Doğa Koruma Merkezi’nin, Aydan’ın yürüttüğü Doğa İçin Sanat projesinin yapılacağı Köyceğiz’e gitme planına bende “yancı” olarak dâhil oldum. Kısa da olsa döndüğümde çok mutluydum!
Planı öğrendiğimde “nerede bu Köyceğiz” diye bakındığımda, etrafında birçok yere gitmeme rağmen Köyceğiz’e hiç gitmediğimi fark edip şaşırmıştım. Oradayken, bizlere nefis bilgiler aktaran Okan’dan, hem denize uzak olması, hem de üç bir yanının milli park ve doğa koruma kanunları ile korunduğu için etraftaki yerleşim yerlerine göre buranın daha sakin kaldığını ve bu sayede de doğanın diğer yerlere göre bakir kalmayı başardığını öğrendik. Zaten, ilk gün hotelde yemek yerken göle doğru kafamızı çevirdiğimizde, karşıdan ne bir ses, ne de bir ışık gelmemesi gerçekten nefis bir duyguydu.
10 Haziran 2016, Cuma
Perşembe akşamı saat 22’de otobüse atlayıp Cuma sabahı saat 8’de Köyceğiz’e vardığımızda otobüste sadece biz kalmıştık.
Kalacağımız Flora Hotele geldiğimizde nefis bir göl manzarası bizi karşılıyordu.
İlk iş olarak, eski kameramın tripotuna, Aşkın Abiden ödünç aldığım selfie çubuğunun üst parçasına eklediğim cep telefonumu koydum ve Yıldıray’ın verdiği taktiklere göre video çekimleri yapmaya başladım.
Kahvaltının ardından hotelin bisikletlerini ödünç aldık ve gölün çevresinde gezinmeye başladık. İlk durağımız kaktüs ve sukulent yetiştiren ve satan Palmiye Merkezi idi. Seraların içerisinde gerçekten nefis türler vardı.
Bir süre bakındıktan ve birkaç tane satın aldıktan sonra kuş gözlemleme umuduyla bir yandaki patikadan bisikletlerimizi sürmeye devam ettik. Bir süre gittikten ve biraz bakındıktan sonra hotele doğru geri dönüşe geçtik.
Öğle yemeğinin ardından minibüse atladık ve sadece Köyceğiz ve çevresinde yetişen Anadolu sığla ağacı (Liquidambar Orientalis) ormanını görmek ve hakkında bilgi almak için Kavakarası’na gittik. Okan bize ağaç, orman ve bu bölgede yapılan koruma çalışmalarından, yaşanılan zorluklardan bahsetti. Sığla ağacı, gövdesinde açılan yaraları kapatmak için bir sıvı salgılıyor ve bu sıvı toplandıktan sonra önce kaynatılarak, ardından da sıkılıp bekletilerek bir ürün elde ediliyor. Bu ürün parfümeride kokuyu tutucu olarak, sabun olarak veya yiyecek olarak kullanılabiliyor.
İkinci durağımız daha önce hiç gitmediğim Dalyan’dı. Minibüslerden indik ve Köyceğiz gölü ile Akdeniz’i birleştiren kanalın etrafında yürüdük.
Bu sırada Okan bizlere kanal, göl ve kayalıklara açılmış nefis Likya kaya mezarlıkları ile burada kurulmuş olan medeniyet hakkında bilgiler veriyordu.
Üçüncü durağımız İztuzu plajının hemen arkasında yer alan, Pamukkale Üniversitesi Deniz Kaplumbağaları Araştırma Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi (DEKAMER) idi. Tekne pervanelerinin çarpması sonucu kabuğunda, kafatasından yaralanan ya da ani bir şekilde sıcak ya da soğuk su akımına yakalanıp rahatsızlanan deniz kaplumbağalarının tedavisi burada yapılıyor.
Kimisi hareketsiz duran, kimisi sürekli çember çizen, kimisi sadece kollarını hareket etmeye çalışan kaplumbağalar hakkında bilgiler aldık ve beyin travması sonucunda yüzmeyi dahi unutan ya da kabukları ağır yara alan deniz kaplumbağalarının burada 3 yıla yakın tedavilerinin yapılıp ardından doğal yaşama bırakıldıklarını öğrendik.
DEKAMER’den sonra nefis bir kumsalı olan ve deniz kaplumbağalarının yumurtladığı, İztuzu plajında yüzdük. Dalgalardan sürekli tokat yememek için sırt üstü beklerken, kolluklarıyla tam önümde yüzen Hatice’nin oğlu Deniz’in arkamdan gelmekte olan büyükçe dalgayı fark ettiğinde yüzündeki korku ifadesini görmek, dalganın geçişi ve akabindeki hepimizin birden kahkahalara boğulması, en güzel anlardan biriydi.
Plajdan sonra önce Ortaca’da el yapımı dondurma yedik sonrasında da günün son durağı olan Yuvarlakçay’a gittik. Dağdan gelen soğuk suyun ufak havuzlar haline getirildiği ve bir yandan bir şeyler yiyip içmek bir yandan da kendine güvenenlerin soğuk suya girdiği Yuvarlakçay’a önce İrem girdi ve hızlı bir şekilde çıktı. Sonrasında ben merdivenden adım adım içeri girdim ve kendimi soğuk suya bıraktım. Bir iki kulaçtan sonra hareket edemeyeceğim paniğiyle hızlıca sudan çıktım ve o an İrem’in suya girdiğinde yüzüne yerleşen şaşkınlığın sebebini anladım. Çıktıktan sonra suyun soğuk olduğunu ama Mostar köprüsü altında akan nehir suyunun yanına bile yaklaşamayacağını konuştuk.
Yuvarlakçay’dan sonra hotele geçtik ve çok güzel bir akşam yemeği yedik. Yemekte en çok ilgimi çeken şey, birçok faydası olan ve özellikle bol su ve C vitamini deposu sayılan Silcan bitkisinden yapılmış yoğurtlu ve yoğurtsuz kavurma idi. Gerçekten çok lezzetliydi!
Akşam yemeğinden sonra, herkesin Yıldıray’a ilettiği şarkıların tek tek çalınması ve her şarkıdan sonra kimin bu şarkıyı seçmiş olabileceği tahminlerinin yapıldığı bol kahkahalı bir yarışma yaptık. Çok eğlenceliydi!
11 Haziran 2016, Cumartesi
Cumartesi günü hotelin önünden tekneye atladık ve gölden kanala doğru ilerlemeye başladık. Hiçbir yapının bulunmadığı dağlar arasında yaptığımız yolculuk gerçekten nefisti. Okan, denizle birleşen göllere, ayaklı göl dendiğini, burasının aslında geçmişte deniz olduğunu ve bu gölün hem tatlı, hem tuzlu hem de acı su barındırdığını anlattı.
Kanala yaklaştığımızda hem sazlıklar hem de tekne popülasyonunun artmaya başladığını görüyorduk.
Zikzaklar çizerek yolumuza devam ederken, dün de geldiğimiz Dalyan’ın içinden geçerek Iztuzu plajının arkasında tekneden inip yüzmek için denize doğru yürüdük.
Deniz düne göre daha az dalgalı ama daha soğuktu. Buna rağmen Süleyman’ın yanında getirdiği Gopro ile su altı ve üstünde çekim yapması yüzünden bol kahkahalı birkaç saat geçirip ardından yemek yemek için tekneye geçtik.
Dalyan kanalında avlanan ve ilk kez yediğim mavi yengeç gerçekten nefisti. Yemekten sonra bir sonraki durağımız olan Ölemez Dağının eteklerinde yer alan göl kenarındaki kaplıcaya doğru yol aldık. Tekneden indiğimizde burunlarımıza gelen buram buram sülfür kokusu nedeniyle sıcak çamur banyosuna girmek ilk anda zor olsa da, içine girip tüm vücudumuzu çamurla kaplarken birbirimize bakıp attığımız kahkahalar atmaya başladık. Elbette bunda Süleyman’ın sığ su ve çamur içinde yüzüşünü izlemenin de etkisi vardı.
Ellerimizin çamur olduğu için hiç fotoğraf çekemesem de Süleyman Goprosu ile bol bol çekim yapıyordu. Çamura kaplanmış bir şekilde sıcak sudan çıktıktan sonra kurumak için bir süre güneş altında beklerken, etrafta heykel gibi olmuş insanları görüp birbirimize gösteriyorduk. Çamur kurudukça tüm vücudumuzun gerginliği artırıyordu. Hareket etmek ve konuşmaya çalışmak gerçekten enteresandı.
İyice kuruduktan sonra gölün ılık sularında çamurdan arındık ve ardından kaplıcanın sıcak sularında gevşedik.
Günün son durağı dönüş yolunda yer alan bir koydu. Bir süre de burada yüzdükten sonra hotele vardığımızda bizi Aydan karşılıyordu.
Akşam yemeğinin ardından 20’de otobüse atladık ve Pazar günü sabah 6.30’da eve varmıştık. Kısa ama dolu dolu yaşadığımız, bol bol eğlendiğimiz nefis bir anı biriktirme ve hayattan çalmacaydı. Nicelerine…
Bu gezinin benim açımdan bir özel yanı da Yeni Rakı’nın muhtemelen 2015’de başladığı ve bildiğim kadarıyla 35 parça olan Şehir Serisi‘ne ait Diyarbakır bardağını bulmamdı.
Ankara’nın “Kuğulu”, “Gar” ve Adana’nın “Pamuk Tarlası” bardağından sonra Diyarbakır 4. bardağım olarak listeye eklendi. Kaldı 29! 🙂
Video üstadı Tuğçe’nin desteği ile ilk kez Premiere kullanarak video anı yapmanın haklı sevinciyle ve gururuyla sunuyorum;