Fante’nin 1933’de kaleme aldığı ama provokatif olduğu gerekçesiyle yayınlanması reddedilen, Los Angeles Yolu’nda yarattığı Arturo Bandini karakterini konu alan 4 kitap var. Bunlardan en meşhur olan Toza Sor‘u daha önce okumuş ve çok beğenmiştim. Diğer üç kitabın şu anda basımı yok. Ancak ikinci el olarak bulunabiliyor. O da düşerse…
Birkaç ay önce Yenilsen de Yensen de‘ye katılmak için İstanbula gittiğimde kuzenim Fahriye‘de kalmıştım. Kütüphanesinde “Bunker Tepesi Düşleri”ni görünce çok mutlu oldum. Kitaplarına çok değer verdiği için üzerine kendisine ait olduğunu gösteren bir “imza” attıktan sonra ödünç verdi…
Fante, yarattığı Bandini karakteri ile kendi yarı-gerçek hayatını anlatıyor. Bunker Tepesi Düşleri 1934 yılında geçiyor. Bandini kronolojisine göre diğer üç kitabın sıralamasını buldum fakat Bunker Tepesi Düşleri’nin bu üçlüde nerede yer aldığını sanırım 4 kitabı da okuduktan sonra öğrenebileceğim. 3 kitabın sıralaması şöyle: Bahara Kadar Bekle, Bandini (1938), Los Angeles Yolu (1985) ve Toza Sor (1939).
Şeker hastası olan Fante ilerleyen yaşlarında kör olmuş. Bunker Tepesi Düşleri’ni bu dönemde eşine söylemiş o da yazmış. Kitap 1982’de yayınlanmış. 1 yıl sonra da ölmüş.
Bandini Bunker Tepesinde yer alan ucuz bir pansiyonda yaşamaktadır. Bir yandan yazmaya çalışmakta bir yandan da evini özlemektedir. Zamanla Hollywood’a senarist olma yolunda ilerler. İyi paralar kazanmaya ve ailesine para göndermeye başlar ama bir türlü kendini oraya ait hissetmemektedir. Sürekli bu duygu haliyle ve yalnızlığıyla savaşıp duran Bandini bir yandan da kadınlarla bir türlü düzgün bir ilişki kuramamaktadır…
Kısaca Bandini’nin ne olduğunu ve ne istediğini bir türlü anlayamadığı, kendisini hiçbir yere ait hissetmediği, arada kaldığı bir dönem anlatılmakta. Fante’nin her zamanki gibi yalın bir dil kullandığı romanı çok sevdim. Heyecanla diğer iki kitabı arıyorum…
İlginç bir not olarak;
Fante’nin kitabın bir bölümünde Sherwood Anderson’ın “Winesburg, Ohio” romanı ve yazarla ilgili olarak yazdığı bu satırlar bana Bukowski’nin Fante ve Toza Sor için yazdığı satırları hatırlattı;
Kütüphaneye gidiyordum. Dergi sayfalarını karıştırıyor, fotoğraflara bakıyordum. Birgün raftan bir kitap çektim. Winesburg, Ohio. Uzun maun masaya oturup okumaya başladım. Dünyam altüst oldu birden. Gökyüzü üstüme çöktü. Esir aldı kitap beni. Gözümden yaşlar aktı. Yüreğim deli gibi çarpıyordu. Gözlerim yanıncaya kadar okudum. Kitabı eve götürdüm. Bir Anderson daha aldım kütüphaneden. Elimden bırakmaksızın okudum, okudum, okudum, bütün kitaplarını okudum, içimde dayanılmaz bir yazma isteği duyana dek; kağıt kalem alıp oturdum ve yazmaya çalıştım, ama Anderson’a geldiği gibi gelmiyordu sözcükler, kan damlalarıydılar sanki.
Chares Bukowski: “Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı; cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu: sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi. Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini’yim ben, Arturo Bandini” diye bağırırdım. Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı’ların rahatsız edilemeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. Ama “Angel’s Flight”ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. Hemen her gün oradan geçerdim, Camilla’nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.”
Kitaptan bir bölüm;
Bayan Brownell ile fırtınalı günlerden geçiyorduk. Stüdyoda çalışmamdan hoşnut değildi, bu konuda bana bir şey sormamaya özen gösteriyordu. Birlikteyken uzun süreler susuyor, havadan sudan konuşmakta da zorlanıyorduk. Radyonun önünde oturup yatma saati gelinceye kadar Jack Benny’yi, Fred Allen’ı, Bob Hope’u dinliyorduk. Karanlıkta uzanıp tavana bakarak uykunun gelmesini bekliyorduk. Sabah kalktığında soğuk ve suskundu, aramızdaki mesafe giderek açılıyordu. Geliyordu, biliyordum; ayrılık. Umursamadığımı söylüyordum kendime. Çalışıyordum, param vardı. O antika otelde kalmak zorunda değildim. Hollywood’a taşınabilirdim artık, Hollywood tepelerine. Kendi evimi kiralıyabilir, hatta bir temizlikçi bile tutabilirdim. Sonusza kadar Bunker Tepesi’nde yaşayacak değildim. İnsan ilerlemeliydi hayatta.
Bayan Brownell’ı düşünmek beni bunalıma sokuyordu. Büromda oturup ne kadar yaşlı olduğunu düşünüyordum, annemden beş yaş daha büyüktü, öğürüyordum, öksürüyordum içimdeki nahoş duyguyu atabilmek için. Yüzünü düşünüyordum, gözlerini etrafındaki kırışıklıkları… Sırtımı dönmem yeterliydi ondan kurtulmam için. Kentteki genç yıldız adaylarından birini tavlayabilirdim, bir yıldızı hatta. Kendimi vermem yeterliydi. En iyi yıllarımı bana karşılığında yaşlı düşüncelerinden başka bir şey vermeyen yaşlı bir kadınla geçirmem bir hataydı. Sanatla haşır neşir, zeki ve güzel bir kız bulmalıydım kendime, edebiyat bilen, Keats, Rupert Brooke, Ernest Dowson seven. Gerçi iyi davranmıştı Bayan Brownell bana, kol kanat germişti, ama ben de ona iyi davranmıştım. Ona enerjimi vermiş, dostluğumu sunmuştum. İlerlemenin zamanıydı.
“Bunker Tepesi Düşleri (Dreams from Bunker Hill, 1982), John Fante” üzerine 2 yorum