Kurban bayramında yapacağımız bir gece 2 günlük, mini minnacık küçücük kaçma planının hedefinde; 12 yaşındayken annem, babam, Ömür Abim, Emine Halam ve babaannemle gittiğimiz Oylat vardı. Elbette o günlerde gitme sebebi kaplıcayken, bu sefer sebebimiz arkadaşların tırmanmasıydı ama her hâlükârda ben yine plana “yancı” olarak dâhil olmuştum!
12 Eylül 2016, Pazartesi
Bayramın ilk günü sabah 8’de tekerlekler Oylat’a doğru dönerken şoför koltuğunda ben oturuyordum. Ümitköy civarlarından Ahmet’i almak dışında hiç ara vermeden saat 13’de Uğur ve arkadaşlarının kamp yaptıkları, Oylat’a 4 km uzaklıktaki Seçkinler Alabalık’ın bahçesine ulaştık.
İlk iş olarak yemeklerimizi sipariş ettik. Güveçte fırınlanmış kaşarlı, alabalık ve mantar çok lezizdi. Yemekten sonra çadırımızı kurduk, hazırlandık ve ardından tırmanış noktasına gittik.
Oylat Mağara’sının hemen üstünde yer alan ve yaklaşık 2 haftadır kullanılması için hazırlanan sektörde Uğur, Hasan, Bilal, Doğan, Orhan ve Esra gibi gönüllüler kayalara tırmanış rotaları çakıyorlardı.
Bir süre onlarla laklak ettikten sonra uygun bir yere kurulup bir yandan kitap okuyup bir yandan da onları izliyordum.
Saat 4 gibi toparlanıp çadıra geçtim. Planım Oylat’a gitmek ya da ormandaki bir patikada yürümek vardı ama yorgunluktan ve hafif soğuk algınlığından olacak uyuya kaldım. Bir saat sonra bir süre daha çadırda pinekledim ve arabaya atlayıp sektöre geri gittim.
Seçkinler’e döndükten sonra hazırlandık ve yıllar sonra Oylat merkeze doğru yola koyulduk. Yemyeşil bir doğanın içinde Orman Genel Müdürlüğü’nün 2 binalık oldukça yeni tesisleri ve bir süre yukarı doğru yürüyünce umumi hamam ve birkaç tane hotelin bulunduğu merkeze ulaşıldığı bilgileri altyazı olarak aklımda geçerken Oylat’a vardık. Ne Orman Bakanlığı’nın tesisleri ne de merkeze giden o boş yol ortalarda görülmüyordu. Sağlı sollu sıkışık bir şekilde binalar, otopark, hoteller ve iki ufak park bulunuyordu. Bir türlü aklımda kalan yerleşim yerini oturtamıyordum.
Bir süre etrafa bakındıktan sonra yaşlıca bir esnafa durumdan bahsettim. Oylat girişinde sağlı sollu bulunan ve şu anda yıkılmakta olan sarı binaların bahsettiğim Orman Bakanlığı’nın yeri olduğunu, yıllar önce bakanlığın orayı özelleştirdiğini ama yıllarca işleten adamın hiç para ödemeden kaçtığını, bunun üzerine de belediyenin tesisi yeniden yapacağını öğrendim. Anılarımda “çok güzel” olarak kalmış tesisin yıkılıyor olması (saçma ama!) moralimi bozmuştu!
Tesisi görünce, onun tam karşısından Ömür Abimle ormana tırmandığımızı ve bir süre sonra bir köylünün, “çocuklar burada dolaşmayın yabani domuz var!” uyarısı üzerine tırsarak abime “geri dönelim!” dediğimi anımsadım. (Elbette abim dönmemiş bir süre daha tırmanmaya devam etmiştik!)
Ahmet’le umumi kaplıcaya girmek için 5’er Lira ödedik. Bu arada görevli, “yalnız içerisi bayağı dolu” diyerek uyarsa da, “buraya kadar gelmişken” diyerek jetonlarımızı aldık. İçeri girer girmez adamın ne demek istediğini daha iyi anladık. Çünkü içerisi silme insan doluydu. Soyunma kabininde şortumuzu giyip giysileri Ahmet’in çantasına tıktık, askılığa astık ve havuz geçtik. Burası daha da kalabalıktı!
Götüm götüm havuzda boş gördüğümüz bir yerden önce ayaklarımızı ardından da kendimizi suya sokup kaplıcanın sıcak ve sakinleştirici havasında beklemeye başladık. Bekledik diyorum çünkü küçücük havuzda en az 40 kişi vardı ve bazıları zoru deniyordu! Birkaç metrelik boşluklarda havuza dalanlar, su sıçratarak kulaç atanlar ya da gerilerden koşup havuza atlamaya çalışanlar gerçekten çok mübarek insanlardı çok(!) Neyse ki sıcak suyun enerjimizi sömürmesi ortama dayanmamızı sağlıyordu 🙂
Pamuk gibi olmuş bir şekilde Yeşil Vadi’ye ulaştık. Ortaya kuru fasulye ve birer tane de öğlen yediğimiz gibi güveçte alabalık sipariş ettik. Alabalık öğlenki kadar güzel olmasa da güveçte yapılmış olan kuru fasulyesi nefisti. Dönüş yolunda Taymek – Çayeli Fasulye Pilav’da kuru fasulye yemeye karar verdik.
Yemeği yerken başlayan yağmur sabaha kadar devam etti. Yemekten sonra önce çadırda bir süre zaman geçirdik, ardından Seçkinler’deki sobanın etrafına kurulup laklak ettik ve çadırın tepesine vuran yağmur sesleri arasında günü tamamdık.
13 Eylül 2016, Salı
Salı gününe kuş sesleriyle gözlerimizi açarken yağmur dinmişti. Normal plana göre bu gece de kalıp Çarşamba sabahı erkenden yola çıkacaktık fakat planı değiştirip çadırı topladık ve kahvaltıya geçtik.
Öğlene doğru Oylat Mağara’sına geçtim.
Bayram olduğundan gelip gidenin bol olduğu mağaraya girdikten sonra bir süre demir basamaklardan kısa çıkışlar yaparak ya da düz yürüyerek ilerliyordunuz. Bir süre sonra tavandan gelen yarasa seslerini duyup yuvalarını işgal ettiğimiz için üzülüyordum!
Dik basamaklardan tırmanmaya başlarken sağlı sollu sarkıt ve dikitler oldukça enteresan görünüyorlardı. Aklıma birkaç yıl önce Abreg‘le gittiğimiz Sinop’taki İnaltı mağarası geldi. Ama niyeyse, buranın çok daha güzel olduğunu düşündüm.
Hem içerinin soğukluğu, hem de tırmanmanın yoruculuğu ile en üst noktaya ulaştığımda nefes nefese kaldım. Bir süredir benim arkamdan gelen 8-9 yaşlarındaki ufaklığın tırmanırken çıkarttığı, “Ooof! Yorulduuuum!” sesleri ve ardından oraya buraya koşması, sarkıtlara dokunmaya çalışmasını izlemek de ilginç bir deneyimdi! (Dönüş yolunda ufaklığın sevinçle zıplayarak avuçlarının içine baktığını gördüm. “Ne o?” diye sorduğumda, avucunun içindeki ufak kaya parçasını bana gösterip heyecanla, “kayadan kopardım!” diyordu. Kayaların üzerine çıkıp yazı yazanları düşününce çocuğun “zararlı” olmadığını düşündüm.)
Çıkışta, omzunda papağan olan bir adam, turistleri padişah, sultan giysileriyle giydirip fotoğraf çekmek için hazırlık yapıyordu.
Sıcak suyumuzu termosa doldurup bir kere daha Oylat’a geçtik.
Bayram olduğundan arabayı ancak merkezden uzakça bir yer park edip şelaleye doğru yürümeye başladık. Orman içinden inişli çıkışlı ilerlerken nefes nefese kalmış ve “acaba daha ne kadar var?” diye düşünceli gözlerle geri dönenleri gözleyen insan manzaralarıyla karşılaşıyorduk.
Bir süre yürüdükten sonra (ne gereği varsa!) dibine kadar gitmeliydim! Hızlı hareketlerle merkeze yaklaşık 2 km uzaklıktaki şelaleye ulaşıp kısa bir süre bakındım. Bu sefer de aklıma Tatlıca Şelaleleri geldi.
Dönüşte birçok kişi “daha ne kadar kaldı?” diye soruyordu. Ben de tahminen rakam veriyordum. Biri, “sürekli rakam artıyor arkadaş!” diye çıkışırken, bir diğeri “gitmeye değer mi?” diye soruyordu. Ben de çektiğim fotoğrafı gösterdim ve kararı ona bırakıp hızlıca yoluma devam ettik.
Ufak bir ekmek fırınından (kesinlikle ve kesinlikle!) hayatım en lezzetli poğaçalarını satın alıp arabaya atladığımızda saat 16’ya geliyordu. Dönüşte planladığımız gibi hiç mola vermeden ilerledik ve Taymek’te Çayeli Fasulye Pilavcısında nefis kuru fasulye pilavı mideye indirip saat 20 civarlarında eve ulaştık.
Yıllardır aklımda kalan parçalarıyla yaşattığım ve hiç değişmeyecekmiş, hep öyle kalacakmış gibi düşlediğim Oylat’ın oldukça değişmiş halini görüp şaşırmak, bu gezinin benim açımdan en enteresan yanıydı. Şu anda bu cümleleri yazarken Kara Şövalye Yükseliyor’da Selina’nın çatıda birden kaybolduğu sahnede Batman’in “demek böyle bir hismiş!” cümlesi aklımda dolanıyor.
Hızlı, mini minnacık ama güzel bir geziydi. Nicelerine demek gerek…
Gezi sonrası Türkiye yıldız tablosunda son durum; 🙂