Charles Bukowski’nin 1978’de yayınladığı 3. romanı olan Kadınlar, yazarın yaklaşık 8 yıllık bir dönemde hayatına giren kadınları konu alıyor. Bukowski’nin yalın ve sade ama aynı zamanda sert uslübu ile yazılan roman, kadınlarla nasıl tanıştığını -ya da onların kendisine nasıl ulaştığını-, neler yaşadıklarını, cinsel ilişkilerinin tüm ayrıntılarını ve bu olaylar sürecinde – sonrasında onlar hakkında neler düşündüğünü, içinde yaşadığı gel-gitleri anlatıyor. Romanda yer alan kadınlar, yayınlanana kadar bu durumdan habersiz olduklarından roman büyük bir sansasyon yaratmış. Zira, Bukowski, kadınların isimlerini, fiziksel ayrıntılarını ve hatta cinsel özelliklerini en ince ayrıntısına kadar anlatıyor…
Eğer Bukowski’nin üslubunu biliyorsanız kitap son derece güzel ve enteresan gelebiliyor ama eğer hiç Bukowski okumadıysanız ilk 30-40 sayfadan sonra verdiği ayrıntılardan ötürü erotik bir roman okuduğunuzu düşünüp anlamsız hatta gereksiz olduğunu düşünebilirsiniz.
50 ile 58 yaşları arasında yaşadıklarını kaleme aldığı Kadınlar, bana göre, yazarın hayata olan bakışını çok iyi özetliyor. 18 yaşına kadar olan hayatını anlattığı Ekmek Arası‘nda tüm yaşamı boyunca hiçbir şey olmayacağını, bu yüzden de hiçbir şeyi sahiplenmeyeceğini anlatan Bukowski, hayatına giren kadınlara hiçbir anlam yüklemiyor. Bu yüzden de bir sonrakine geçmesi çok da sorun olmuyor. Bu süre içinde yaşadıklarından beslediği aşk şiirleri ise sürekli kendisine hayran olacak “yeni” kadınlar yaratıyor.
Bukowski’nin yaşlı, çirkin hatta meteliksiz olmasına rağmen, bir şekilde kitaplarından onu tanıyan, hayata ve kadınlara karşı düşüncelerini en ince ayrıntısına kadar bilen kadınlar ona ulaşıp bir şekilde kendilerini kanıtlamaya/tatmin etmeye çalışıyorlar. Büyük bir bölümü genç ya da ilişkilerinde sorunlar yaşamış olan kadınların bazıları Bukowski’yi sahiplenmeye çalışıp sonunda üzülürken bazıları da sadece Bukowski ile takılmak için kısa süreliğine hayatına girip çıkıyorlar.
Her ilişkiden sonra yalnız kalmanın hüznünü yaşayan ve kendini sorgulayan Bukowski bir sonraki adımda sahiplendiği hiçbir şeyin olmadığı hayatına geri dönüyor. Bir çeşit kısır döngü yaşadığını ve hatta kişiliksizleştiğini söylemesine rağmen…
Kitaptan birkaç bölüm;
* İnsan ilişkileri garipti. Demek istediğim, bir süre biriyle birlikte oluyordunuz, onunla yiyor, yatıyor, yaşıyordunuz, onu seviyor, onunla konuşuyor, beraber bir yerlere gidiyordunuz ve sonra bitiyordu. Sonra hiç kimseyle birlikte olmadığınız kısa bir süre giriyordu araya, sonra başka bir kadın geliyordu, onunla yiyor, onunla yatıyordunuz ve her şey öyle normal görünüyordu ki, sanki siz hep onu bekliyordunuz, o da sizi. Yalnızken hiç iyi hissetmedim kendimi; bazen idare ederdi ama hiç de iyi değildi.
* Bir kadın olarak doğmuş olsaydım, kesinlikle orospu olurdum. Erkek olarak doğduğum için sürekli kadınları arzuladım, ne kadar aşağıdaysan o kadar iyidir. Buna rağmen kadınlar -iyi kadınlar- beni korkuttu çünkü onlar ruhunuzu ele geçirmek isterler sonunda, peki o zaman ne kalırdı benden geriye korumak isteyeceğim? Açıkçası fahişeleri, düşmüş kadınları arzu ettim, çünkü ölüdür onlar ve serttirler, sizden hiçbir şey beklemezler. Çekip gittikleri zaman sizden hiçbir şey kaybetmezsiniz. Öte yandan bütün bunaltıcı bedellerine rağmen yumuşak, iyi kadınlara da hasret çektim. İki türlüde kaybettim. Ben güçlü değildim. Böylece kadınlarla, kadın düşüncesiyle uğraştım durdum.
* Ayrılıkları düşündüm, ne kadar zordu, ama genelde birinden ayrıldıktan sonra bir diğerini buluyordum. Ben, kendi hesabıma, kadınları iyi tanıyıp, anlamak için onları tadıyordum. Kendim de erkek olduğum için erkeklerin ne olduğunu kafamda tasarlayabiliyordum. İyi kadınlar; onları tanımadan önce anlamak, üzerinde düşünmek, tasarlayabilmek kolay mıydı? Bu yüzden onları elimden geldiği kadar keşfetmeye çalıştım ve bunu yaparken içlerinde insanı buldum. Yazılan şeyler unutulup giderdi. Yazı ancak olay olup bittikten sonra önem kazanır, yazı sadece geriye kalandır. Bir adamın hissettiklerini gerçekleştirebilmesi için ille de bir kadına sahip olması gerekmez, yine de birkaçını tanısa hiç fena olmaz. Sonra, ilişkileri kötüye gittiğinde bu adam gerçekten yalnız kalmanın ve kafayı yemenin ne olduğunu anlayacak ve yolun sonuna geldiğinde neyle yüzleşmesi gerektiğini öğrenecektir.
* Ne kadar boktan bir adamdım ben? Gerçek olmayan, muzır oyunlar oynuyordum. Amacım neydi? Neyin peşindeydim? Kendi kendime bunun sadece bir arayış, yalnızca kadınlar üzerinde bir inceleme olduğunu söylemeyi daha ne kadar sürdürebilecektim? Üzerinde düşünmeden olayları kendi gidişatına bırakıyordum. Kendi bencil ve bayağı zevkimden başka bir şey düşündüğüm yoktu. Şımarık bir lise öğrencisinden farksızdım. Bir orospudan daha kötüydüm, orospu, insanın sadece parasını alır, başka bir şeyini değil. Bense başkalarının yaşamları ve ruhlarıyla oyuncağım gibi oynayıp duruyordum. Kendimi nasıl adam sayabilirdim? Nasıl şiir yazabiliyordum? neyin nesiydim? İkinci sınıf bir De Sade’dim, onun zekâsı yoktu bende. Bir katil bile. Ruhumla daha dürüst ve açık sözlü olabilirdi, bir ırz düşmanı bile. Ruhumla alay edilmesine, oynanmasına izin vermezdim, bunu gayet iyi biliyordum. Gerçekten de iyi birisi değildim. Halı üzerinde bir aşağı bir yukarı yürürken bunu hissediyordum. Yo hayır, iyi biri değildim. Daha da beteri, kendimi olmadığım biri -iyi birisi- gibi lanse etmemdi. Sırf bana güvenlerinden dolayı başkalarının yaşamlarına girebiliyordum. Böylelikle bayağı zevkimi en kolay yoldan giderebiliyordum. Sırtlanın Aşk Hikâyesi’ni yazıyordum.
* İçkilerimizi bitirip, Katerhine’in bagajlarını almaya gittik. Bir sürü erkek onun bakışlarını yakalamaya çalışıyordu ama o kolumu tutmuş yanımda yürüyordu. Pek az güzel kadın diğer insanların arasında birine ait olduğunu göstermeye isteklidir. Bunu fark edecek kadar çok kadın tanımıştım. Onları oldukları gibi kabul etmiştim. Aşk pek nadir ve çok zor ortaya çıkardı. Ortaya çıkışıysa genellikle yanlış nedenlerle olurdu. Birisi aşkı zapt etmekten yorgun düşer, koyuverirdi onu, çünkü gidecek bir yerlere ihtiyacı olurdu. Sonrası genellikle sorunlu olurdu.