Bugüne kadar sadece Erdem‘in önerisi ile “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” romanını okuduğum Barış Bıçakçı’nın ilk kitabı olan ve 2000 yılında yayınlanan “Herkes Herkesle Dostmuş Gibi…”yi birkaç ay önce Aslı’nın kitaplığını kurcalarken bulmuştum.
Bıçakçı, çok güzel, farklı ve yaratıcı bir fikirle yola çıkmış. Benim ve birçoğumuzun ucundan, köşesinden bolca yaşadığı bir durumu romanlaştırmış.
Yürürken, bir yerlerde otururken, bir şeyler yerken yanımdan “geçip giden” insanların istemsizce muhabbetlerine kulak misafiri olurum. Onların heyecanla, mutlulukla ya da sıkıntı ile ağızlarından dökülen kelimelere (ve bazen) cümlelere takılırım. Söylediklerini düşünürüm. Ne olabiliri… Ne olduğunu… Bu aslında bir oyundur aynı zamanda. Hem zaman geçiren hem de… Oyun işte…
Bıçakçı da hiçbir as karakteri olmayan romanında, normal insanlar arasında dolaşarak onların anlık yaşadıklarından bahsetmiş. Mesela roman, en sevdikleri arkadaşlarının sevgilisinin o’nu aldattığını gören iki delikanlının arkadaşlarına durumu anlatıp-anlatmama arasında gidip-gelen muhabbetlerinden, bir anda oradan geçmekte olan başka bir adamın yaşadıklarına, düşüncelerine geçiş yapıyor. Ve bu şekilde devam ediyor.
Bıçakçı’nın tarzı olan ve çok hoşuma giden, bolca afallatan, anlık tanım cümleriyle bezenmiş kitap hakkındaki tek eleştirim, okumanın biraz zor olması. Zira kişiler arasındaki geçişleri bazen algılamakta zorluk çekebiliyorsunuz. Tabi bunda kitapta soluk almanızı sağlayacak herhangi bir “durak” olmamasının da katkısı var. Ama olmalı mı? O da ayrı bir soru. Bu yüzden dikkatinizi verdiğiniz anlarda, yavaş yavaş tüketmek en mantıklısı gibi…
Kitabın en çok hoşuma giden yanlarından biri de, aklıma her geldiğinde gidip herhangi bir sayfasını açıp, herhangi bir paragrafından okumaya başlayabilirim hissini yaratması. Anlık dokunuşlar gibi…
Kitap Arkasından;
Tuhaf bir oyun oynuyor sanki insanlar. Birinin öyküsü sürüp giderken, bir hayat devam ederken, yanından geçen, oralarda bir yerdegezen bir başkasına, “öteki” hayatlara ilişiyor gözümüz, gönlümüz. En derin, en gizli, hem de en sıradan öyküler bunlar. Öyküler örüldükçe sesler, görüntüler, hareketler, insanlık halleri çoğalıyor. Hiçbir ses, hiçbir görüntü bir diğerini örtmeden, boğmadan, birbirine ilişmeden… Birbirine destek de olmadan.
Kitaptan;
Konuşuyordu Derya. Herkes herkesle dostmuş gibi, değilse de hemen olabilirmiş gibi bütün engelleri bir hamlede aşarak, ama bunun için gerilecek bir mesafe olmalı, tabii bir de spor ayakkabılar, mümkünse eşofman, sağlıklı beslenme…
“Neden bu kadar psikoloji kitabı okuyorsun?” Abiden’e kalırsa insan kendini tanımak için edebiyat okumalıymış. Abidin öykü yazıyordu. Bir gün öykülerini yazdığı defteri göstermişti. Kareli büyük bir defterdi bu. Naylonla kaplıydı. Küçücük harflerle, özene bezene yazılmış sayfalarca öykü vardı içinde. Birini okutmuştu: Anlamayan Kadınlar. Genç bir çiftin öyküsüydü bu. Adam (Burhan bunun Abidin olduğunu düşünmüştü) ve kadın gezerlerken sokakta top oynayan çocukları görüyorlar. “Biriniz kaleye geçin de bir penaltı çekeyim.” diyor adam. Bir çocuk kaleye geçiyor, adam penaltıyı çekiyor. Çocuk kurtarıyor. Sonra vedalaşıp gidiyorlar. Yolda kadın adama, topa daha hızlı vuracağını düşündüğünü söylüyor. Adamsa Burhan’a çok anlamlı gelen bir suskunlukla yanıtlıyor bunu. O öyküyü, öyküdeki o adamı çok sevmişti.
“Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım.” Bu inanç yetiyordu ona. Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi. Kahramanlar için. Karşıdan karşıya geçen ve Kurtuluş Parkı’na giren kahramanlar için.
İletişim Linki: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, Barış Bıçakçı