Futbol, sosyal bir aktivitedir. Taraflı ya da tarafsız birçok “futbolsever”, maç günü stadyumun yolunu tutar. Arabasını park edip, yoğunluğa göre gişelerde bir süre bekledikten sonra biletini satın alır. Stadın çevresinde bulunan mekânlarda maçın başlama saatine kadar oyalanır. Varsa maç programını satın alıp, az sonra izleyeceği karşılaşma ile ilgili ön bilgiler edinir. Biletini turnikedeki ilgili yere okutarak güvenliği geçer ve biletteki yönlendirmeleri takip edip koltuğunu bulur. Maç öncesi ya da sırasında temel ihtiyaçlarını gidermek için büfelerden yiyecek, içecek satın alır ya da tuvaletleri kullanır. Maçın bitiş düdüğü ile birlikte (ya da belki maçtan çok sıkılıp, karşılaşma sırasında) çıkışa yönelir. Ve arabasına ulaşıp yoluna devam eder…
Bu satırları okuduğunuzda birçoğumuzun aklına “iyi de, nerede?” sorusu geliyor.
Hangi şehrinde olursanız olun, Türkiye için çok fazlayı içeren bu satırlar, Avrupa’nın birçok ülkesi için çok azı anlatıyor. Mesela, Belçika’da ebeveynleri maça çekebilmek için karşılaşma süresince çocuklarına bakım hizmeti veriliyor. Giuseppe Meazza (San Siro)’ya daha rahat ulaşmanız ya da dönmeniz için ekstra seferler düzenleniyor. Güvenlik görevlileri stadın her yerinde danışma görevini üstleniyorlar. Santiago Bernabeu gibi statların dört tarafından yol dahi geçse, giriş çıkışların sağlıklı bir şekilde yapılması için ekstra önlemler alınıyor.
Uzun lafın kısası, konuyla ilgili tüm kurumlar, maç günü karşılaşmayı rahat bir şekilde seyretmeniz için (kurdukları sistemlerle ve ekstra önlemlerle) olabildiğince büyük bir özveriyle çalışıyorlar.
Önce garip gelse de, biraz üzerinde düşününce bu uygulamaların aslında çok normal olduğunu fark ediyorsunuz. Çünkü bu özverili çalışma, ticaretin en temel kuralından ileri geliyor: “Eğer bir hizmeti satmak istiyorsanız, önce albenisini yaratmalısınız, ardından da onu en iyi şekilde alıcılara sunmalısınız.”
Futbolun ülkedeki albenisini yaratmakta en büyük sorumluluk Futbol Federasyonuna aittir. Bu konuya başka bir yazımda değineceğim ama kısaca Federasyon, ülkede oynanan futbolu daha cazip hale getirmek için rekabet ortamını yaratmalı, her türlü denetlemeyi yapmalı, kuralları herkese eşit olarak uygulayarak “güven” ortamını oluşturmalıdır. Bunun yanı sıra futbolun tüm ülkede ilgi görmesi ve yayılması için, modern stadyumların içinde bulunduğu spor komplekslerinin inşa edilmesine ön ayaklık etmeli ve her yıl denetlemelidir.
Kulüpler ise biletlerini satın alan futbolseverlerin stadyuma gelişlerinden başlayarak, gidişlerine kadar, onlara en iyi hizmeti vermekle sorumludur. Bunun için, sunulan hizmetin profesyonel olarak basamaklandırılması ve her adımın, daha iyi nasıl sunulacağı üzerinde sürekli kafa yorulması gerekmektedir. Bugüne kadar her sıkıştıklarında, kaçış noktası olarak kullanmaya alıştıkları “güvenlik” kelimesinin yerine “güven” ve “samimiyet” kelimelerini kullanmayı öğrenmelidirler!
Fakat bugüne kadar, devletin (sanırım sadece Türk Telekom Arena) ve bazı belediyelerin destekleri ile yapılan birkaç stadyum dışında ne federasyon, ne de kulüpler bu konuda hiçbir çaba sarf etmemişlerdir. Zaten yapılan stadyumlar da sadece “yapı” olarak kalmış, eskisinin içinde ve çevresindeki tüm aksaklıklar aynı şekilde yenisine aktarılmıştır. Sonuçta kafa değil sadece gömlek değiştirilmiştir.
Parasını ödeyerek aldığınız maç bileti ile “kendi” stadyumunuzun girişlerindeki üst aramalarında (bazen ayakkabıları bile çıkartarak) gördüğünüz “terörist muamelesi”ni, tuvalet rezaletini, stat içinde doğru dürüst içecek ve yiyecek bulamayışı, gece maçlarından sonra stat çevrelerindeki güvensiz “loşlukları” birkaç kere yaşadıktan sonra, “aklı başındaki” futbolseverin bir kere daha maç izlemeye gelmesini beklemek sadece “saflık” olur.
Bir de işin deplasman boyutu var. Ama bu ülkenin en zengin 3 kulübünden birinin eski stadyumu olan ve onlarca kez Avrupa Kupası maçına da ev sahipliği yapan Ali Sami Yen’in deplasman girişlerinin durumu düşünüldüğünde bile bu ülkede futbolsevere verilen değer ortaya çıkacaktır.
Bu satıları okuyanların aklına hemen deplasmana giden ve olay çıkaran holiganlar gelecektir. Ya da “kolaya kaçıp” üst-baş aramasının “güvenlik” için şart olduğu düşünülecektir. Ama Avrupa’da üst-baş araması yapılmadan biletinizi alıp rahatça maçınızı izleyebilirsiniz. Çünkü orada güvenlik, içerideki görevliler ve “taraftarlar” tarafından sağlanmaktadır. Elbette bunun sağlıklı bir şekilde yürümesi de kulübün ve federasyonun ortak hareket etmesi ile olur.
2008’de Kayserispor ile oynayacağımız Türkiye Kupası final maçını izlemek için Bursa Atatürk stadyumuna gitmiştim. Ankara’da yaşadığımız sorunların benzerleri orada da vardı. Bu maçtan iki yıl sonra Bursaspor ile Valencia arasında oynanan Şampiyonlar Ligi maçı için aynı stada yolum düştüğünde şoke olmuştum. Stadın birçok yeri yenilenmişti. Elbette bazı şeyler “göstermelik” idi ama yine de bu değişim çok hoşuma gitmişti. Fakat bu iyileştirme çalışmalarında ne Bursaspor kulübünün ne de Türk Futbol Federasyonu’nun “istekli / planlı” bir çalışması söz konusu değildi. Uygulama, UEFA’nın Şampiyonlar Ligi’nde oynayacak takımlara getirdiği zorunluluklar yüzünden yapılmıştı. Yani bu çalışma ne maçı izleyecek seyircinin rahatlığı için, ne de milyon dolarlık futbolcuların düzgün bir zeminde mücadele etmesi için yapılmıştı!
İşin en ilginç yanı ise, 43 sezondur Türkiye’nin en üst futbol liginde yer alan Bursaspor’un stadında bile UEFA’nın şart koştuğu “temel ve basit” özelliklerin bulunmayışıydı. Varın, alt liglerde yer alan takımların oynadığı statların durumlarını siz düşünün.
Bu ülkenin futbol çarpıklıklarını yazmaya/konuşmaya başladığınızda hep aynı yere varıyorsunuz: eşitsizlik ve denetimsizlik. Bu konuda da bunun örnekleri mevcut. Ama herhalde, Türkiye futbolunda sadece bu konuda bir eşitlik var. O da stadyumda maç izlemeyi seven tüm futbolseverlere çektirilen cefa! İstanbul’un 3 büyük takımı ya da herhangi bir Anadolu takımının stadyumunda maç izlediğinizde benzer muamelelerle karşılaşıyorsunuz.
Kısacası kötü satıcı, size çürük elmalarını satıyor ve karşılığında da sevdiğinizi söylemenizi bekliyor…