olması aklıma Milano’da vespalarıyla işe giden/gelen takım elbiseli insanları getiriyordu.
Bakanlığın hemen yanından yürürken aklıma geçen yıl bayıla bayıla dondurma yediğim dondurmacı Marinello geldi. Hemen içeri dalıp romlu üzümlü ve pasion fruitlı dondurma istedim. Gerçekten anımsadığım kadar nefisti!
Merkez, Çin Mahallesi ve ufak tefek şeyler almak için birkaç dükkan dolaştıktan sonra bir yere oturup tuzlu fıstık ezmesi ve ayrıca soğan soslu patates kızartmalarını yedikten sonra Sinan’la buluştuk.
İlk durağımız Sinan’ın, “kıyma değil etten döner yapan bildiğim Hollanda’daki tek yer” dediği Saray Lokantasıydı. Heyecanla içeri girip yerimizi aldık ama dönerin bittiğini öğrenince arabaya atlayıp bu sefer de Scheveningen gibi kıyı şeridinde yer alan Kijkduin’deki bir başka Türk restoranı olan Marmaris’e gittik.
İçerisi Türkiye’den objelerle dolu olan lokantada uzun uzun sohbet edip mercimek çorbası ve beyti yedik.
Yemeğin ardından tekrar arabaya atlayıp Scheveningen’a gittiğimizde güneş denize doğru düşüşüne başlamıştı. Güneşin denize batışını çekmeyi çok isterdim fakat daha birkaç saat vardı 🙁
Kumsalın oldukça üstünde yer alan köprüde yürüyüp birkaç fotoğraf çekindikten sonra arabaya atladık ve Sinan bizi Amsterdam’a bıraktı.
Bir yandan çaylarımızı yudumlarken bir yandan da Defne’ye geldiğimiz günden bu yana geyiğini çevirdiğimiz cam kenarındaki meleğin elinde ay mı yoksa muz mu tuttuğu konusunu bir kere daha masaya yatırıp bol bol gülüyorduk. (Tüyo vereyim mi? Ay o muz değil :))