1 Aralık 2019, Pazar
Sabah kalktığımızda, gece hafif bir kar yağdığını fark ettik. Kahvaltımızı yaptık ve tur şirketi bizi 9:20’de aldıktan sonra diğer yolcuları da topladı ve çok merak ettiğim Ermenistan sınırında yer alan Ani Harabelerine doğru ilerlemeye başladık.
10:15’te Ani’ye vardığımızda ören yerinde sisin hakim olduğunu görüp afalladık. Çünkü gelmeden önce yapığımız ufak araştırmada bölgenin uçsuz bucaksız görüntüsü efsaneviydi, oysa şimdi görüş alanının oldukça dar olduğu bir “kutu” içinde dolaşacaktık.
Daha önce bu hissi Küre Dağlarına giderken yaşamıştım.
961-1045 yılları arasında Ermeni Pakraduni Hanedanlığı’nın başkenti olan bölgeye Aslanlı Kapı’dan girdik. Bu kapı ismini surlar üstünde yer alan aslan figüründen alıyor.
İçeride görüş alanımız çok az olduğundan, taşlarla sınırlandırılmış yollardan geçerek dolaşmaya başladık. Muhtemelen ören yeri böyle bir hava için planlanmamıştı çünkü yönlendirme çubukları yoktu ve görüş alanımız oldukça sınırlıydı. Bu yüzden tam olarak karşımıza nelerin çıkacağını bilmeden sisler içinde başı boş dolaşıyorduk.
12-13. Yüzyılda inşa edilmiş olan Selçuklu/Tacirin Sarayı,
995-1000/1001-1005 arasında mimar Trdat tarafından inşa edilmiş Gagik Kilisesi,
982’den önce yapıldığı düşünülen Apughamrents Kilisesi,
Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın Ani’yi işgalinden sonra, 1071-1072 yılları arasında inşa ettirdiği ve Büyük Selçuklu mimarisine bağlanan ilk cami olma özelliği taşıyan, Ebu’l Manuçehr Cami gördüğümüz yapılar arasındaydı.
Caminin arkasına doğru yürüyünce, gürül gürül akan bir su sesi duyuyorduk ama sisten ötürü hiçbir şey göremiyorduk. Daha sonra buranın Ermenistan sınırını oluşturan Arpaçay olduğunu öğrendik.
Dün 12 Havariler Kilisesinde tanıştığımız Özer Abiyle akşam otelde karşılaştık. Sisten bahsettiğimizde Ani için en uygun zamanın Haziran, Kars için ise Ocak ayı olduğunu söyledi. Gerçekten de Ani’nin ihtişamını daha iyi görebilmek için bahar ya da yaz başı gelmek daha mantıklıydı.
Ani’den sonra tekrar yola koyulduk ve sise bulanmış yollardan geçerek Çıldır Gölü’ne vardık.
Yunus’un Yeri’nde Çıldır’da avlanan iri bir sazan türü olan, “sarı balık”tan sipariş ettik. Enlemesine dilimlenmiş balık, başlarda oldukça lezzetliydi fakat bir süre sonra kızartılmış olması nedeniyle biraz ağır gelmeye başladı.
Bu yazıyı hazırlarken, sarı balıkların av yasağı olan yavrulama dönemlerinde bile tutulması nedeniye soyunun tükenmekte olduğunu öğrendim!
Yemekten sonra, henüz donmamış olan gölün kenarına gidip biraz bakındık. Bakındık diyorum çünkü; hava korkunç derecede soğumaya başlamıştı. Şimdi bile kıçımız soğuktan donarken, kışın ilerleyen zamanlarında göl üstünde kızakla kaymanın hiç de mantıklı olmadığını düşünüyorduk!
Turun son durağı, Kars merkezde yer alan Kafkas Cephesi Harp Tarihi Müzesi idi.
Müze, Tabya adı verilen ve 19. yüzyılda Rus ordularının istilasına karşı şehrin savunulmasında önemli işlevlere sahip, oldukça ihtişamlı bir binada yer alıyor.
Yapı, 1803’te Padişah III. Selim Döneminde, “Yeni Tabya” ismiyle yapılmış. 1828 yılında, Rusların Kars’a yaptıkları bir gece baskını sırasında buradaki askerlerin tamamı şehit edildiği için adı literatüre Kanlı Tabya olarak geçmiş.
Burada gerçekçi balmumu insanlardan oluşturulmuş, savaş dönemi sahneleri sergileniyor.
Turda tanıştığımız bir çiftin, “çayları nefis” dediği Pushkin’e gidip; çay, kete ve (yarma, un, tereyağı, sarımsak ve yoğurtan yapılan) haşıl sipariş ettik.
Çalan müzikler eşliğinde dışarıda usul usul yağan yağmuru seyrederken, bir yandan muhabbet ederek yiyecekleri deniyorduk. Garson, ortasında tereyağından oluşturulmuş bir krater gölünü andıran haşılı yerken önce bir çatal yarma alıp ortadaki yağa batırdıktan sonra yememizi önerdi. Biz de öyle yaptık. Haşıl ve kete lezzetliydi. Çay ise bergamotlu gibiydi ama biraz fazla acımsıydı o yüzden çok da bayılmadık.
Lokantadan çıktıktan sonra tren için yiyecek alışverişi yaptık, ardından da ilk gün gittiğimiz My Künefe & Katmer’de tatlı, çay, meyve, süt eşliğinde bol bol muhabbet edip tren saatini bekledik.
23:55’te Doğu Ekspresi’ne binerken, bu geceden itibaren Kars’ın bir hafta boyunca kar yağışlı olacağını ve sıcaklığın -17’lere kadar düşceğini öğrendik. Bana göre Kars merkezin tadını çıkartabileceğimiz en uygun hava koşullarında gelmiştik. Daha soğukta, karda ve buzda bu kadar dolaşamaz ve zevk alamazdık bence.
2 Aralık 2019, Pazartesi
Yataklı vagona hayatımda ikinci kez biniyordum. Fakat ilkinde Beşiktaş deplasmanına giderken neredeyse tüm yolculuğu yemek vagonunda geçirdiğimiz için ayrıntılarını çok da anımsayamıyorum.
Bize ayrılan kompartımanda; iki koltuk, masa, askılıklar, lavabo ve ufak bir dolap yer alıyordu. Oturma bölümünün hemen üstünde ve daha yukarısında kapalı şekilde bulunan iki tane tek kişilik yatağımız vardı.
Her vagonun baş ve sonunda biri alafranga, diğeri alaturka iki tane tuvalet bulunuyordu.
29 saatlik yolculuğumuz boyunca tek sıkıntımız da su aksamı ya da sifonu sürekli bozulan tuvaletler oldu. Görevli arkadaşlar muhtemelen gördükçe düzeltiyorlardı ama sorunlar da aynı şekilde yineleniyordu.
Pijamalarımızı giydik, odaya yerleştik ve yatağımızdan bir yandan dışarıyı izleyerek, bir yandan da muhabbet ederek yol alıyorduk. Çok keyifliydi ama bu daha başlangıçtı!
Gece yatarken güneş doğuşunu çekmek umuduyla saatimi kurdum ve telefonu yatak ile duvar arasına yerleştirdim. Uyandığımdaysa telefon yerinde yoktu! Uykulu gözlerle aradım ama bulamadım. Sessizde olduğu için Cansın’ın telefonundan çaldırsam da sonuç elde edemedim. Her yeri kolaçan ettikten sonra telefonun duvar. kenarından alt yatağın altına düştüğünü fark ettik.
Bulutlar nedeniyle güneş doğuşundan vazgeçip tekrar yattık. Uyandıktan sonra kahvaltı edip bir yandan da dışarıyı izliyorduk. İnsan oda içinde yolculuk edince, kendisini evinde doğa belgeseli izliyormuş ya da fanus içinde yolculuk ediyormuş gibi hissediyordu.
Doğunun uçsuz bucaksız dağları arasında, tünellere girip kaybolarak, nehirler yanından akarcasına geçmek efsanevi bir deneyimdi.
Bir süre, araba yolu ile tren rayları arasında kalan bir nehire paralel ilerledik. Aklıma, arabayla Saraybosna’dan Mostar’a giderken yanımızdan akan Neretva nehrini ve diğer taraftan geçen treni görüp, bir gün de buralara trenle gelmeliyim deyişim geldi.
11.30’da Sivas Divriği’deydik.
Nereye gideceğimizi bilmeden merkeze doğru yürümeye başladık.
Solumuzda yer alan kale surları ve gökyüzü çok ilgi çekici görünüyordu.
Kardelen pastahanesine girip, çay ve tulumba tatlısı sipariş ettik. Dükkanın sahibinden Divriği ve Sivas hakkında bir sürü şey öğrendik. “Nereye gidelim?” diye sorduğumuzda, “eski konaklara bakın ve tadilatta olsa da Ulu Cami’yi kesinlikle görün” diye cevap verdi.
Biz de ona uyduk ve çoğu atıl görünen ama belediye tarafından dış cephelerinin düzeltileceğini öğrendiğimiz, Safranbolu’dakilere benzeyen evleri incelemeye koyulduk.
Buradakilerin de, Baltık mimarisi ile yapılan Kars’taki balkonlara benzediğini fark ettik. Aynı şekilde altları ahşaptandı ve etrafları süslemeli demirlerle çevriliydi.
Minaresi ahşap olan Kültür Camii de oldukça güzel görünüyordu.
Saatimiz azaldığı için yönümüzü Ulu Cami’ye döndürdük. En az 2023’e kadar tadilatta olacak yapının dışarıdan sadece 2 kapısını görebiliyorduk.
Süleyman Şah’ın oğlu Ahmet Şah tarafından,, 15 yılda yapılan ve yapımı 1243 yılında tamamlanan caminin hemen altında, şu an azıcık kalıntı olarak görünse de, bir hamam varmış. Bu hamamdan gelen buharla caminin alttan ısıtılması sağlanıyormuş.
Ulu Cami’nin yan kapısını gördüğümüzde adeta büyülendik! Çünkü, üzerinde yer alan motifler o kadar bol, ihtişamlı ve özellerdi ki; bayıldık. Aklıma, incik boncuk bir sürü ayrıntısıyla ünlü, Milano’daki Duomo geliyordu.
Buraya bir kere daha gelip, caminin tamamını gezmeyi aklımıza yazdık ve trene doğru dönüş yoluna geçtik.
Divriğ’den sonra ikinci ve son durağımız olan Bostankaya’ya kadar; kimisi bembeyaz karlarla kaplanmış, kimisi yeşermiş, kimisi ise sararmış uçsuz bucaksız yaylalar muhteşem görünüyordu. Sivas ve Erzincan’a daha sonra bir gün yaylalarını dolaşmak için gelelim diye kararlaştırdık.
Bostankaya’ya yaklaşırken, görevli; gara isteğe bağlı olarak bir minibüsün geleceğini ve isteyenleri 15 lira karşılığında Sivas merkeze götürüp, geri getireceğini söyledi. Biz de isimlerimizi yazdırdık ve gara varınca minibüse atlayıp Sivas’a gittik.
Daha önce bir kere iş, bir kere de Sivasspor deplasmanı için buraya geldiğimden; kısa zamanda, ne yeneceğini ve nereleri gezebileceğimizi biliyordum. O yüzden Cansın’a rehberlik hizmetini vermek için gönüllü oldum!
Sivas deplasmanına geldiğimizde Kirli Ahmet’te Sivas köftesi yemiş ve bayılmıştık dolayısıyla yemek yiyeceğimiz mekan belliydi. Şoföre söyledik, o da bizi merkezdeki şubesinin önünde indirdi..
Köfte, tam da hatırladığım gibi oldukça lezzetliydi. Tek sorun; kısıtlı zamanımızdan ötürü, aceleyle mideye indirmemiz oldu.
Yemeğin ardından yürüyerek merkeze gittik.
Çifte Minareli Medrese ve Şifaiye Medresesi’ni gezdik.
Kale Camisi ve Sivas Kongresi Binası2na göz attık.
Hava iyiden iyiye soğumuştu. Isınmak için birer salep içtik ve ardından otobüse atlayıp gara geri döndük.
Trende biraz takılıp günü sonlandırdık.
3 Aralık 2019, Salı
Sabah 5 gibi, “Ankara’ya yaklaşıyoruz” anonsuyla uyandık ve toparlandık. Gara varmak üzereyken, görevli gelip; çarşaf, yastık kılıfı ve ince pikeleri topladı.Gardan taksiyle eve geçtiğimizde saat 6.15’ti.
Kars; hem Cansın, hem de benim için; Doğa Anadolu bölgesinde gittiğimiz ilk şehir oldu. Her şeyiyle çok güzeldi. Nicelerine diyelim…
Anı Videosu;
Bir de gezi günlüğü skoru ekleyelim yazıya;
Kars ve Ardahan, bir şekilde sınırları içerisinde bulunduğum 48 ve 49. iller oldu. Bundan önceki 47 il şöyle; Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bartın, Bolu, Burdur, Bursa, Çanakkale, Çankırı, Çorum, Elazığ, Eskişehir, Giresun, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmir, Karabük, Kastamonu, Kayseri, Kırklareli, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Mardin, Mersin, Muğla, Nevşehir, Niğde, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, Sinop, Sivas, Şanlıurfa, Tokat, Trabzon, Yalova.