John Fante’ye iyice sarmaya başladım. Geçenlerde Arturo Bandini karakterinin hikâye edildiği ve okumadığım iki kitabı (Bahara Kadar Bekle, Bandini ve Los Angeles Yolu) ararken “1933 Berbat Bir Yıldı”yı buldum ve edindim. Kitap, John Fante’nin ölümden iki yıl sonra (1985) yayınlanmış. Türkiye’de ise Parantez tarafından 2004’de yayınlanmış. Kitapla ilgili sanırım en ilginç bilgi en.wikipedia’da romanın yanında yer alan “tamamlanmamış / eksik” ibaresi. Sanırım ya Fante kitabı yazarken öldüğünden ya da sadece “taslağını” genişletirken “eksik kalmış.”
Okumaya başlarken aklımda bu konu ile ilgili soru işaretleri vardı ama 107 sayfalık kitabı bitirdiğimde “kısa ama tam bir roman” diye düşündüm.
1933 kışı… İtalya’dan zorla gelmiş ve Amerikan’dan nefret eden bir babanne… Kış yüzünden çalışamayan, fazla gururlu, konuşmayan ve fakir bir duvar ustası olan baba… Kendini dine ve evine adamış ama eşi tarafından ilgi görmediği için kendini “ezip” duran bir anne… Ve üç kardeşi ile birlikte yaşayan 16 yaşındaki Dominic Molise’in en büyük düşü bezbolcu olmaktır. Solak olmasının kendisini bir adım öne çıkarttığını düşünen Dom, “Kol” adını taktığı sol kolunu sahip olduğu en değerli hazinesi gibi görmektedir. Fakirlik ve kış o kadar acımasızdır ki, Dom’un hayal kurmasını bile engellemektedir…
Roman son derece yalın ve güzel. Fante’nin yarattığı tüm karakterlerde olduğu gibi Dom da sürekli kendini sorgulayıp, ne olduğunu ve ne olmak istediğini bulmaya çalışıyor. Ama bu sefer 16 yaşında bir çocuğun “gerçekleri” bir türlü kabullenmemesini ve hayalleri için savaşmasını anlatıyor…
Kitabı okurken Gençliğin Şarabı‘nda yer alan bir kısa öykü aklıma geldi. Gençliğin Şarabı Fante’nin 1940’da yayınladığı “Dago Red” adındaki kısa öykü kitabına yapılan eklenti kısa öykülerle 1985’de yayınlanan kitabı. Belki de ilgili hikâye bu kitabın “taslağıdır”…
Randal Myler ve Brockman Seawell romanı “1933” adı ile tiyatro oyununa dönüştürmüşler ve 18 Ocak 2001’de “Denver Center” da sahnelemişler.
Ayrıca 2001 yılında Fante’yi konu alan ve PBS’in “Independent Lens” serisinde yayınlanan 64 dakikalık bir belgeseli varmış. Belgeselin adı da pek bir güzel: “A Sad Flower in the Sand / Kumdaki Üzgün Çiçek”…
Son bir dip not olarak kitabın kapağını çok sevdim…
Kitaptan;
Yaşlı bir kedinin çevikliğiyle masanın üzerindeki çıplak ampule uzanıp ışığı söndürdükten sonra ayaklarını sürüye sürüye odasına gidip kapıyı çarptı. Işığı açtım, içeride söylendiğini duydum.
“Bu esaretten kurtar beni. Allah’ım! Beni bir sandığa sokup Torricella Peligna’ya geri yolla!”
Aşinaydım onun dertli ruhuna, acıyordum ona. Yalnızdı, kökleri sarkıyordu yabancı topraklarda. Amerika’ya gelmek istememiş, ama babam ona başka seçim bırakmamıştı. Yoksulluk Abruzzi’de de vardı, ama elden ele geçirilen ekmek gibi paylaşan tatlı bir yoksulluktu oradaki. Ölüm de paylaşılırdı, elem de, mutluluk da; tek bir insan gibiydi Torricella Peligna kasabası. Babaannem bedenden kopmuş bir parmak gibiydi ve bu yeni dünyadaki hiçbir şey yalnızlığını dindiremezdi. Onun gibi İtalya’nın o kesiminden gelen herkes için geçerliydi bu. Kimi biraz daha iyi durumdaydı, kimi zengin; ama hayat coşkusunu yitirmişlerdi, bu yeni dünya “O Sole Mio” ve “Geri Dön Sorrento” gibi parçaların yürek yakan şarkılar olduğu yalnız bir yerdi.
—
Başı yastıkta yatıyordu öylece, iki ıslak kuşu andıran gözlerini tavana dikmiş.
“Yalan söyledi,” dedi, sesi acı dolu. “Hep yalan söyledi. Ve artık çok geç.”
Doğrulup burnunu sümkürdü.
Odanın karşı tarafında, komidinin altında babamın iş ayakkabıları duruyordu; aylardan beri giyilmemiş, boğum boğum ve çarpık; kireçli harçtan tebeşir beyazlı, burnu ölü bir adamın parmakları gibi yukarı doğru kıvrık.
“Artık onu suçlamıyorum,” dedi aynada kendine bakarak. “Yaşlandım, çekiciliğimi yitirdim, hiçbir zaman çekici sayılmazdım zaten. Bu yüzden evlendim onunla! Başka talibim yoktu.”
“Çok iyi görünüyordun, tam olması gerektiği gibi.”
Bu kadarı geliyordu elimden ve doğruydu. Başka türlü istemezdim onu. Harikulade değildi, ama güzeldi; acılı bir varlık, Tanrı’nın annesi gibi.
—
“Merhaba,” dedi gülümseyerek.
Tennyson’ın bütün sözcüklerinden daha anlamlıydı dudaklarından dökülen o sözcük. Tanrım, nerden bulmuştu bu kadar güzel bir sözcüğü? Ne kadar yaratıcı, ne kadar zekiydi?
“Merhaba,” diye karşılık verdim, ama yine de çok fazla uzun konuşmuşum, uzun bir söylev vermişim duygusuna kapıldım. Kenny beni seyrediyordu. Güldü.