Eniştemin, tutuğu takımı küçük bedenime şırıngalamasıyla birlikte, futbol dünyasına üç büyüklerden birini tutarak adım atmıştım. Maçı kaybedince ağlamaya varacak kadar önemli bir yerlerimde duruyordu takım. Tek doğrumdu. En dürüst, en temiz takımdı. Kazanılan her maç, alnının teri ile kazanılmış bir savaştı. Kendim sahaya çıkmış, oynamış gibi mutlu olurdum ya da kaybettiğimizde bir o kadar mutsuz.
15-16 yaşlarındayken şampiyonluğa giden takımımın maçlarını izlerken bir şeyler dürttü beni. Durup dururken ve sonuna kadar bu takıma inanırken… Sanki birileri takımı arkasından itiyorlardı. Sanki birileri takımı kukla gibi oynatıyorlardı. Takım oynamıyor ama kazanıyordu. İçime düşen korkunun üzerine gitmek için çemberin bir adım gerisinden maçları daha dikkatli izlemeye başladım. Bir şeyler dönüyordu. Kendisinin onda biri değerindeki bir takımla oynarken bile, gaipten gelen bir penaltı ile ya da basit bir oyuncu hatası ile işler tersine dönüyordu. Gidişat değişiyor ve takım bir şekilde kazanıyordu… Maçtan sonra rakip oyuncuların “biz de burada ekmeğimiz için oynuyoruz” sözlerine, en başlarda “başarımızı çekemiyorlar”, “bunlar da diğerlerinin adamları” diyerek sinirlenirken, artık haklılık payı vermeye başlamıştım…
Etrafımdakilere fark ettiklerimi anlattığımda hep aynı sözleri duyuyordum; “ne var oğlum, onlar da yapıyor” Kanıksamışlardı. Kabullenmişlerdi ve onlar için artık görünmez bir elin takıma yaptığı destek bir haktı!
En değer verdiğim şey yalandan ibaretti. Kendimi kandırılmış ve aldatılmış hissediyordum. Futbol muhabbeti açılınca ortamdan uzaklaşacak kadar nefret etmeye başlamıştım. Kendimi futboldan o kadar soyutladım ki, o dönemde tüm hayatını maç izlemeye veren bir ergenken, artık şampiyon olan takımı bile birilerinden duyuyordum.
5-6 yıl kadar sonra, en büyük abimin Gençlerbirlikli olması ile maçlara gitmeye başladım. Bir süre sonra da “çemberin dışındaki” takımı sevmeye başladım. Formamı giyip maçlara gidebiliyordum. Güzel bir tribün vardı. Yeniyor ya da yeniliyorduk ama maç öncesi ve sonrası arkadaşlarla takılıyorduk…
Ülke futboluna farklı bir açıdan bakmaya başlamıştım. Türk futbolu ise 5-6 yıl önce bıraktığım yerden devam ediyordu. Kollananlar, görülmez eller, söylentiler, göstere göstere yapılanlar, tvde gazetede yayınlanan kasetler ve itiraflara rağmen işin içindeki vezirlere karşı adım atmaya korkan sahte şahlar… Binlerce kez aynıyı yaşıyorduk. Bilmem kaçıncı kez bizi kandırıyorlardı, aldatıyorlardı ve aptal yerine koyuyorlardı… Hem de göster göstere… Ama etrafımdakiler o kadar kanıksamışlardı ki… Aynı cümleleri yazmanın anlamsızlığı gibiydi yaşadıklarım…
Sıkılmıştım olanlardan. Artık takımımın vezirlerle olan maçlarından hiçbir zevk almazken, Konya’ya, Sakarya’ya deplasmana gitmekten ya da 19 Mayıs’ta herhangi bir takımla oynanan maçtan büyük zevk alıyordum. Çünkü o maçlarda söylenti çıkacak ya da görünmez bir elin varlığını hissettireceği hiçbir neden olmadığından rahattım. Yeniliyorduk ya da yeniliyorduk ama “futbol” izliyorduk.
Kısacası yarı soyutlanmış bir futbol hayatı yaşıyordum. Çünkü bu ülkede görünmez ellerin üzerine yürüyecek kimse yoktu ve olmayacaktı.
3 Temmuz 2011 Pazar günü uyandığımda Aziz Yıldırım’ın ve futbol dünyasından birçok adamın gözaltına alındığını görünce şaşırdım doğrusu. Çünkü bu ülkede ilk kez üç büyüklere karşı bir adım atılıyordu. Garipti ama bir şey çıkmayacağını düşünüyordum. Ama gün geçtikçe söylenenler inanılmaz boyutlara ulaştı. Böyle bir soruşturmanın bir sürü şeyi ortaya dökeceğini ve yapılacak temizlik çalışmasının ilerisi için bir sopa görevi göreceğini ve temiz, şaibesiz bir ligimiz olacağını düşünmeye bile başlamıştım. Ama…
Futbol federasyonu ve tüm takımlar apar tapar toplanıp bu işin üstünü örtmeye başladılar. Bence bu hareket bile, bu ülkede şike olduğunu ve tüm takımların bu pisliğin içinde olduğunun en önemli kanıtı idi. Şimdi de “kişilerin yaptıkları takımları bağlamaz” gibi saçma sapan bir savunma yoluna gitmeye başladılar. Bunu söyleyen de TFF başkanı. Yani bir kulübün başkanının ya da yöneticisinin şike yapması bile takımı bağlamayacakmış… Söylenecek söz sanırım yok!
İşi uzatacaklar… Sulandıracaklar… Sonra da “Avrupa kupalarında Türkiye’yi temsil eden bir takımı nasıl cezalandırırız”, “vatan-millet-sakarya” edebiyatından düz devam… Yine görünmez bir el her şeyi unutturacak. Temizleyecek. İlgili takımlar ak ve pak olarak bir kere daha önümüze çıkacaklar…
Gençlerbirliklilerin çoğu gibi ben de, takımımın ve yönetimimizin araştırılmasını ve şike yönünde en ufak bir delil bile bulunsa küme düşürülmesini istiyorum. Çünkü bu pislikler temizlenmeden, sonucu belli olan maçları izlemenin hiçbir anlamı olmadığını herkes gibi ben de biliyorum. Tüm takım taraftarlarının da aynı şeyleri istemelerini bekliyorum ama yine birçoğu “bizi yok etmeye çalışıyorlar. Bunların hepsi kumpas. Bizi çekemiyorlar” diye gözlerini kapatmış bir vaziyette yollarına devam ediyorlar.
Tek umudumuz UEFA. Ama onu bile kandıracak bilgi ve belgeye sahip bir ülke olduğumuzu bundan önce de binlerce kez ispatladık…
Kısacası, 1 haftalık hayal dünyamızdan uyandık ve yine göster göstere aldatılmayı ve aptal yerine koyulmayı bekliyoruz…
Yine “büyükler”imizin kazancağı bir oyun oynanıyor…
Tüm “büyükler”inle çok yaşa Türk futbolu…
Dip not: İnşallah son cümleleri yazdığım için beni utandıracak kararlar alınır diye içimden geçiriyorum ama bu ülke de zor hem de çok zor…
Keşke herkes sevdiği futbol takımını böyle irdeleyebilse.. ”Sanki siz zamanında yapmadınız mı” mantığının dışında yazılmış olan güzel bir yazı.
Eline sağlık