Hikâyenin en başında plan; Akyaka’ya gidip, denize girmek (büyük bir zevkle bol bol yapabilirdim!), uçurtma sörfü “kitesurfing” (en azından deneyecektim) ve kaya tırmanışı (muhtemelen bir kez dener ardından kitabımı alıp, kuytuya çekilip tırmananları izlerdim) yapmaktı. Ama yola çıkacağımız gece hava durumuna bakmayı akıl ettik ve önümüzdeki üç gün boyunca hava sıcaklığının maksimum 23 derece olduğu ve bol bol yağmur yağacağı gerçeğiyle yüzleştik. Bayramın ilk günü Ankara’da olmam gerektiği için, tek gece ve iki günlük bir kamp programı hazırladık. Hedefimiz Ankara’ya 73 km uzaklıktaki Çubuk Karagöl Tabiat Parkı’ydı.
22 Eylül 2015, Salı
Sabah 10 sularında, çantaları arabaya attıktan sonra tekerlekler dönmeye başladı. Yaklaşık 73 kilometre uzaklıktaki Çubuk Karagöl Tabiat Parkı mesire alanına ulaştığımızda saat 12’ye yaklaşıyordu.
Mesire alanında yer alan ve etrafı betonlarla çevrilmiş olan göl, üzerindeki nilüferleri görmezden gelirseniz, oldukça yapay bir su birikintisi gibi görünüyordu. Aklıma, etrafındaki sazlıklar temizlenerek banklar doldurulmuş olan Abant Gölü geldi canım sıkıldı.
Kısa bir süre bakındıktan sonra hemen mesire alanının hemen altında yer alan yoldan asıl hedefimiz olan Kışlacık Köyü Yaylası’na doğru yola koyulduk.
Çoban kulübesi ve ahırı bulunan, etrafı çamlarla kaplı yayla pek güzel görünüyordu. İlk iş olarak çadırı kuracağımız yeri araştırmaya başladık.
İlk önce kulübenin yanına çadırı kurmayı düşünsek de sonrasında daha gölge olduğunu düşünerek ormanın girişine çadırımızı kurduk.
Getirdiğimiz yiyeceklerle yaptığımız güzel bir kahvaltı ve akabinde pinekledikten sonra hazırlanıp doğa yürüyüşümüze başladık.
“Kışlacık Yaylası Gölü”ne (doğru ismi bilmiyorum, yaylaya yakın olduğu için bu ismi verdim) doğru toprak yolda bir yandan yürüyüp, bir yandan da etraftaki bitkilere ve kuşlara göz atıyorduk.
Yol kenarlarında gördüğümüz böğürtlenler, iki gün boyunca yapacağımız yürüyüşlerde bizi çok mutlu edeceklerdi. Hem tatlı, hem de oldukça lezzetliydiler. Bol bol tükettik!
Esenboğa Havaalanı Çubuk’ta bulunduğu için yürüyüşümüz sırasında sıklıkla inişe geçmiş uçakların sesini duyuyorduk. (Akşam, gece ve sabah çadırdayken de bol bol uçakların iniş seslerini duyacaktık.)
Göle ulaştığımızda, “işte bu gerçekten de göl!” dedik. Çünkü doğal ve gerçekti! Aklıma, Konya’daki Uyuz Gölü geldi. (Burada çektiğim ve facebooktan paylaştığım yukarıdaki fotoğrafa Erdem, “bir gün bloga yazarsan eğer, ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ filmindeki bir sahne de aynı gölde çekilmiş” diye bir not düştü.)
Gölün etrafında dolaşıp biraz soluklandıktan sonra doğa yürüyüşümüze kaldığımız yerden devam ettik.
Toplamda 5 kilometre yürüdükten sonra maps.google’dan bir başka göle daha rastladım ama ona da yarın gitmeye karar verip dönüş yoluna koyulduk.
Gölün yanında tekrar geçerken, balıkların suyun üstünde sıçramalarını hayranlıkla izledik.
Çadıra ulaştığımızda toplam 10 kilometre yol kat etmiştik.
Daha önce yakılmış bir alanda bırakılmış, odun kömürleri, kâğıt ve kartonları kullanarak aynı yerde ateşimizi yaktık, yemekleri çıkarttık ve bir yandan karnımızı doyurup, bir yandan laklak ederek ve bolca sessizliği dinleyerek ilk günümüzü sonlandırdık.
Güneş gittikten sonra hava sıcaklığının ciddi anlamda düştüğünü de not etmekte fayda var. Sonuçta yayla koşullarında da bu oldukça normal bir durum.
23 Eylül 2015, Çarşamba
Kuş sesleri ve çadırın yakınlarında (muhtemelen beslenen) kuşların kanat çırpışlarıyla gözlerimi güne açtığımda saat 8’i gösteriyordu.
Güzel bir kahvaltı ve akabinde biraz pinekledikten sonra çadırımızı ve eşyalarımızı arabaya yükleyip dün hedef koyduğumuz göle doğru yola çıktık.
Arabayı bir önceki gün dönüşe geçtiğimiz yere park ettik ve yürümeye başladık.
Bir süre zorlu bir tırmanış yaptıktan sonra inişe geçtik.
Dün olduğu gibi yine böğürtlenleri büyük bir zevkle mideye indiriyorduk.
Melih Gökçek’in yeni “hamlesi”yle Ankara’daki tüm köyler büyük şehir belediyesine bağlandığı için yeni adıyla Üçler Mahallesi, eski adıyla Üçler Köyünün yanında yer alan göl, dünkünden daha büyük ama bir o kadar güzeldi.
Bir süre gölün etrafında dolaştıktan ve oturup nefeslendikten sonra dönüş yoluna koyulduk.
Yol kenarlarında böğürtlenler dışında bu sefer gözüme kuşburunları çarptı. İğneada’daki orman yürüyüşümüzde Massilva’nın içindeki çekirdekleri çıkardıktan sonra tüylerini temizleyip bizlerle paylaştığı kuşburunları aklıma gelmişti. Hemen olgunlarından toplayıp temizledim ve afiyetle mideye indirdik.
Arabaya ulaştığımızda toplam 7 kilometre yürümüştük.
İlk başlarda mesire alanında yemek yemeyi düşünsek de, oradaki güvenlikçilerden yemek yenecek bir yer olmadığını öğrenip, onların önerisiyle Çubuk merkezde Çelebi Lokantasında et döner ve onun yanındaki bir başka lokantada bodur köfte yemeye karar verdik.
Çelebi Lokantası’ndaki garsonun, üzerimdeki Alkaralar tişörtünü görüp, “Gençlerbirliği taraftarısınız?” sorusunu “evet” diye yanıt verdikten sonra eski futbolcularımızdan Avni’yi ve şimdilerde Botanika ve Anasonun sahibi olan Harun Erol’u tanıdığını söylemesi oldukça ilgimi çekti ve kendisiyle kısa bir süre muhabbet ettik, et döneri ve yandaki lokantadan lezzetli bodur köfteleri mideye indirdikten sonra eve doğru yola koyulduk.
Ankara’ya oldukça yakın olan bu kadar güzel bir yeri daha keşfetmiş olmak mutluluk vericiydi. Bir dahaki sefere Kırkpınar Yaylası’nda beraber çadır kurduğumuz Abreg’i de yanımıza alıp tekrardan buraya gelmeye karar verdik.
Gezimizin tek can sıkıcı yanı, kamp yaptığımız ve yürüyüş yaptığımız birçok yerde mangalcıların arkalarında bıraktıkları çöplerle karşılaşmaktı.