Uzun yıllardır Real Madrid’in gölgesinde var olmaya çalışan ezeli rakibi Atletico Madrid’i daha çok Erdem’in PES maçlarındaki takımı olarak biliyorum. Yanlışım yoksa 2-3 sezon boyunca sürekli kırmızı-beyazlılarla karşıma çıkmıştı. Gençlerbirlikli olmasının da etkisiyle sahaya sürdüğü takımda genelde birkaç tane adı sanı duyulmamış genç futbolcunun olması, onlardan birinin gol atması ya da maçı kazanması durumunda bol bol geyiğe sebebiyet veriyordu.
2009-2010 sezonunda Avrupa Ligi Son 32 turunda Galatasaray’ı elediklerinde, aynı sezon finalde Fulham’a karşı kazanıp 48 yıl aradan sonra, tarihlerinde ikinci kez bir Avrupa Kupası’nı müzelerine götürdüklerinde, 2011-2012 sezonunda Avrupa Ligi Son 16 turunda Beşiktaş’ı elediklerinde ve finalde aynı başarıyı tekrarladıklarında da Kızılderili’leri ilgiyle takip etmiştim.
Bu sezon ise, Şampiyonlar Ligi’nin grup maçlarında beş galibiyet ve bir beraberlik alarak Son 16 Turuna kaldıklarında ilgimi çekmeye başladılar. Sonrasında da gözüm La Liga’daki şaşırtıcı performanslarına ilişti. Son 18 yıldır İspanya liginde adları pek duyulmayan kırmızı-beyazlılar, ciddi ciddi şampiyonluk mücadelesi veriyorlardı. Hem de İspanya ve dünya futbolunu her yönüyle kuşatan Real Madrid ve Barcelona’ya karşı.
Haliyle devamı çorap söküğü gibi geldi. Atletico’nun maçlarını takip etmeye, zaman buldukça da izlemeye başladım. Sahadaki tüm oyuncuların birbirlerinin eksiklerini kapatarak, birbirlerine destek vererek, inanılmaz bir uyum ve hırsla mücadele etmeleri oldukça ilgi çekiciydi. Sanırım bunun zirve noktası, 9 Nisan’da Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final rövanş maçında Vicente Calderon’da oynadıkları Barcelona maçıydı. Ben de evde spiker sesini kapatarak, sadece tribün sesleriyle maçı izlemiştim. Tek kelimeyle hem atmosfer, hem de ortaya koydukları futbol nefisti! İlk 18 dakikada attıkları bir gol ve direkten dönen üç top efsane bir maç izlediğimizin habercisiydi. Teknik direktör Diego Simeone’nin heyecanı, futbolcularının yaptığı güzel bir hareketten sonra kollarını havaya kaldırıp, onları tebrik eden heyecanlı alkışlarına tribünlerin verdiği destek ve tezahüratlar yaşanmaya değerdi. Hele bir de 1-0 kazanıp tur atladıklarında stadyumdaki coşku inanılmazdı. İşte o an, 2008’de Madrid’de Santiago Bernabeu’ya gidip 8km uzağındaki Vicente Calderon’a uğramamamın pişmanlığını yaşadım.
Günler geçtikçe maçları daha bir gazla takip etmeye ve elbette Atleti hakkında araştırmalar yapıyordum. Bu sırada ilginç birkaç bilgiye de ulaştım. Mesela, Atletico’nun 1995-96 sezonunda La Liga’da kazandığı son şampiyonlukta Diego Simeone, Kırmızı-Beyazlıların formasını giyiyordu.
Derken, ilk maçı 1-1 sona eren ve çoğu için, “buraya kadarmış” diye adlandırılan Şampiyonlar Ligi Yarı Final rövanş maçı geldi çattı. Rakip Mourinho’nun “bol defansif” takımı Chelsea idi. Hele bir de maçın başında Maviler öne geçince düşünceler pekişiyordu. Ama Kızılderililer, bu sezon bir sürü maçta yaptıkları gibi disiplinli ve arzulu futbollarıyla işin peşini bırakmadılar ve sahadan 3-1 galip ayrılarak, tarihlerinde dördüncü kez katıldıkları Şampiyonlar Ligi’nde ilk kez finale yükseldiler. İşin ilgi çekici yanı ise, finalde karşılarına ezeli rakipleri olan Beyazlar’ın çıkmasıydı. Avrupa Kupaları tarihi boyunca finalde ilk kez aynı şehrin iki takım kapışacaktı.
Maçtan sonra Simeone’nin, futbolcularının annelerine, böyle büyük taşakları olan (Türkiye basınına göre “yürekli”) çocuklar doğurdukları için teşekkür etmesi de ilginç bir ayrıntıydı.
Atletico’nun Chelsea maçının dönüşünde Valencia’da oynadığı Levante maçında şok bir yenilgi alması ve ardından evlerinde, 18 yıllık özleme son vermek için çıktıkları Malaga maçından sadece bir puan çıkartmaları, işleri son hafta Camp Nou’da Barça ile oynayacakları “final” maçına bıraktı.
Kötü bir sezon geçiren ve gelecek haftaya kadar “gelecek sezonu düşünüyoruz” diye açıklamalar yapan Barça’nın bir anda potaya girmesi son hafta oynanacak maçın değerini bir hayli yükseltti. Hem sezonu kupayla kapatmak, hem de Atleti’den Şampiyonlar Ligi intikamını almak için Bordo-Mavililerin maçı kazanmaları gerekiyor. Ama bir yandan da bu sezon rakibine karşı oynadığı 5 maçta, 1 galibiyet ve 4 beraberlik alan Atletico’nun Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finalinde ortaya koyduğu futbolu tekrarlaması halinde kupa Madrid’e gidebilir.
1994-97 yılları arasında Atletico Madrid’in formasını ıslatan ve bu süre zarfında bir kere de La Liga şampiyonluğu yaşayan Arjantin’li Diego Pablo Simeone, 2011-12 sezonunda Döşemeciler’in başına geçti. İlk sezon 56 puanla La Liga’da 5. oldular, Avrupa Ligi ve Süper Kupa’yı kazandılar. 2012-13 sezonunda 76 puanla La Liga’da 3. oldular ve finalde Real Madrid’i yenerek Kral Kupası’nı kazandılar. Bu sezon ise bitime bir hafta kala La Liga’da 89 puanla liderler. Ve daha önemlisi, hem La Liga, hem de Şampiyonlar Ligi kupalarına bir maç uzaktalar.
Geçen hafta Diego Simeone’nin Şampiyonlar Ligi Magazin’de söylediği gibi, Atletico, 3 yıllık yatırımın ve istikrarın meyvelerini topluyor. Her sezon gelen gidenler olsa da, hem teknik direktör, hem de takımın iskeleti korunarak her yıl çıta biraz daha yükseltiliyor. Zaten üst paragrafta bahsi geçen başarılar da bu sezon yaşananların rastlantısal olmadığını kanıtlıyor.
Futbolda istikrarın ne denli önemli olduğunu pekiştiren bu başarı hikayesi daha ne kadar sürecek bilinmez ama bir hafta arayla Avrupa’nın en önemli iki kupasını kazanmak için sahaya çıkacak olan Atletico Madridliler, ikisinde de başarısız olsalar bile, birçoğumuz için, 2013-2014 sezonuyla ilgili yıllarca anlatılacak hikayenin başkahramanı olacaklar. Erdem’in “o günlerde” sahaya sürdüğü genç futbolculardan Koke, Gabi, Godin ve Miranda’nın bu sezonki başarıda pay sahip olmaları da, benim açımdan hikayenin en enteresan bölümü olarak dillendirilecek.
Yazıda Kullanılan Lakaplar:
Döşemeciler (Los Colchoneros / The Mattress Makers): Atletico’nun kurulduğu ilk günlerde giydiği kırmızı-beyaz çubuklu formanın o günlerdeki eski moda somyaların yüzleriyle benzer olduğu için takılan bir lakap.
Kırmızı-Beyazlar (Los Rojiblancos / The Red-and-Whites): Birçok takımda olduğu gibi renklerinden ötürü takılan bir lakap.
Kızılderililer (Los Indios /The Indians): Bu lakanın nereden geldiğine dair için üç farklı teori varmış. Bunlardan biri Vicente Calderon’un nehir kenarında yer alması. Bir diğeri 1970’de çeşitli nedenlerden ötürü yabancı olarak sadece Güney Amerika’dan futbolcu getirmeleri. Ve son olarak Kızılderililerin düşmanlarının Beyazlar olması. Ki, ezeli rakipleri Real Madrid’in lakaplarından biri de “Beyazlar”.
El Atléti (The Atléti): Bizim gibi dışarıdan olanlar için daha çok Atletico Bilbao’nun Atletic lakabıyla karıştırılan Atletico Madrid’in lakaplarından biri de Atleti.