Yılbaşı deyince aklıma (çocukluğumda defalarca yaşadığım) üç farklı sahne geliyor.
Sahnelere geçmeden önce biraz “öncesinden” bahsetmek gerek. Yılın son gününde tüm akrabalar, aralarından birinin evine konuk olurlardı. Ben (nedense) daha çok bizim ya da Hava halamların evinde olanları hatırlıyorum. Eğer bizde toplanılacaksa konuya daha hâkimdim. Ev temizlenir, yiyecekler hazırlanır ve “olmazsa olmaz” listesindeki kuruyemiş, patlatmak için mısır ve içecekler alınırdı. Tabi bunlar onların dertleriydi! Benim derdim ise, bir istikrar abidesi olarak, yeni yılın ilk günlerinde kesinlikle kaybolan fırdöndüyü bulmak ya da satın almak olurdu. O da tamamsa kapının çalmasını sabırsızlıkla beklemeye başlayabilirdim…
Birinci sahnede annemlerin salonundayız. Kuzenlerle salonu ikiye ayıran (ama hiçbir zaman kapıları takılı olmayan) bölümde yere koyduğumuz tepsinin etrafına toplanıp fırdöndü oynuyoruz. Hepimizin elinde bozuk paralar var. Bir yandan sıramızın gelmesini beklerken, bir yandan da çevirdiğimiz fırdöndü yere düştüğünde “Hepsini Al” yazan bölümü okuma hayalleri kuruyoruz. Tabi bir de diğerlerinin attığı fırdöndü git gide yavaşlarken, içten içten “2 koy gelsin!” temposu ve umudu da işin bir parçası haline geliyor. Kah sevinip kah üzülürken bazılarımız iflas ediyor. Hemen anne-babaya gidip para isteniyor. Muhabbete dalmış ebeveynler genelde hiç sorun çıkartmadan ceplerinden ya da çantalarından (oyundan önce tüm bozuk paralarını çocukları aldığından) bir kâğıt para çıkartıp veriyorlar.
Elindeki kâğıt parayı sallayarak oyun alanına geri dönen “kaybeden”, en çok bozuk parası olanlardan birine bozması için kağıt parayı uzatıyor. Parayı alanın göğsü kabarıyor. Büyük bir gurur ve hazla karışık duygular eşliğinde (ve muhtemelen ağır çekimi yaşayarak) bozuk paraları onun eline sayıyor ve ardından fiyakalı bir şekilde ayağa kalkıp kâğıt parayı cebine atıyor. Bu arada, diğerleri oyunun başlamasını bekliyor, kâğıt paranın eski sahibi ise pis bakışlar eşliğinde, “şimdi gününü(zü) göreceksin(iz)!” gibi bir replik üzerinde çalışıyor…
Bu sahne genelde oyunculardan birinin ilerleyen saatlerde çamura yatması ile sona eriyor. Oyun bozuluyor, bağırışlar çağırışlar eşliğinde ebeveynler duruma müdahale ediyorlar. Çoğu zaman sonraları bir kere daha oyun kuruluyor ama ya katılımcı az oluyor ya da kimse tat almıyor ve kısa sürüyor.
İkinci sahnede, akşamüzeri Hava halamların evine giriyoruz. Salon ile oturma odasının sınırında yer alan televizyonda TRT açık ve ekranda geçen yıl yaşanan olayların anlatıldığı bir program var. Artık bir yılbaşı geleneği haline gelen programı çok seviyorum. Hatta birkaç kez “hadi başlasın artık” heyecanını yaşadığımı da anımsıyorum. Spor ve futbolda yaşananların anlatıldığı bölümü ise ayrıca büyük bir zevkle takip ediyorum. Ara ara, yanımdakileri de olaya dâhil etmek için “aaa evet bu da olmuştu, hatırlıyor musunuz?” gibi abartılı çıkışlar da yapıyorum.
Üçüncü ve son sahnede artık uyku moduna geçmek üzereyim. Ama gecenin en önemli olayının gerçekleşmemiş olması morallerimi bozuyor. Ve evet. Beklenen oluyor ve dansöz ekranda beliriyor. Biraz utana sıkıla, biraz da çaktırmadan onu izliyorum. Dansözün kıvraklığından çok vücuduna odaklanıyorum çoğu zaman. Ama dedim ya utancımdan gördüklerim hep sınırlı ve tek tek kareler halinde kalıyor. Bu arada herkes pür dikkat televizyonu izliyor. Ama aralarında benim gibi utanan büyükler de oluyor…