Yeni bir hasat döneminin ardından efsanevi lezzetlerdeki acılı, salça ve pekmez almak ve elbette gitmişken daha önce görmediğimiz yerleri deneyimlemek için Cansın’la bir kez daha düştük Çökek yollarına.
20 Ekim 2024, Pazar
Sabah saat 10’da, navigasyona Kayseri’yi yazıp tekerlekleri döndürmeye başladık.
Saat 2’de Ömür Abimin önerisiyle Bağdat Pöç Tandır’daydık. Adını ilk kez abimden duyduğum pöç, özellikle Kayseri ve çevresinde meşhur olan, dana veya sığırın kuyruğu kullanılarak yapılan bir yemek. Kuyruk bölgesi bol miktarda bağ dokusu ve ilik içerdiğinden, pişirildiğinde nefis bir şey çıkmış ortaya.
Bayıla bayıla yiyerek enerji depoladık ve arabayı park edip, ilk gezi durağımız olan Kayseri Arkeoloji Müzesine doğru adımlamaya başladık.
Müzenin bulunduğu kaleye doğru yürürken ilk karşımıza çıkan şey, günümüzde kültür-sanat merkezine dönüştürülmüş olan Meryem Ana Kilisesiydi.
Ne zaman yapıldığı bilinmeyen ama üçgen alınlıklı düzenlemelerinden dolayı 19. Yüzyılda yapıldığı düşünülen yapı oldukça güzel görünüyordu.
2019 yılında açılan, Kayseri Kalesi içerisinde yer alan müzeyi kronolojik sıraya göre geziyorsunuz.
Müzede oldukça güzel objeler/parçalar var.
Bir boğa/inek sever olarak boğa şeklindeki büyük kap (MÖ 2000-1700) ilk ilgimi çeken parçalardan biriydi.
Kabın üstündeki mühür de çok güzeldi.
Aynı şekilde yavrusunu emziren inek figürü de çok güzeldi.
Yine bir lahit sever olarak Antoninler Dönemi Barok üslubuyla yapılmış Herakles Lahdi (MS 150-170) çok güzeldi.
Tabi lahit deyince, efsanevi parçaları barındıran, özellikle Antalya Arkeoloji Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni hatırlamadan olmaz.
2 adet Hitit eserini de çok sevdik. Bunlardan biri Geç Hitti dönemine (MÖ 1236-1210) ait Kitabe idi. Kitabenin rengi, şekilleri gerçekten nefisti!
Diğeri ise Geç Hitit dönemine (MÖ 900-650) bir tanrı kabartmasıydı. Elbette Hitit eserleri deyince ilk akla gelen yerler Alacahöyük ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi oluyordu.
Son olarak da bir kadın-erkek figürü çok güzel göründü gözümüze. Onu da not düşmekte fayda var.
Müzeden çıkıp biraz kale içerisinde dolaştık. Ardından da arabaya doğru yürümeye başladık.
Güneş olmasına rağmen ara ara esen soğuk rüzgâr adeta kemiklere işliyordu.
Yürürken ilk ilgimizi çeken bina Atatürk Evi Müzesi’ydi.
Bir diğeri 1893’te açılan Kayseri Lisesiydi. Lise binası gerçekten çok etkileyici görünüyordu.
Son olarak da adını bulamadığım yan yana iki eski yapıydı.
Arabaya ulaşıp önce Ürgüp’e gidip tatlı aldık ve akabinde Çökek’e geçtik.
Güzel bir akşam yemeği ve bol bol muhabbetle güne son noktayı koyduk.
21 Ekim 2024, Pazartesi
Sabah güzel bir kahvaltı ve muhabbetin ardından bu gezide en fazla merak ettiğimiz durak olan Gümüşler Manastırı’na doğru yol almaya başladık.
1,5 saat sonra Niğde’nin Gümüşler kasabasında büyük bir tüf kaya kitlesinin içine oyulu bir kaya manastır kilisesi olan Gümüşler Manastırındaydık.
Dış taraftan Ürgüp ya da Göreme’deki yapılara benzese de Müze Kartlarımızla giriş yaptıktan sonra çok acayip bir yerde olduğumuzu anlıyorduk.
Ana kayayı oyarak 14 metre derinlikte bir avlu oluşturulmuştu.
Bununla da kalınmamış avlunun her köşesinden içeriye doğru odalar yapılmıştı.
Kilise, mutfak, rahip odaları, acil durumda saklanacak gizli odalar dışında ayrıca iki katlı da yer altı şehri oyulmuş.
Manastırın en özel yerlerinden biri oldukça güzel fresklerle bezenmiş kilisesi.
Kilisede mavi tonda etkileyici freskler var.
Bunların en ilgi çekicisi ve manastırın simgesi “Gülen Meryem Ana” freski.
Kilisenin duvarına çizilen ve Anadolu’da tek örnek olduğu bilinen “Gülen Meryem Ana” freski oldukça enteresan. Çünkü bu sahnede Meryem Ananın gülümsemesi alışılmış bir şey değil.
1924 Lozan Mübadelesi sonucu çevresindeki gayrimüslimler Yunanistan’a göç edene kadar kullanılan kilise 40 yıl boyunca kullanılmamış.
Manastır, 1962 yılında yeniden keşfedilmiş ve İngiliz arkeolog Michael Gough tarafından 1963 yılında restorasyon çalışmaları başlanıp tamamlanmış.
Elbette fresk deyince aklıma Gürcistan ve Ukrayna gezileri geliyor. Kilise ve manastırlarda oldukça etkileyici birçok fresk görmüş ve hayran kalmıştık.
Manastırdan çıktıktan sonra hemen karşıdaki kafede oturup birer çay içip arabaya geçtiğimizde hava iyiden iyiye soğumaya başlamıştı.
Köye geri döndüğümüzde bizi bir sürpriz bekliyordu. Semra abla ve Şerif yenge bir gün önce “Kamile babaannenin bazlamasını seviyordum” sözlerim nedeniyle bazlama yapmışlardı!
Büyük bir keyifle midelerimizi şenlendirip akrabalarla hoş sohbetin ardından günü tamamladık.
22 Ekim 2024, Salı
Sabah kahvaltısı ve akrabalarla güzel muhabbetlerin ardından toparlandık, leziz acılı, salça, pekmez ve akrabaların verdiği bin bir çeşit “ganimet” yiyeceği arabaya yükledik.
Bir hatıra selfisi ve ardından son durağımız olan Göreme Açık Hava Müzesine doğru sürdük.
Buraya ilk kez 2017’de gelmiştim. Bu sefer gelme sebebimiz ise daha önce görmediğim ve çok övülen Karanlık Kilise’yi dolaşmaktı.
Kapadokya’ya ilk kez geldiğim 2017’den bu yana ki elbette Cansın’la evlendikten sonra buralara çok sık gelmeye başladık. Bu yüzden de son geldiğimizde ören yerine üst yoldan araba inişlerinin kapatıldığını görmüştük ama bu sefer yeni bir durum vardı. O da ören yerinin alt taraflarında başlayan restorasyon çalışmaları nedeniyle yapılmış olan ahşap merdiven yoldu.
Bu yüzden arabayı park edip yürümeye başladık. Müze kartlarımızla içeriye giriş yaptık ve etrafa bakına bakına Karanlık Kilise’ye doğru devam ettik.
Müze Kartla ören yerine girsek de Karanlık Kilise ayrıca bilete tabiydi. Ücret gişede 8 euro / 225 TL olarak yazılıydı. Haliyle “yuh” dedik ama gişeye gidip konuşunca Müze Kartı olanlar için 100 TL olduğunu öğrenip biletlerimizi aldık ve merdivenleri çıkmaya başladık.
Göreme Açıkhava Müzesi’nin en önemli yapısı sayılan Karanlık Kilise, canlı freskleri sayesinde yumuşak lav kayaların içine inşa edilmiş 600’ün üstünde oyma kilise arasından sıyrılıyor.
11. yüzyıl sonu ile 12. yüzyıl başına tarihlenen kilise narteks kısmındaki, yani ana mekanına açılan giriş bölümündeki, küçük bir pencereden çok az ışık alması nedeniyle “Karanlık Kilise” diye adlandırılmış. Ancak ışık görmemesi sayesinde içindeki fresklerin renkleri zamana direnerek canlı kalmış.
Bu yüzden içerideki freskler efsanevi derecede güzeller. Kilisenin en önemli freski Anadolu’daki en net ve bozulmamış Hz. İsa’nın Son Akşam yemeği freski.
Freskleri bu kadar canlı görünce, görmediğini bilsem de kesinlemek için görevliye “restorasyon gördü mü burası acaba?” diye sordum. O da, görmediğini ve bu civarda sadece Tokalı Kilisesinin, o da şu anda, restorasyon gördüğünü söyledi.
Kiliseden çıkınca birkaç fotoğraf çekinip dolaşmaya devam ettik.
Şöyle etrafa bakınca Kapadokya’nın gerçekten çok eşsiz, özel ve masalımsı bir bölge olduğunu anlıyordunuz.
Hemen aşağıda yer alan bir kilise içindeki duvar resimleri de oldukça etkileyiciydi.
Ören yerinden çıkınca Tokalı kilisesine geçtik.
Bölgenin bilinen en eski kaya kilisesi olan Tokalı Kilise, 10. yüzyılın sonu ile 11. yüzyılın başına tarihlenmekteymiş.
Restorasyon görmüş freskler oldukça etkileyiciydi.
Arabaya atladığımızda soğuk rüzgarla hava iyice soğumuştu. Yemek için her zamanki gibi otogarın içindeki Ürgüp Pide ve Kebap Salonuna gittik. Mideleri şenlendirip dönüş yoluna koyulduk.
Akşam üstü eve vardığımızda “ne kadar güzel bir geziydi” diye düşünüyorduk.
Bakalım bir sonraki gezi nereye olacak?
Anı Videosu;