Bir Zamanlar Polatlı’da…, Biz Aslında İyi Çocuklardık!, Necdet Özkazancı

1898 TASRAFUTBOL.indd

Bir Zamanlar Polatlı’da…

2. Bölüm: Polatlı, 60’lar
Biz Aslında İyi Çocuklardık!

1970 yılının Ağustos ayı sonlarıydı. On dört yaşında, ortaokulu bitirip liseye ve ergenliğe yeni adım atmış kavruk, çelimsiz bir çocuktum. Yaz tatili bitmek üzereydi. Tatil boyunca hiç saç tıraşı olmadığım için saçlarım bir hayli uzamıştı.

Kiracı olarak oturduğumuz Turan Caddesi’nde, hastanenin karşısındaki iki odalı kerpiç evden; Polatlı’nın güneyinde, Eskişehir yolunun hemen altında, Konya-Yunak yolunun yanında kurulmuş bir gecekondu önleme bölgesi olan Esentepe Mahallesi’nde, belediyenin neredeyse bedava sayılacak bir bedelle tahsis ettiği arsa üzerine yaptırdığımız üç odalı evimize yeni taşınmıştık. Esentepe’deki evimiz Çarşı’ya, yani merkeze yaklaşık iki buçuk kilometre uzaklıktaydı. Ev yapılırken, annemin sattığı küçük tarlanın parası yetmediği için babam az da olsa borca girmiş, biraz dara düşmüştü ama yine de kendi evimize kavuştuğumuz için mutluyduk ve keyfimiz yerindeydi.

Esentepe’ye taşınmadan önce babamın, eşyalarımızı taşıyacak olan at arabacı ile yaptığı pazarlığa tanık olmuştum.

At arabacı Süleyman Amca, ortalığı kavuran temmuz sıcağında kasketini arkaya doğru devirip ensesine ıslak bir bez mendil yerleştirmiş, fiyatı artırmaya çalışıyordu:

– Olmaz Yaşar Aga, kurtarmaz! Baksana en az üç araba eşya var burada.

Babam kalede sağlam duruyordu.

– Kurtarır, kurtarır. Ne var sanki la? Altı üstü, üç defa Esentepe’ye gidip gelecen! Atının incileri dökülmez ya!

– Yaşar Aga, bak! Tam üç defa gidip gelmem lazım. Bu paraya valla kurtarmaz! Verdiğin para atın yem parası bile değil yav!

Al takkeyi ver külahı, üç aşağı beş yukarı derken pazarlık bitmek bilmiyordu. Sonunda babam kestirdi attı:

– Neyse, uzatma işte Süleyman. Sen taşı da sonra helalleşiriz. Veririz hakkın neyse, merak etme yav!

Gerçekten de Süleyman Amca, cefakâr atının çektiği at arabasıyla o sıcakta tam üç defa Esentepe’ye gitti geldi; eşyaları kazasız belasız taşıdı. Bizde de ne eşya varmış be! Tam üç at arabası!

Futbolu, o yıllarda da şimdi sevdiğim kadar çok seviyordum. Öyle ki adeta futbolla yatıp, futbolla kalkıyordum. Kalın plastikten yapılmış mavi renkli bir topum vardı. Delinmediği halde sibobundan hava kaçırıp yumuşadığı için fazla zıplamıyordu ama yine de idare ediyordu. Mahallenin tüm bebeleri, bu mavi plastik topla oynayarak nefsimizi körlemeye çalışıyorduk.

Aslında ondan önce bir meşin topum olmuştu. Bir önceki yaz tatilinde babam asker potini derisinden, elde yapılmış bir memeli meşin top getirmişti ve çabuk eskimemesi için her yerini kuyruk yağıyla iyice yağladığımız o siyah meşin topla yaz boyunca oynamıştık. Kuyruk yağı kötü kokuyordu ama ne yapalım, sağlamlık için şarttı! Gelgelelim zaman içinde yağmurda ıslanarak, güneşte kuruyarak boyası dökülen ve iyice şekilden çıkıp armutlaşan topun dikişleri birkaç yerinden patladı, iç lastiği de delindi. Biraz yağmurlu havada ıslanıp çamurlandığında bir gülle gibi ağırlaşıyor ve kafa vurmak cesaret istiyordu. İç lastiği şişirdiğimiz zaman topun patlayan dikiş yerlerinden küçük balonlar fırlıyor; sonra da iç lastikteki delikten dolayı havası kısa sürede inen top, et gibi oluyordu. Et gibi topla oynamak da açıkçası hiç zevk vermiyordu. Ayrıca iç lastiği ağızla ya da varsa bisiklet pompasıyla iyice şişirip ve uzun memesinin ucunu da katlayıp ince bir iple sıkıca bağladıktan sonra içine soktuğumuz topun ağzını kapatmak için kullandığımız meşin ip de kopmuştu. Top oynarken, iç lastiğin memesinin katlanarak bağlanmış ucu bir süre sonra yerinden çıktığı için topa iyi vuramadığımız gibi, top havada giderken ya da yerde sekerken yön değiştirerek bizi şaşırtıyor; verdiğimiz paslar da hiç yerini bulmuyordu. Top havadayken kafayla vurmaya kalktığınızda kafanız topun memesine denk gelirse yandınız. Of of of! Öyle bir acırdı ki, anlatamam! Babamsa, güzelim topu hor kullandığımızı, ara sıra kuyruk yağıyla yağlamayı ihmal ettiğimizi, topu da ayakkabılarımızı da haşat ettiğimizi söyleyerek bize kızıyordu.

– Şuna bak, top demeye bin şahit ister! Ben size bunu ara sıra kuyruk yağıyla yağlayın demedim mi? Topun boyası dökülmüş, dikişleri patlamış; şekli şemaili değişmiş. Olmuş sana bir armut. Haşat etmişsiniz topu yav!

– Kuyruk yağı bulamadık ki baba. Olsa yağlardık.

– Sus! Kasap Kâzım’ın oğlundan isteseydiniz verirdi. Alt tarafı bir parça kuyruk yağı la, n’olacak sanki? Atla deve değil ya bana.

Kısacası bu siyah meşin top, bir yıl boyunca başıma tam bir bela olmuştu. Birkaç kez hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak ve bütün harçlıklarımı harcayarak tamirciye götürüp patlayan dikişlerini yeniden diktirdim ve iç lastiğindeki delikleri de defalarca soğuk yama ile yamattım ama bana mısın demedi. Top tamircisi Hüseyin Abi, şimdi hakkını yemeyeyim çok uğraştı. Uzun, eğri iğnesiyle defalarca elde dikip tamir ettiği topu biraz olsun yuvarlaklaştırmak için ütü olarak adlandırdığı düdüklü tencere gibi bir kalıbın içine bile soktu da o bile hiç fayda etmedi. Artık sabrım tükenmişti. O memeli meşin topu bıraktım, harçlığımdan biriktirdiğim parayla bu mavi plastik topu aldım. Ne var ki o top da birkaç gün oynadıktan sonra sibobundan (supap) hava kaçırdı ve yumuşadı. Kader işte, ne yaparsınız! Toptan yana yüzüm hiç gülmedi.

Aslında hiç top sıkıntısı çekmeyebilirdik. Çünkü oturduğumuz mahalleye yeni taşınmış bir subay çocuğu olan Sezgin’in siyah-beyaz renkli, siboplu bir meşin topu vardı; hem de yusyuvarlak! Okulda arkadaş olmuş ve birkaç kez top oynamıştık. Onun topuyla rahatça oynayabilirdik, tabii annesi izin verirse… Nedendir bilmem, Sezgin çoğunlukla annesinden izin alamazdı. Sezgin’in annesi belki de oğlunun yaralanmasından ya da bir kavgaya karışmasından korkuyordu, kim bilir! Çocuk bir fırsatını bulup topuyla birlikte aramıza karıştığında ise en fazla beş dakika sonra annesi kızarak, bağırarak, akşam babasına söylemekle tehdit ederek eve çağırırdı. Sezgin topuyla birlikte kös kös eve giderken biz de arkasından öylece bakardık.

Sezgin’i anımsadığımda hep kendi kendime düşünüp sormuşumdur: Acaba annesi maçtaki en itibarlı ve önemli oyuncunun, topundan dolayı kendi oğlu olduğunu, maçta küçük tartışmalar dışında hiç kavga çıkmayacağını ve oğlunun birkaç sıyrık dışında hiçbir zaman ciddi bir biçimde yaralanmayacağını bilse Sezgin’in bizimle oynamasına izin verir miydi? Ne var ki bunu hiçbir zaman öğrenemedim.

Gerçi Sezgin’in annesi, oğluna bizimle oynaması için izin vermediği günlerde hakkımızda ne düşünürdü bilemem ama durumumuza şöyle bakıyorum da bence biz aslında öyle kötü çocuklar değildik.

Neden kötü çocuklar olmadığımızı sizlere şöyle kanıtlayabilirim: Örneğin okula hiç geç kalmıyor ve okuldan hiç kaçmıyorduk. Ödevlerimizi aksatmadan yapıyorduk ve notlarımız da fena sayılmazdı. İlkokulda okurken pazartesi sabahları okula girmeden önce söylediğimiz andımızda da ciğerlerimizi paralarcasına haykırdığımız gibi büyüklerimizi sayıyor, küçüklerimizi seviyorduk. Zaten çok uslu olduğumuz için hiç yaramazlık yapmıyor, olmaz ama oldu ya bilmeden bir yaramazlık yaparsak da büyüklerimiz kızdığında bir suçlu gibi öylece önümüze bakıyor, cevap vermiyorduk. Anne ve babalarımızla gittiğimiz misafirliklerde çok terbiyeli davranıyor, şeker ikram edilince bir tane alıyor, ikincisini almamız için ısrar edildiğinde annemiz gözüyle “Alabilirsin,” işareti yaparsa ancak o zaman bir tane daha alıyorduk. Okulda, annemizin verdiği yirmi beş kuruş harçlığı çok dikkatli harcıyor, hiç israf etmiyorduk. Ulusal bayramlarda resmigeçit töreninden hiç kaçmıyor; tören alanında büyüklerimiz tarafından yapılan uzun ve veciz konuşmalar ile öğrenci arkadaşlarımızın yüksek sesle okudukları etkileyici şiirleri, saatlerce ayakta durmaktan bacaklarımız ağrısa da, soğuk ve yağmurlu havada üşüyüp ıslansak da hiç sızlanmadan dinleyip sabırla resmigeçidin başlamasını bekliyor; en öndeki izci ve yavrukurt takımının büyük bir uyumla çaldığı trampetler eşliğinde yaptığımız resmigeçitte sırayı ve rap rap rap uygun adımı hiç bozmuyorduk. Yine ulusal bayramlarda, okulda düzenlenen ve Kurtuluş Savaşı’nın canlandırıldığı müsamerelerde bize verilen düşman askeri rolünü ve sonunda Türk askerleri tarafından denize dökülmeyi, “Ama öğretmenim,” demeden, hiç itiraz etmeden sessizce kabulleniyorduk. Ondan sonracığıma, akşam hava kararınca, tam oyun zevkinin zirveye çıktığı en tatlı zamanlarda annelerimiz çağırınca istemeye istemeye de olsa otoriteye boyun eğerek hiç ikiletmeden –hadi neyse itiraf edeyim, nasıl olsa sizden sır çıkmaz; bazen ikilettiğimiz, hatta üçlettiğimiz oluyordu– kös kös de olsa eve gidiyorduk. Radyoda haftada bir yayınlanan “Mikrofonda Tiyatro” programı dışında erken yatıp erken kalkıyorduk. Sonra efendime söyleyeyim, ilkokulda okurken süt saatinde büyük bir kazanda kaynatılan ve kepçe ile kupalarımıza konulan süttozundan yapılmış sıcak sütü hiç itiraz etmeden içiyorduk. Hatta öğretmenlerimiz öyle uygun gördüğü için okula giderken annelerimizin elimize tutuşturduğu bir litrelik cam şişelere kazanda kalan sütten doldurttuktan sonra okul dönüşü evimize dökmeden ve zarar vermeden götürüyor; annelerimizin o sütten yaptıkları yoğurtları hiç yüksünmeden yiyorduk. Müdürümüz ya da öğretmenlerimiz saçlarımızın uzadığını söylediklerinde hemen berber amcaya giderek kafamızı üç numaraya vurdurduğumuz ve tırnaklarımızı da zaten düzenli olarak kestiğimiz için hiç bitlenmiyor; okuldaki saç ve tırnak muayenelerinde öğretmenden azar işitmiyorduk. Öğretmenimiz bazen yaramazlık yaptığımızda bizi cezalandırmak ve terbiye etmek için her zaman yanında taşıdığı ince tahta sopayla ellerimize vurduğunda canımız yansa da hiç ağlamıyor, yine bizi cezalandırmak ve terbiye etmek için kulağımızı çekmesine ve ders bitene kadar bir köşede tek ayak üstünde bekletmesine de kuzu kuzu katlanıyorduk. Dinî bayramlarda, sabah erkenden kalkıp bayramlık elbiselerimizi giyiyor ve bayram namazı için babalarımızla birlikte caminin yolunu tutuyorduk. Nazara uğrayıp da hastalandığımızda, annemiz iyileşmemiz için kurşun dökerken bez örtünün altında hiç korkmadan ve kıpırdamadan duruyorduk. Sabah okula giderken ve akşam yatarken dişlerimizi hep fırçalıyorduk. Oynarken hiç kavga etmiyor, bazen beklenmedik şekilde kavga çıktığı zaman da araya girip kavga edenleri ayırıyor ve barıştırıp oyuna devam ediyorduk. Hiçbir oyunumuzun kavga nedeniyle yarıda kaldığını anımsamıyorum. Bu arada üstümüzü başımızı temiz tutmaya, okul kıyafetiyle top oynamamaya dikkat ediyor; okula giderken giydiğimiz ve zaten bir tane olan önlüğümüzü, ceketimizi, pantolonumuzu, gömleğimizi, kravatımızı elimizden geldiğince kirletmemeye çalışıyorduk. Pazardan alınmış Gislaved veya Derby marka lastik ya da naylon ayakkabılarımız ile çizmelerimizi okula gitmeden önce evimizin bahçesindeki çeşmeden akan duru suyla güzelce yıkayıp kuruluyor; okula gidene kadar yine kirlenir ya da çamurlanırsa, soğuk su ellerimizi üşütmesine rağmen hiç üşenmeden okul tuvaletinde bir daha suyun altına tutuyorduk. Ortaokulda, seçmeli din bilgisi derslerinde peygamberimizin hayatı ile İslam’ın ve imanın şartlarını çok iyi öğrenmekle kalmamış, “Amentü” duasını da ezbere okuyabilecek duruma gelmiştik. Her ne kadar uzun sureleri ezberlemekte zorlansak da “Kevser” ve “İhlas” sureleri imdadımıza yetişmişti. Bu iki kısa sureyi rahatlıkla ezberlediğimiz için, öğretmenimiz tahtaya kaldırıp da kendi seçtiğimiz bir veya iki sureyi okumamızı istediği zaman, Türkçe anlamını bilmesek de “Kevser” ya da “İhlas” surelerinden birini ya da üst üste ikisini birden hiç takılmadan ezbere okuyup aferinimizi alıyorduk. Öğretmenimiz sert görünümlüydü ama aslında halden anlayan anlayışlı ve hoşgörülü bir insandı. Bizi fazla ezmek istemezdi.

– Size söylediğim sureleri ve duaları ezberlediniz mi? Necdet, kalk bakalım tahtaya! Çalıştın mı?

– Çalıştım ama hepsini ezberleyemedim hocam.

– Niye? Ben bu surelerin ve duaların hepsi ezberlenecek demedim mi? Neyse, hangilerini ezberledin?

– “Kevser” suresiyle “İhlas” suresini hocam…

– O zaman birini ezbere oku bakalım şimdi.

– Bismillahirrahmanirrahim. İnnâ a’taynâkelkevser. Fesalli lirabbike venhar. İnne şânieke hüvel’ebter.

– Aferin, iyi ezberlemişsin! Şimdi de “İhlas” suresini oku bize.

– Bismillahirrahmanirrahim. Kul hüvallâhü ehad. Allâhüssamed. Lem yelid ve lem yûled. Ve lem yeküllehû küfüven ehad.

– Aferin oğlum, otur! Gerçi kısa sureleri ezberlemişsin ama neyse. Buna da şükür! “Fatiha” ve “Fil” sureleriyle size söylediğim öteki sureleri ve duaları da iyi ezberle tamam mı? Ercan, sen kalk bakalım tahtaya!

Bakın, siz de görüyorsunuz işte. Daha ne olsun? Söyleyin, iyi çocuk olmak için daha ne yapalım? Bunlar yetmez mi? Bakın, hiç yalan söylemiyorum; son derece ciddiyim! Anlattıklarımın fazlası var eksiği yok, bu kadar açık ve net konuşuyorum.

Yine de bazı olaylar aklıma gelince burada birkaç noktaya açıklık getirmem şart oluyor gibi sanki. Demin hiçbir oyunumuzun kavga nedeniyle yarıda kaldığını anımsamıyorum demiştim ya, orada biraz yanılıyor olabilirim. Ne yalan söyleyeyim, yarıda kalan oyunumuz da olmuştur belki. Bunu arkadaşlara bir sorsam iyi olur. Şimdi işin doğrusu okul kıyafetiyle top oynamışlığımız da vardır. Öğretmenimiz bir keresinde kızılcık sopasıyla elime vurduğunda canım çok yandığı için sessizce ağladığımı anımsıyor olsam da erkekliğe leke sürmemek için burasını pas geçiyorum. Süttozundan yapılan sütü içerken ve ekşi yoğurdu yerken biraz yüzümüzü buruşturuyorduk ama sizi temin ederim ki hiç itiraz etmedik. Birkaç kez de okula geç kaldım ve okuldan kaçtım ama çok da şey değildi. Fakat şurası kesin ki bazen itiraz etsek de büyüklerimizi sayıyorduk ve zaten hep onların dediği oluyordu. Zaman zaman küçüklerimizi dövsek de genellikle seviyorduk. Kısacası şimdi geriye dönüp bakıyorum da aslında kötü değil, tersine oldukça disiplinli, çalışkan, iyi ve uslu çocuklarmışız yahu!

Tabii şimdi böyle konuşuyorum ama itiraf etmeliyim ki, bazen aklımıza estiğinde ve birbirimizi kışkırttığımızda topluca olmadık işler yapmıyor da değildik. Örneğin bir keresinde ta Yunak yolunda, Polatlı’ya 3-4 kilometre uzaklıktaki Sivritepe’ye gelincik toplamaya gitmiş; orada, yükseklerde süzülerek uçan kartallardan korka korka topladığımız gelinciklerin yanı sıra toprağın altındaki Kurtuluş Savaşı’ndan kalma şarapnel parçalarından da toplayıp hurdacıda satmış; parasıyla da bakkaldan sütlü şeker ve lokum-bisküvi alıp yemiştik. Yine anımsıyorum da bir keresinde, sekiz on çocuk hep birlikte Sakarya Şehitleri Anıtı’na kadar gidip, Gazi Mahallesi’ndeki çocuklarla mahalle maçı yapmış ve farklı bir şekilde yenilmiştik. Öyle ki gol yemeye doymamıştık. Ama olsun, bizim plastik topumuz ya da armutlaşmış meşin topumuz yerine onların gıcır gıcır siboplu meşin topuyla oynamak –biraz sert olduğu için vururken ayağımızı ve kafamızı acıtsa da– güzeldi. Maç bittikten sonra biz de onları rövanş maçı için bizim mahalleye davet etmiştik, tabii siboplu meşin toplarıyla birlikte. Fakat onlar gelmedikleri için rövanş maçını oynayamadık.

Neyse… Konuyu daha fazla dağıtmadan yeniden Sezgin’e dönelim. Biz ve çevre mahallelerdeki çocuklar, kendi aramızda örgütlenerek, güçlü ve iddialı “Ataryemez”, güçlü takımların almadıkları kazma topçulardan oluşan, teslim bayrağını daha baştan çektiği için son derece rahat olan ve centilmence oynayan, adını koymaktan ve kaptanlığını yapmaktan her zaman büyük bir gurur duyduğum “Yeratamaz”, “Altınbaşak”, “Turanspor”, “Sakaryaspor” gibi adlarla takımlar kurarken; sokakta, boş arsalarda ya da bir okulun bahçesinde yüzümüze yapışan tozla karışıp hafifçe çamurlaşmış terler akıtarak, düşüp dizlerimizi kanatarak, lastik ya da naylon ayakkabılarımızı parçalayarak, susadığımızda en yakındaki sokak çeşmesinden kana kana su içip birbirimizi ıslatarak top peşinde koşarken, o kadar istemesine karşın bizimle oynayamayan Sezgin, yusyuvarlak ama hiçbir işe yaramayan gıcır gıcır siboplu meşin topuyla evlerinin küçücük bahçesinde kös kös oturup bize imrenerek öylece pinekler, topuyla bahçe duvarına isteksizce şut çekmekle yetinmek zorunda kalırdı.

Sonraları zaman aktıkça ve aileler arasındaki komşuluk ilişkileri bir şekilde geliştikçe yavaş yavaş her şey rayına oturdu ve annesi Sezgin’in bizimle oynamasına sınırlı olarak izin vermeye başladı. Ama bu sefer de Sezgin’in subay olan babasının tayini çıktı ve o gidince biz yine topsuz kaldık. Daha doğrusu topsuz kalmadık da yine bizim armut meşin top ve havası inmiş mavi plastik topla sahada harikalar yaratmaya devam ettik.

Uzatmayalım, günler işte böyle tekdüze bir biçimde geçip duruyor ve biz de pek farkında olmadan yavaş yavaş büyüyorduk.

Kitap: Taşradan Futbol Hikâyeleri, Necdet Özkazancı

“Bir Zamanlar Polatlı’da…, Biz Aslında İyi Çocuklardık!, Necdet Özkazancı” üzerine bir yorum

  1. Paylaşımın için teşekkürler Mehmet Ali… Bugün kardeşimle birlikte Polatlı’daydık. Hikâyelerde adları geçen bazı arkadaşları ve İstiklal Gazetesi’ni ziyaret edip, birer kitap imzalayarak hediye ettim. Bu vesileyle eski güzel günleri bir kez daha andık, hatıra olsun diye fotoğraflar çektirdik. Annemle babamın mezarlarını ziyaret ettiğimizde, annemin futbol ve sinema tutkum nedeniyle okumayıp bir hayta olup çıkmamdan endişelenmesini, babamın at arabacı ile yaptığı pazarlığı ve kuyruk yağıyla yağlamadığımız için adeta haşat olmuş bir armut haline gelen memeli meşin top yüzünden çektiği fırçaları anımsayıp gülümsedim; ikisini de sevgiyle andım. Şimdi de senin paylaştığın bu hikâyeyi görünce, yazarken ve düzeltirken kim bilir kaç kez okuduğum halde bir kez daha okudum. İyi geldi… 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.