ANADOSK’un (Anadolu Üniversitesi Doğa Sporları Kulübü) sekizincisini düzenlediği Karakaya Tırmanış Şenliği’ne, bizimkiler BTC (Best Training Club) olarak ben ise yancı olarak dâhil oldum. 17-18 ve 19 Mayıs 2014 tarihlerinde, iki gece, üç günlük çadır kampı olarak düzenlenen etkinlik benim açımdan oldukça güzel geçti.
17 Mayıs 2014, Cumartesi
Ankara’ya yaklaşık 160km uzaklıktaki Karakaya köyüne gitmek için sabah saat 8’de iki araba ile yola koyulduk. Karakaya’ya vardığımızda gördüğüm manzara oldukça enteresandı. Sanki birileri, bozkırın hâkim olduğu alana, ellerinde bulunan kayaları serpiştirmiş gibi görünüyordu. Aklıma birkaç gün önce Ömür abimin kızları ile oynadığımız Jenga’nın ahşap parçalarının aksak duruşları gelmişti. Çünkü kayalar, ha düştü, ha düşecek kıvamında, nasıl durduklarına akıl sır erdirmeyecek pozlar sergiliyorlardı.
Kısa bir süre sonra kayalıkların eteğinde bulunan kamp alanına vardık ve çadırlarımızı kurduk. ANADOSK üyeleri, ağaçlara çöp poşetler asmış, şarj için elektrik sağlamış ve katılımcılar için tırmanış rotalarını gösteren broşür ve hatıra olarak magnet hazırlamışlardı.
Herkesin getirdiği yiyeceklerden hazırlanan öğle yemeğini mideye indirdikten sonra ilk tırmanış mekânına doğru yola çıkarken, ANDOSK’tan bazı arkadaş gelip, birkaç gün önce Soma’da yaşanan göçük faciası adına, yakalarımıza iliştirmek üzere siyah kâğıttan bantlar verdiler, teşekkür ettik.
İlk rota Tatar’daydık. Bizimkiler tırmanış için hazırlanmaya başlarken ben de, sırtımı koyup bir yandan onları izleyip bir yandan da kitap okuyabileceğim bir alanın keşfi içerisindeydim.
Bir şeyler atıştırıp, laklak edip, birkaç sayfa kitap okuduktan ve tırmananları izledikten sonra etrafı dolaşmaya karar verdim. Sonuçta, oturmaya gelmemiştik! Emre’den, etrafta çok güzel yürüyüş rotaları ve kayalara oyulmuş kral mezarlıkları olduğu bilgisini alıp adımlamaya başladım.
Düşecekmiş gibi görünen kayalar, çatlakların arasına sıkışmış kayalar ve ağaçlar çok güzel görüntüler sergiliyorlardı. Bol bol durup onları izliyor ve anı niyetine fotoğraflarını çekiyordum.
Uzunca bir süre ilerledikten sonra uçurum tadında bir yere vardım. Karşımda etrafı siyah bir şeylerle çevrelenmiş bir su birikintisini görüyordum. (Sonradan burasının siyanürle altın aranan maden havuzu olduğunu öğrenip bir yaşıma daha basacaktım.)
Önce geldiğim yoldan geri dönmeyi düşünsem de, sonrasında bulunduğum kütlenin arka tarafına geçmeyi denedim ve biraz tırmanarak bunu başardım. Geldiğim yolun paralelinden geri dönüyordum. Bir süre ilerledikten sonra kafamı sola çevirdiğimde, uzunca bir kayanın ortasına, oldukça düz bir şekilde oyulmuş bir odacığı (ki Emre’nin bahsettiği kral mezarlığı olduğunu düşündüğüm) fark ettim. Aklıma Amasya’da gördüğüm kral mezarları geldi.
Basit bir şekilde çıkışın imkânsız olduğuna karar verdiğim odayı uzaktan incelerken, birkaç kişinin kayanın arka tarafına doğru yürüdüğünü görüp, arkadan bir girişin olduğunu düşündüm. Oraya doğru adımladığımda Karakaya’nın (muhtemelen) en seksi tırmanış rotasıyla karşılaşıyordum.
İki büyükçe kaya kütlesinin tam üstünde ovalimsi bir kaya sıkışmış ve neredeyse düşecekmiş gibi görünüyordu. Oldukça enteresan ve ilgi çekiciydi. (Bir sonraki gün buranın kamp alanından da görüldüğünü fark edecektim.)
Kamp alanına döndüğümde bizimkilerin hala büyük bir şevkle tırmanışa devam ettiklerini görüp, güzel bir yere konuşlandıktan sonra onları izlemeye başladım.
Saatler ilerledikçe esen soğuk rüzgârlar ortamın ısısını düşürüyordu. Kamp alanına döndüğümüzde hızlıca hazırlanıp akşam yemeği için titreye titreye arabalara doğru hareket ettik. İlk düşünce, bizimkilerin daha önce denedikleri ve bamya çorbası ile kuru fasulye – pilavıyla ünlü olan Kaymaz’daki bir lokantaydı. Ama lokantanın şenlik için kamp alanına taşındığını öğrenip kısa süreli şaşkınlık yaşadıktan sonra açık alan masalarına kurulup karnımızı doyurduk.
Çadırlara tekrar döndüğümüzde hava iyice soğumuştu ve yağmur yağıyordu. Bir süre çadırlarda bekledikten sonra yağmur şiddetini azaltınca, Ceren, Esra ve Ayşen’in öncülüğünde, iki tane kafa fenerine ekledikleri uzatma ipleri yardımlarıyla yaptıkları Poi gösterini izledik. Fenerleri çeviren kişinin neredeyse görünmediği zifiri karanlıkta, dans edercesine salladıkları kafa fenerlerinin, havada bıraktığı ağır çekim izlerin oluşturduğu figürler harikuladeydi.
18 Mayıs 2014, Pazar
Sabah 8 sularında çadırlardan çıkıp kahvaltının ilk hazırlıklarını yaptıktan sonra ısınma, açma, germe yaptık. Hocalarımızın hareketleri gösterirken sergiledikleri ful esnekliklere, bir yandan hayret dolu bakışlar atarken, bir yandan da yogaya başlama kararları alıyorduk.
Yine herkesin getirdiği yiyeceklerden hazırlanan kahvaltı oldukça güzeldi. Yanında müsli getirenlerin kendi zevklerine göre kuru ve yaş meyveler katarak hazırladıkları sütlü müsliler benim açımdan kahvaltının en güzel ve ilginç yanıydı. Zira hayatım boyunca muhtemelen iki ya da üç kez müsli yemiştim.
Kahvaltının ardından düne göre daha yüksek bir ortama sahip olan Göbete rotasına gittik. Kısa bir süre bizimkilerle takıldıktan sonra çantamı alıp tam karşıda bulunan tepeliğe doğru yürümeye başlarken aklımda, Kırkpınar Yaylasında yaptığımız 4,5 saatlik tırmanış vardı. Fakat enteresan bir şekilde, yarım saatte tepenin zirvesindeydim!
Haliyle bu kısa yürüyüş beni kesmemişti. Bir süre etrafa baktıktan sonra sol tarafımda bulunan daha yüksek bir tepeye doğru tırmanmaya başladım.
Bu da yaklaşık 15 dakika sürdü. Ben de daha arkada kalan iki tane tepeye doğru yürümeye koyuldum.
Bu tepelerden birinin zirvesinde, ne olduğunu anlamadığım sekizgen bir beton ve diğerinde daha önce Madeira’daki “Ponta de” São Lourenço ucunda karşılaştığıma benzer bir şekilde taşların üst üste dizildiği bir yükselti gördüm. Ben de yükseltiye birkaç taş eklemeyi ihmal ettim.
Tam karşımda bir baraj gölü, onun sağında bir köy ve onun da sağında siyanür göletini görüyordum. Bir süre bakındıktan sonra inişe geçtim. Kısa bir süre sonra ara verip bir gün önceki soğanlı kişi hüpletip kayalıklara doğru yürümeye başladım.
Kayalıklara yaklaşırken, tıpkı dün gördüğüm gibi, kayaya oyulmuş bir başka odacık fark ettim. Fakat ilginçtir ki, bu odanın içinde büyükçe harflerle yazılmış bir yazı mevcuttu. Okuyabildiğim kadarıyla iki duvarı kaplayacak şekilde, “Zonguldaklı Eminoğlu 1927” yazıyordu. Bunu yazan arkadaşın buraya nasıl çıkabilmiş olduğunu ve yazıyı neyle yazdığını bir süre düşünsem de cevabı bulamadım.
İlginç ilginç kayalar, ağaçlar, çatlaklar, neredeyse her yerde kayalara tırmananları izleye izleye bizimkilerin yanına vardığımda, gezintimin üç saat sürdüğünü fark ettim. Bizimkiler yine çılgınlar gibi kayaları arşınlıyorlardı. Güzel bir yere kurulup onları izlemeye koyuldum.
Dünkü rotaya göre buranın en enteresan yanı, yukarı doğru birkaç adım adım attıktan sonra bile kafayı yana doğru döndürünce, oldukça yüksekte olmanın farkındalığıydı.
Akşam yemeğinden önce bizimkilerin, iki ağacın arasına gerdirilen Slack Line’da yürüme çabalarını izlemek oldukça eğlenceliydi. Elbette dengeli adım atanlar da yok değildi ama genelde birkaç adımdan sonra yaşanan düşüşler sırasında yüzlerine takılan şaşkınlık belirtileri kahkaha sebebimiz oluyordu.
Yemek sonrası kampa döndüğümüzde yine hava oldukça soğuktu. Buna rağmen Ceren’in çaldığı şarkıların eşliğinde Poi yapılıp bol bol lak lak edildi. Bir ara iyice üşüdüğümü hissedip çadırın içine girdim ve oradan olan biteni takip etmeye başladım. Biraz sonra oldukça enteresan bir melodisi ve yankısı olan bir müzik çalmaya başlandı. Arkadaşım, “şuna bak” diyerek Aqua Drum’ı bana uzattığında şarkıları birinin canlı olarak çaldığını fark edip şaşırdım. Enteresandı.
19 Mayıs 2014, Pazartesi
Kampın son gününe uyanıp Ayşen’in eşliğinde ısınma, açma, germe yaptıktan, onun esnekliğine şaşırdıktan ve güzelce kahvaltı ettikten sonra dün akşam olduğu gibi İbrahim bize Aqua Drum’ıyla bir şeyler çaldı.
Sonrasında, erken hareket edeceğimizi düşünerek, biz kamp alanında pineklemeye başlarken, diğerleri tırmanmaya gittiler.
Bir süre oradan buradan muhabbet edip, güneşe uzanıp kitap okuduktan sonra eşyaları ve çadırları toplayarak saat 14 civarında dönüş için tekerlekleri döndürmeye başladık.
Dip Not: Yoga fotoğrafları Ayşen’den…