Son bir ayda izin, bayram, hafta sonu derken geziler üst üste geldi. Önce Viyana, Ljubljana, Rancid, Salzburg. Ardından Akyaka ve son olarak Amasya’ya gittim. Dün ise 30 Ağustos tatilinden faydalanarak Ankara Kalesi’ne gittik.
Kale deyince aklıma kesik kesik 3 tane anı geliyor. Biri ilkokuldayken gittiğim Anadolu Medeniyetleri Müzesi. Diğeri, çocukken Keçiören’deki halamlara ya da Abidin Paşa’daki teyzemlere gidip gelirken kullandığımız dolmuş duraklarının kalenin hemen altında yer almasından ötürü, bolca kaleyi aşağılardan göz atmam. Ve son olarak, yıllar önce arkadaşlarla birlikte gittiğimiz kaledeki fasıl.
Kısacası, ufak ve uzaktan kesişmeler dışında Ankara Kalesi ile doğrudan bir ilişkimiz hiçbir zaman olmadı. Ama çocukluk hayalim olan Doğu Karadeniz gibi (özellikle son 10 yıldır) kale de, her zaman görmek istediğim ama bir türlü aksiyona geçirmediğim isteklerim arasında yer alıyordu. Şükür, bir yıl önce Doğu Karadeniz‘i şanına yakışır bir şekilde güzel ve usulca gezmiştik. 30 Ağustos’ta da Ankara Kalesi’ne gittik. Böylece, görmek istediğim yerler listesindeki bir maddenin daha üzerine ince bir çizgi çekmeyi başardım. İnce bir çizgi, çünkü daha sonra da gitmeyi isteyeceğim kadar sevdim.
Ulus’taki Konya sokağın üzerindeki otoparka arabayı bırakıp kaleye doğru tırmanmaya başladık. İlk düzlükte Anadolu Medeniyetleri Müzesini gördüm. Çok silik bir şekilde ilkokuldaki gezimizi anımsadım. Tekrar tırmanmaya başlayıp düzlüğe ulaştığımızda kale girişine gelmiştik. Ama önce kahvaltı yapmak için, kalenin girişinde yer alan saat kulesinin çaprazında ve Koyunpazarı Yokuşu’nun sonunda yer alan Kirit Kafe’ye oturduk.
Girişte bulunan mutfağı, koltukları, pencerelerin önlerine yerleştirilmiş eski eşyalar ile ilgi çekici bir güzelliği vardı kafenin. Balkonda yer olduğunu öğrenince merdivenden çıkıp üst kata geçtik. Merdivenden çıkar çıkmaz solunuzda kalan, sarmaşıklarla kaplı pencere çok hoşuma gitti.
Duvarlarda asılı tablo ve objelerde aynı güzellikteydi. Balkondan kalenin girişini ve Rahmi Koç Müzesi’nin yan tarafını görebiliyorsunuz.
Güzel bir serpme kahvaltı yaptıktan ve biraz da laklak ettikten sonra kalenin girişine doğru hareket ettik. Giriş kapısının solunda yer alan pembe saat kulesi nedense çok ilginç geldi.
Giriş kapısında yer alan Ankara Kalesi tarihçesinde yer alan “Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemektedir” cümlesi çok ilgimi çekti. Aynı paragrafın devamında ise şu bilgiler yer alıyor: “Yapılış tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kentte askeri bir garnizon bulunduran Hititliler tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Ama bu düşünce arkeolojik verilere dayanarak doğrulanamamıştır. Hititlilerden bu yana hep aynı yerde bulunan, Romalılar, Bizanslılar ve Selçuklular dönemlerinde birçok kez onarılan Ankara Kalesi, tepenin yüksek bölümünü kaplayan iç kale ve çevresini kuşatan dış kaleden oluşur. Dış kale eski Ankara şehrini çevirir. İç kale yaklaşık 43.000 m2’lik bir yer kaplar”
Az sonra kaleiçinde göreceğimiz Ankara Evleri ile ilgili de tarihçede şu bilgiler var: “Bugün kale içindeki değişik dönemlerden kalmış birçok eski Ankara Evi bulunmaktadır. Kaleiçi Mahallesi’nde bulunan eski Ankara evleri, sur duvarları ile çevrili dar ve dik bir alanda konumlandıkları için, planları dar alanlardan en çok faydalanmayı gözeterek yapılmış. İki ya da üç katlı olarak ahşap, kerpiç ve tuğladan inşa edilmişlerdir. Arazi yapısının düz olmaması, alt kat planlarının da düzgün olmamasına yol açmış, ama üst katlar cumba tipindeki çıkıntılarla düzgün bir plana kavuşturulmuştur. Alt katlar kışlık olarak, kalın duvarlı ve küçük pencereli yapılmış olup üst katlar ise yazlık olarak ince duvarlı ve havadar yapılmıştır. Geniş saçaklar ve ‘Cihannüma’ denilen yazlık odalar Ankara evlerinin belirleyici özellikleridir. Ahşap tavan süslemelerinde geometrik kompozisyonlar kullanılmıştır. Bazıları çeşitli hizmetlerde kullanılmaktadır.”
Bu bilgiler ışığında kapıdan içeri girdiğimizde dar sokakları ve Ankara evlerini görmeye başladık. Girişte birçok hediyelik eşya dükkânı vardı. Bunlardan birinde etrafa bakınırken, sadeliği ile ilk bakışta aşk yaşadığım buzdolabı magnetlerinden birini satın aldım. Bu magnete “Ankara ile ilgili aldığım ilk magnet” olma özelliğini de ekledikten sonra yola devam ettik.
Balkonlarını sarmaşıkların sardığı, pencere önlerinde çamaşırlar ya da kurutulan biberlerin, patlıcanların asılı olduğu evlere bakarak bir süre daha ilerledikten sonra ikinci bir kapıya ulaştık. 2 tane ufak kız çocuğu yanımıza gelip “fotoğrafınızı çekebiliriz” dedi. Ardından üzerinde Türk bayrağı dalgalanan ve müzenin de içinde bulunduğu bölümün kapalı olduğunu söyledi. Ve “isterseniz aynı şeyleri İngilizce ve Japonca’da söyleyebilirim” dedi. Sonra da “para vermeyecek misin?” diye ekledi.
Kapıyı geçip sağa dönünce ortası bir boşluğa açılan surlara geldik. Türk Yıldızlarının artık gelenekselleşen 30 Ağustos gösteri uçuşunu “en tepeden” izlemek için gelenler surların tepesini doldurmuşlardı.
“Aaa şurası neresi?”, “Şu açık alan ne?”, “Gençlik parkı şurada!”, “Yenidoğan’daki gecekondular şimdiki bloklardan daha güzel görünüyor”, “Cebeci stadına bak, 2 hafta önce orada Sivas ile oynadığımız TSYD kupası finalini izlemiştim!” gibi cümleler eşliğinde, en tepeden Ankara’yı incelemeye başladık.
Surların üzerinde ilerlerken hemen diplerinde yer alan ve surlarla aynı yükseklikteki çatılara sahip gecekonduları, ağaçlarla ve çiçeklerle dolu avlularında çamaşır asan, sallanan kısacası yaşayan insanları görmek nedense çok garip geldi.
Surlardan indiğimizde karşımıza 1178’de yapılan Sultan Alaaddin camii çıktı. O da evler gibi oldukça dar alana yapılmış gibiydi. Bu arada ben oldukça dar bir sokak bulup hemen fotoğraf çekindim.
Az önce küçük kızların “kapalı” dediği, kalenin diğer tarafına doğru yürümeye karar verdik. Yine dar sokaklar ve Ankara evleri ile gecekonduları arasında ilerlerken atıl ve maalesef etrafları molozlarla dolu eski bir çeşme gördük.
Kalenin diğer ucuna geldiğimizde buranın Yenidoğan’a bakan taraf olduğunu anladım. Ankara’nın “diğer” taraflarını da biraz inceledikten ve kalenin daha izbe olan kısmında hızlıca tur attıktan sonra geri döndük. Kaleden çıkarken burasının Ankara’nın gezmek için en orijinal yeri olduğunda hemfikirdik.
Gezimizin ikinci bölümü ise Samanpazarı’ndan kaleye kadar uzanan ve genelde el yapımı ürünlerin satıldığı Koyunpazarı Yokuşu idi. Kaleden çıkar çıkmaz Koyunpazarı’nın sonundaydık. İlgimizi çeken dükkânlara girip bakınarak Samanpazarı’na kadar dolaştık.
Aşağıya kadar indikten sonra buranın en çok bilinen yerlerinden biri olan Pirinç Han’ın avlusunda bir yandan dinlenirken, bir yandan da gözleme ile çay tükettik. Hesabı ödedikten sonra Pirinç Han’daki dükkanları gezdik.
Pirinç Han’dan çıktıktan sonra kuzenimin kendi yaptığı ürünleri sattığı dükkânına uğrayarak gezimizi sonlandırdık.
Dip not: Kuzenim Emine, yazının ilk halinde Çıkrıkçılar Yokuşu diye bahsettiğim yerin gerçek adının Koyunpazarı Yokuşu olduğunu söyledi. Ben de hatalı bilgileri düzelttim.