20 Temmuz 2012, Cuma (Viyana)
Normal plana göre 20’sinde Salzburg’a gidecektik fakat Rancid ve sonrasında biraz fazla geçe kalınca cuma günü Viyana’da kalmaya karar verdik. Saat 11 civarlarında metro ile 1. Viyana’ya gittik. 2009’da buraya gelmiştim ama bu sefer daha sakin bir şekilde dolaşmaya başladık.
Bu arada hava kapalı ve hafif yağmurlu idi. Sıcaklığın Ankara’da 35 derece civarında seyrettiği bugünlerde Viyana’daki 15-20 derecelerinde seyreden bu serin ve zaman zaman oldukça soğuk havayı anlamakta/alışmakta güçlük çekiyorduk.
Çok fazla tarihi yapının bulunduğu 1. Viyana’da her şey çok simetrik ve düzenli görünüyor. Herhangi bir tabloda yüzlerce yıl önceki hallerini gördüğünüz yapıları birebir görmek de ilginç oluyor. Mesela bir gün sonra gideceğimiz Salzburg’daki Mozart’ın doğduğu evde bulunan bazı tablolarda gördüğümüz yerlerin bugün birebir aynı olması garip bir duyguya sürüklüyor insanı. İster istemez yüzlerce yıl önce burada dolaşan insanları düşünüyorsunuz. Ya da o yıllara döndüğünüzü.
Yapılar oldukça estetik ve güzel. Mesela Aziz Stephan Katedrali’nin (Stephansdom) yanındaki daha küçük yapının çatısında bulunan Avusturya kartalı figürü, önünde bulunan pencerelerinde çiçekler bulunan ufak ev, St. Peter Kilisesi’nin (Katholische Kirche St. Peter) yeşil kubbesi, meydanlardaki heykeller ve anıtlar…
Bir süre 1. Viyana’da dolaştıktan sonra dünyanın birçok yerinden gelen yiyecekleri bulabileceğiniz Julius Meinl’e (Julius Meinl am Graben) gittik. Ve bir İtalyan lokantasında tiramisu yedik. Güzeldi.
Ardından tramvay ile Viyana’daki en ilginç müzelerden biri olan KunstHausWien’e (KunstHausWien Museum Hundertwasser) gittik. Sanatçı Friedensreich Hundertwasser (1928-2000) tarafından tasarlanan ve 1986’da tamamlanan bina, sanki Tim Burton’un Charli’nin Çikolata Fabrikası filminden fırlamış gibi fantastik ve renkli öğeler içeriyor. Binanın önündeki çeşme, avluya gitmek için altından geçtiğiniz ovalimsi tavan, her bir farklı boyutlardaki pencereler ve üzerlerindeki her biri farklı renklerdeki bayrak şeklindeki işaretler, yuvarlak minik balkon, evi tutan uzun boncuk taşlarına benzeyen kolonlar gerçekten enteresan.
Bu evin karşısında bulunan binanın içinde yine oldukça renkli mozaiklerle yapılmış bir alan var. Bu alan içinde hediyelik eşyalar satılan dükkanlar ve aynı zamanda oturup bir şeyler atıştırabileceğiniz bir mekan var. Asma kata çıkan merdivenler de yine aynı şekilde mozaiklerden yapılmış ve oldukça renkli.
Hundertwasser hakkında yaptığım ufak bir araştırmada kendisinin Almanya, Avusturya, Amerika, Yeni Zelenda gibi birçok ülkede buna benzer fantastik ev/yapı/eser yaptığını öğrendim.
KunstHausWien’den sonra Viyanalı en ünlü ressamlardan biri olan ve çok farklı bir tarza sahip olan Gustav Klimt’in en ünlü tablolarının sergilendiği Belvedere Sarayı’na (Austrian Gallery Belvedere) yöneldik. 2009’da gittiğim Schönbrunn Sarayı‘nın alan olarak küçültülmüşü gibi görünen Belvedere oldukça güzel bir bahçeye (Belvedere Schlossgarten) sahip. Sağlı sollu heykellerin arasından ilerledikten sonra bahçenin tam ortasında Schönbrunn’daki gibi büyükçe bir çeşme var.
Bilet alıp saraya girdikten sonra Klimt’in doğumunun 150. Yılı nedeniyle daha özel bir koleksiyon sunduklarını öğrenip sevindim. Klimt’in eşsiz ve renkli çalışmalarının orijinallerini görmek oldukça etkileyiciydi. Özellikle Kiss’e bir kere daha hayran kaldım. Tabloya bir süre baktıktan sonra daha önce kadının ayaklarının bu kadar zarif olduğunu fark etmediğimi anladım. Sergide Klimt’in sevgililerine yazdığı aşk mektupları ve Egon Schiele’nin de bazı tabloları vardı.
Belvedere’den sonra hostel’a dönüp biraz dinlendikten sonra akşamüzeri tekrar çıktık. İlk gün yemek yediğimiz Bamboo’nun (Bamboo Restaurant) diğer şubesine gidip açık büfe yiyecektik. Yürümeye karar verdik. Sokaklarda çok nadir ağaç olması ilgimi çekti. Ama sonraları apartmanların arka taraflarının açıldığı çoğu avlunun oldukça yeşil olduğunu gördük.
Biraz ileride yarısı tren yolu olan kanala çizilmiş grafittiler çok hoşuma gitti. Viyana’da birçok yerde grafiti gördüm. Bazıları gerçekten çok efsaneydi. Keşke bu tarz sokak sanatları legal olsa ve hatta belirlenecek sokak ve alanlar bu tarz çalışmalara açık olsa diye düşündüm.
Bu arada yağmur yağmaya başladı. Bir süre bekledik ama dinecek gibi değildi. Bermuda şortum ve ayağımdaki bez ayakkabı ile yağmur pek çekilmiyordu. Sığınacak yerler bularak yavaş yavaş ilerledik. Bamboo’ya ulaştığımızda derin bir nefes aldık ama ayakkabım su içinde kalmıştı. Bu havada kuruması da söz konusu değildi. Yarın Salzburg’a gideceğimiz için hasta olmaktan korkmaya başladım. Ve o an, bir daha buralara gelirsem mevsim ne olursa olsun yanıma sıkı ve kalın ayakkabı ve giysiler alacağıma söz verdim.
Akşam birkaç yerde takıldık, laklak ettik ve bir gün sonraki Salzburg yolculuğunu da düşünerek hostel’a daha erken döndük…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 1′i okumak için tıklayın…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 2′i okumak için tıklayın…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 3′i okumak için tıklayın…
Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 5′i okumak için tıklayın…
“Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg – Bölüm 4” üzerine 2 yorum