Özellikle Gaziantep ve Şanlıurfa‘yı görüp bayıldıktan sonra Güneydoğu ve Doğu Anadolu’yu gezmem gerektiğine karar vermiş, akabinde Mardin’e gitme planları da yapmış ama bir türlü denk getirememiştim.
Nisandaki İzmir planı iptal olunca, “ne yapsak, ne etsek” diye düşünürken Cansın, “Mardin’e Mayısta uygun uçak biletleri var!” deyince gözlerimiz parladı. Hızlı bir şekilde 630 TL’ye uçak biletlerimizi aldık ardından da nette bakınırken fotoları nefis görünen Zinciriye Hotel’den geceliği 200 TL’ye odalarımızı rezervasyon ettirdik ve heyecanla gün saymaya başladık.
6 Mayıs 2019, Pazartesi
Uçuşa 24 saat kala check-in yapmak için THY’nin sitesine girdiğimde AnadoluJet’in yeni bir uygulamaya başladığını öğrendim. Uçak firması uçuşa 6 saat kalana kadar check-in için para almaya başlamıştı! Uçarken cam kenarında olmayış sevdiğim için yatmadan önce saatimi 5.30’a kurdum. Fakat uyandığımda bambaşka bir sürpriz beni bekliyordu. Sistem bize otomatik koltuklar atamıştı ve değiştirmeme izin vermiyordu. Yaklaşık yarım saat uğraştıktan sonra THY’yi arayıp çözüm aradım ama sonuç nafileydi. Ancak havalimanında koltuğumu tanımlayabilecektim. Neyse ki arkalardan da olsa cam kenarı kalmıştı; 30A ve B’yi alıp uçuşumuzu beklemeye başladık.
Saat 11.30’da Esenboğa’dan bindiğimiz uçak, Mardin semalarında süzülürken şahit olduğum uçsuz bucaksız yemyeşil, dümdüz Mezopotamya toprakları oldukça ihtişamlı görünüyordu.
Havaş’a binerek eski Mardin’e doğru yol alırken Güneşin ve Orhan’dan “Nereye gidelim? Ne yiyelim?” sorularıma cevaplar alıyordum.
Eski Mardin’e girdiğimizde gördüğümüz Ürgüp vari taş evler ve Arap mimarisine benzettiğim camiler çok güzel görünüyordu. Zinciriye Otel’e ulaşıp çantaları odaya bıraktık ve bir şeyler yemek için dışarı çıktık.
Aklımızda yöresel bir şeyler yemek geçiyordu bu yüzden de otelcinin önerisiyle tam karşımızda yer alan Seyr-i Merdin’e geçtik.
Fakat ramazanın ilk günü olduğu için iftara kadar sadece kebap yapıyorlardı. Yemekler çok başarılı olmasa da lokantanın Mezopotamya manzarası oldukça göz kamaştırıcıydı.
İlk gördüğümde aşık olduğum ve bloga yazarken “takılıp kalınan büyüleyici manzaralar” adını verdiğin manzaralardan biriydi bu. Uçsuz bucaksız, bereket fışkıran, yemyeşil Mezopotamya’ya Mardin gezimiz boyunca her fırsatta dönüp dönüp baktım.
(“Takılıp kalınan büyüleyici manzaralar” listesini şuraya koyalım dursun: 1. Sant’Angelo Kalesi’nin (Castel Sant’Angelo) avlusundan Roma’nın muhteşem görüntüsü, 2. Budapeşte’deki elinde defneyaprağı tutan kadın heykelinin (Szabadság Szobor / Liberty Statue) de bulunduğu Gellert tepesinden (Türkçedeki adıyla Gürz Elyas bayırı) Tuna nehri ve Budapeşte’nin eşsiz görüntüsü, 3. Salzburg kalesinden Alplerin eteğindeki, olabildiğince yeşillerle kaplı nefis şehir manzarası, 4. Madeira’daki São Lourenço ucunda dalgaların çarptığı bol katmanlı devasa kayalıklar, 5. Samos Adasındaki Mikro Seitani Plajı’nın yeşil-mavi tonlardaki efsanevi görüntüsü, 6. Eski Mardin’de gördüğüm uçsuz bucaksız, bereket fışkıran, yemyeşil Mezopotamya manzarası.)
Yemekten sonra hem çalışmalarını görmek, hem de öneriler almak için, Şanlıurfa’da tanıştığımız, Güneşin’in arkadaşı “şahmerancı” Tacettin Ustaya mesaj attım ve dükkanın yerini öğrenip iki alt sokakta yer alan Revaklı Çarşı’sına geçtik.
Tacettin Usta bizi oldukça sıcak karşıladı. Önce yaptığı nefis çalışmalara hızlıca bir göz attık,
ardından da çarşının hemen üstünde yer alan Tarihi Marangozlar Kahvesi’ne geçip bir yandan bir şeyler içip, bir yandan da bol bol muhabbet ettik.
İçerisinde kumkat ve limon ağacı bulunan, duvarlarını oldukça eskimiş şarkıcı posterleri, yazılar, resimlerin süslediği ve nefis Mezopotamya manzaralı damıyla Marangozlar Kahvesi’nin sokak tarafındaki girişinde yer alan kapı resmi de oldukça güzeldi.
Mezopotamya manzarasının bugüne kadar gördüğüm en büyüleyici manzaralardan biri olduğunu söylediğimde Tacettin Usta, “Buradaki her pencereden, her damdan farklı görünür o manzara” diyordu. Gerçekten de 5 günlük Mardin gezimiz sırasında her bulunduğumuz açıklıktan Mezopotamya’nın farklı hallerine bakmayı ihmal etmedik.
Muhabbetin ilginç anlarından biri de, içerideki limon ve kumkat ağaçlarına dayanarak “buralarda narenciye yetişiyor mu?” soruma Tacettin Usta’nın, “Mardin’de kimse ağaç bilmez ki. Ancak son zamanla yeni Mardin’de ağaç dikiliyor” demesiydi. Önce şaşırsam da, dolaştıkça Eski Mardin’de hiç ağaç olmadığını fark edecektim.
Aklıma yıllar önce izlediğim Himalaya – Liderin Çocukluğu (Himalaya – L’enfance D’un Chef / Himalaya – Caravan) filminde Himalaya’da yaşayan insanların hayatları boyunca hiç ağaç görmemelerinin anlatıldığı sahne geliyordu.
Muhabbetimize devam ederken Tacettin Usta’nın arkadaşı yönetmen Haydar Demirtaş ve uçurtma ustası Zahit Mungan geldi. Onlar da sohbetimize ortak oldular.
Muhabbetin ardından Tacettin Usta bizi “Kenyemeken” adını verdiği ve içini yeni döşediği atölyesini gösterdi. Atölyenin Mezopotamya manzarası görülmeye değerdi. “İnsan burada çalışırken, ara ara kafasını kaldırarak bu manzarayla deşarj olur, yenilenerek çalışmasına devam eder” diyorduk.
Mardin’e gelmeden önce Cansın’la gitttiğimiz her yerden ne oplasak acaba diye düşünüp duruyorduk. Sonunda “melek” objeleri toplamaya karar kılmıştık. Ama bu objeleri yalnızca yurtdışında bulabileceğimizi düşünüyorduk. Oysa Kenyemeken’i dolaşırken oturaklarının birinin üstünde duran melek objesi beni benden aldı. Tacettin Ustaya çok sevdiğimi söyleyip “neden yapılmış bu?” diye sorduğumda sabunluk olduğunu söyleyip, “sevdiysen senin olsun” dedi. Çok mutlu oldum. Cansın’a gösterdim o da bayıldı. Böylece melek koleksiyonumuzun ilk üyesi evimizin duvarındaki yerini aldı. Hem de Mardin’den…
Atölyeden çıktıktan sonra önce Haydar’ın önerisiyle gümüşçü Gabriel’den Süryani şarabı tadıp aldık. Ardından da Tacettin Usta’nın önerdiği Mardin Müzesi’nin yanında yer alan Leyli Muse Mutfak’a geçtik. Geleneksel taş bir ev olan vee oldukça güzel görünen mekanda yöresel bir şeyler yemek istediğimiz için Mardin tabağı (50 TL), içerisinde 7 çeşit meze bulunan meze tabağı (25 TL) yanına da çalışan arkadaşın önerisiyle sumak şerbeti (10TL) sipariş ettik.
Bir tür kapalı lahmacun olan ve çok sevdiğim “pofuduk” lavaşla yapıldığı için ayrıca çok sevdiğim sembusek, ırok adı verilen Mardin içli köftesi, Mardin iç pilavı olan haşu ve
bir sonraki gün müzede göreceğimiz ve aynı akşam garson arkadaşa sorup teyit edeceğimiz üzere müzedeki tarihi içecek kabına benzetilerek yapılan bir toprak kapta sunulan ekşi tatlı sumak şerbetine bayıldık.
Bir sonraki gün öneri için teşekkür edip neler sipariş ettiğimizi anlattığımızda, lokantadaki meze tabağı ve bakırların tamamını Tacettin Usta’nın yaptığını öğrenecektik.
Yöresel tatlı olarak da un, süt ve pekmezle yapılan ve Cansın’ın fena halde Ürgüp’te yapılan bulamaça benzetttiği harire yedik. Bana göre tatlı bulamaçın daha şekerlisi ve muhallebi formunda olanıydı.
Yemeğin ardından Ulu Cami ve Mezopotamya,
Şehidiye Cami derken eski Mardin’in nefis gece manzaraları arasından geçerek Haydar’ın evine geçtik.
Aynı ekip sanki çok uzun zamandır tanışan dostlarmışçasına bol kahkahalı, sıcacık muhabbetler ettikten sonra hafif yağan yağmur eşliğinde otelin yolunu tuttuk.
Gece yarısı büyük ama kısa bir palama sesiyle uyanır uyanmaz Cansın’a dönüp “bir şey yok” dedim. Ama Cansın duymamışı bile! Ses sahur için kaleden yapılan top atışıydı. Sonraki günler hem iftar, hem de sahurda duymaya devam edecektik.
7 Mayıs 2019, Salı
Sadece akşamları yatmaya gideceğiz diye otelcinin “oda biraz basık” demesine rağmen kiraladığımız oda hem bir önceki akşam yağan yağmurun rutubeti, hem de yeterince iyi havalanamadığı için salı sabahı uyandığımızda Cansın’ın alerjisi nüksetmişti. Bundan sonra bir yere gittiğimizde odanın iyi havalanıp havalanmadığını ve rutubet olup olmadığını sormamız gerektiğini zihnimize not ettik.
Kahvaltının ardından hazırlanıp dışarı çıktık ve bir gün önce otelcinin söylediği listeye göre dolaşmaya başladık.
İlk durağımız hemen otelin yanında yer alan Tarihi Kız Meslek Lisesi’ydi. Fotoğraf çekerken yanımıza bir çocuk geldi ve “Ulu Cami’nin minaresine dokunur gibi fotoğraf çekebilirsiniz” dedi. Öneri için teşekkür etikten sonra birkaç öneride daha bulundu ve sonunda fotoğraflarımızı çekmesi için telefonumuzu verdik. Fotoğrafları çekikten sonra harçlığını çıkarttığını söyledi. Bizde ufak bir harçlık verdik.
Mardin’de kaldığımız süre boyunca bu şekilde fotoğraf çeken birçok kişiye rastladık. Bulundukları alanı çok iyi çalışmışlar ve havuza düşen yansımanızı, kapı deliğinden gelen ışık hüzmesinin yüzünüze düşmesi gibi bir sürü atraksiyonlara imza atıyorlardı. İlginç bir iş kolu yaratmışlardı.
En ilginci ise bir sonraki gün yanımıza gelen 8-9 yaşlarındaki bir çocuğun “size bir Mardin fıkrası anlatayım mı?” demesi ve onayımızı alınca hızlı hızlı çok da anlamadığımız fıkrayı anlattıktan sonra harçlık istemesiydi.
Muazzam taş merdiven basamaklarının sizi götürdüğü göz kamaştırıcı taş işçiliğiyle Mardin’in simgelerinden biri haline gelmiş olan anıtsal bir kapının ardından yer alan yapı 13. yüzyılın sonlarında Melik Mahmut Karaaslan Artuklu tarafından yaptırılan ve bugün ayakta olmayan Muzafferiye Medresesi arazisi üzerine 1898 senesinde bir Rüştiye Mektebi olarak yapılmış.
Zaman içerisinde lise, ardından kız öğretmen okulu ve en son ticaret lisesi olarak kullanılan görkemli yapı ve manzarası son derece ekileyiciydi.
Günün ikinci durağı Mardin Protestan Kilisesi’ydi. Bugüne kadar gördüğüm en sade ibadethanelerden biriydi. Sonrasında gezdiğimiz yerlerde de benzer sadeliğ şahit olacak ve Deyruzzaferan Manastırı’ndaki rehberden doğudaki geleneğin bu olduğunu yani ibadethanelerin olabildiğince sade olduğunu öğrenecektik.
Kiliseden çıktıktan sonra Mardin Müzesi’ne geçtik. 1895 yılında Antakya Patriği İgnatios Behnam Banni tarafından “Süryani Katolik Patrikhanesi” olarak yaptırılmış olan ve Kültür Bakanlığı tarafından Süryani Katolik Vakfı’ndan satın alınarak restore edildikten sonra hizmete açılan müzenin taş binaları oldukça heybetliydi.
Müzenin bana en ilginç gelen özelliklerden biri koleksiyonun kazılar, inanç, ticaret, sikke, yaşam ve sahte eserler gibi bölümlerde karışık dönemlere ait materyaller olarak sunulmasıydı. Diğeri ise tarihi eser dolandırıcılığına yönelik farkındalık çalışmaları kapsamında, kaçakçılıkta ve dolandırıcılıkta kullanılırken yakalanan objeler sergilendiği sahte eserler bölümüydü. Sanırım ilk kez böyle bir bölüm görüyordum.
Eski Mardin’e ayak basar basamaz ilk ilgimi çeken şey oldukça farklı ve görkemli görünen cami minareleriydi. Tacettin Usta cami minarelerinin hepsinin aynı çizgide yapıldığını bu yüzden de birini ortalayıp bakınca arkadakilerin görünmediğini söylediği için her iki-üç minare kadrajıma girince ben de kendimi ayarlayıp bilgiyi teyit etmeye çalışıyordum.
Müzeden sonra Kana Kafe’ye geçip Süryani / safran çayı söyledik. İçerisinde karanfil, safran, iri siyah çay ve ilk anda garip gelse de Ankara’ya döndükten sonra annemlerin de çaylarına koyduklarını öğreneceğim bamya çiçeği olan Süryani çayının koyu, tok tadı ve ağızda bıraktığı lezzet çok güzeldi.
Çaylarımızı içerken Cansın’ın alerjisi iyice azmış durumdaydı. Sonraki gün bizim otelde kaldığını öğreneceğimiz, o an kafede bulunan kadınlardan biri kendisinin alerjisinin de burada azdığını o yüzden risk etmemek için ilaç aldığını söyleyip Cansın’a da ilaç önerdi. İlaç biraz toparlanmasını sağlasa da eczaneye gidip ilaç almaya karar verdik. Bu sırada kafeye gelen bir kadın da Cansın’ın durumunu görüp “tozdan mıdır bilmiyorum ama Mardin benim de alerjimi arttırdı, ilaç kullanıyorum” dedi. Sonuçta bunların hepsi dersti, bundan sonra bir yere giderken yanımıza ne olur ne olmaz diye alerji ilacı da almamız gerektiğini zihinlerimize not etik.
Eczaneye gidip ilaç almak istedik ama istediğimiz ilaç reçeteyle satıldığı için önce aile hekimine görünüp oradan tekrar eczaneye geçtik. Siparişimizi alıp yarın sabah teslim alabileceğimizi söylediler.
Bu arada öğle yemeğine gitmekte olan Zahit’e rastladık ve ona takılıp önce yemek yedik ardından da onun sayesinde açılan ve Mardin’li çocuklara uçurtma yapmayı öğrettiği belediyeye bağlı Uçurtma Atölyesi’ne geçtik.
Gözleri parlayarak yaptığı uçurtmaları anlatan Zahit’in heyecanını görünce uçurtmalara gerçekten aşık olduğunu anladık. Çocukluğundan bu yana bir sürü farklı boyutta ve özellikte uçurtma yapan ve birçok ülkede düzenlenen uçurtma festivallerine katılan Zahit’in daha ortalıkta dron yokken uçurtmaya bağladığı ve aşağıdan yönettiği düzeneğin üzerindeki fotoğraf makinasıyla Mardin’in havadan 30 bine yakın fotoğrafını çekip birçok şehirde sergi açığını öğrenip kendisine hayran olduk.
Konuştukça Zahit’ten Mardin’in aslında bir uçurma şehri olduğunu öğrenecek ve gezimiz sırasında her rüzgar çıktığında 7’den 77’ye Mardinlilerin dama çıkıp renk renk ve boy boy uçurmalarını uçurduklarına şahit olacaktık. Aklıma balonlar uçtuğunda daha da masalımsı bir hal alan Ürgüp geldi.
Yazıyı hazırlarken Zahit’in CNNTürk’te yayınlanan röportajı çıktı karışıma.
Atölyeden çıkarken hızlıca bir plan yaptık; Zahit işlerini bitirecek, biz de Sabancı Mardin Kent Müzesi’ni gezeceğiz ardından Marangozlar Kahvehanesinde buluşacağız ve Zahit bize uçurtma uçuracaktı.
II. Abdülhamid (salt.1876-1909) döneminde, Diyarbakır Valisi Hacı Hasan Paşa tarafından 1889 yılında Ermeni asıllı Sarkis Elyas Lole’ye Süvari Kışlası olarak yaptırılmış ve uzun yıllar bu şekilde kullanılmış iki katlı bir binada hizmet veren Sabancı Müzesi’nin giriş katında Mardin’i tanıtan materyaller sergileniyordu.
Alt katta ise bir gün önce Haydar’ın “kesin gidin1 dediği ve onun da fotoğraflarının yer aldığı “Belgeden Kurguya, Atölye’den Müzeye – Mardin’den Fotoğraflar” sergisi vardı.
Haydar’ın tabut taşıyan bir adamı görüp fotoğraflamasıyla aklına düşen ve bir proje olarak, Mardin’de çektiği fotoğraflara bir tabutu farklı formalarda ekleyerek fotoğraf sergisine katılmışı. İlgi çekici bir çalışmaydı.
Asıl bize sürpriz olan ise Zeynep Yalçın’ın Kuş Misali adını verdiği çalışmasıydı. Çünkü fotoğraflarda uçurma uçuran bizim Zahit’ti.
Müzeden sonraki durağımız Hatuniye Medresesi’ydi. 1176/7-1184/5 yılları arasında yapılan ve mimarisi açısından eyvanlı (üç tarafı kapalı, bir tarafı tamamen açık, çoğunlukla üstü tavan örtüsü gibi kemerlerle örtülü) medreselerin öncü örneklerinden biri olarak kabul edilen medresenin camisinin içerisi de oldukça sadeydi. Tepede ya da duvarlarda herhangi bir motif yer almıyordu.
Medrese çıkışı müzenin yanından geçerken bahçesinde yer alan Mezopotamya manzarasına bakmadan edemedik. Nefisti!
Marangozlara vardığımızda Zahit’i kaçırdığımızı fark ettik. Çünkü müze ve medresede tahminimizden fazla zaman kaybetmiştik. Tacettin Usta’yla çay muhabbet derken iyice yorulmaya başladığımızı fark edip izin istedik ve onun önerisiyle ev yemekleri yapan esnaf lokantası olan Tülay’da karnımızı doyurduk ve otele geçtik.
Yatmadan önce bu sefer nem solumamak için farklı bir planımız vardı. Odanın dış kapısını biraz aralık bıraktık ve klimayı sıcağa çevirip dışarıdan gelen havayla klimanın içeriyi ısıtmasını böylece de içerideki nemli havayı yok etmesini düşünüyorduk. Sabah kalktığımızda planımızın işlediğini fark edip diğer günler de aynı planı hayata geçirdik.
Mardin, Midyat, Dereiçi Köyü (Kıllıt) Gezi Günlüğü – Bölüm 2’yi okumak için tıklayın…