9 Temmuz 2016, Cuma (Monemvasia, Elafonisos Adası)
Saat 6’da uyanıp nefis manzaramızdan dışarıya baktığımda güneş doğmak için hazırlıklar yapıyordu. Kısa bir süre bakındıktan sonra tekrar uykuya daldım. Fakat yarım saat sonra bir kere daha uyanınca güneşi kolaçan etmek için yataktan çıkıp tekrar dışarıya baktım.
Güneş ciddi ciddi yükseliyordu ve nefis görünüyordu!
Saat 7’de uyanıp duş aldıktan sonra arabaya atlayıp Monemvasia adasının girişine park ettim ve yürümeye başladım.
Yaklaşık 1 km sonra kale surlarıyla karşılaşınca, tarihi kasabalara bayılan biri olarak, heyecanlanmaya başladım.
Surdaki kapıdan içeri girip taş sokaklar ve evlerin arasında dolaşırken kendimden geçiyordum.İsmi iki Yunanca kelime , “mone” ve “emvasia”dan türetilen ve “tek giriş” anlamı taşıyan ada 100 metre yüksekliğinde.
Kasaba duvarları ve Bizans kiliseleri ortaçağdan kalma.
Kasabada dolaşırken, her zaman olduğu gibi, en yüksek yerine çıkıp kuş bakışı bakmak için etrafı kolaçan ederken Aziz Sofya kilisesinin (Church of Hagia Sophia) tabelasını görüp merdivenleri tırmanmaya başladım. Kiliseye ulaşana kadar, tıpkı Kotor’daki kaleye çıkarken ki gibi ara ara durup surlar içindeki kasabaya bakıyordum. Masalımsı görünüyordu!
Kilisenin önünde yer alan ve kocaman bir gövdesi bulunan zeytin ağacı, oldukça heybetli ve “görmüş geçirmiş” bir şekilde kasabayı gözlüyordu.
Kiliseden çıktıktan sonra sola doğru ilerledim ve tepeliklerde yer alan Bizans kalıntılarına kısa bir süre göz attıktan sonra dönüşe geçtim.
Dönüş yolunda, sadece tek kişinin geçebileceği ve sonunda kayaların içine oyulmuş bir açıklığa ulaşan bir yol görüp meraklandım. Yolu bulana kadar bir süre uğraştıktan sonra hedefime ulaştım. Uzaktan oda gibi görünen yer, kayalığa oyulmuş ufacık bir kiliseydi!
Yazıyı hazırlarken yaptığım araştırma sırasında Monemvasia’nın Osmanlı hâkimiyeti sırasındaki adının, annemin adı olan, “Menekşe” olduğunu öğrenmek benim açımdan oldukça enteresan ve güzeldi! Bu bilgiyi kendisine söylediğimde annem, nedendir bilinmez, çocuklar gibi sevinmişti. Ben de tekrar mutlu olmuştum.
“Menekşe” bugüne kadar gördüğüm en masalımsı kasabalardan biriydi. Binlerce yıllık evlerin, yapıların arasındaki dar ve taştan sokaklarda dolaşmak çok etkileyiciydi. Tıpkı Toledo ya da Kotor’daki gibi…
Yolculuğumun son bölümünde arabaya kadar yürüdüm ve marketten kahvaltılık alıp eve geri döndüm.
Kahvaltının ardından arabaya atlayıp, aşığı olduğumuz Elafonisos adasına doğru yola koyulduk. Bir kere daha dağ yolundan tırmandık, bir kere daha Pounta limanına ulaştık ve bir kere daha feribota binip karşıya geçtik. Fakat bu sefer hem cumartesi olduğundan, hem de erken gittiğimizden feribotta uzunca bir sıra vardı ama yine de ilkine binebildik.
Bu sefer Simos plajının uzun tarafında olmaya karar verdik. Fakat arabayı park edip plaja ulaştığımızda ufak taraf kadar “şirin” olmadığına karar verip tekrar arabaya atladık ve ufak plaja gittik. Fakat burada da boş şemsiye yoktu. Neyse ki rüzgâr esiyordu ve sadece şezlong kiralayıp birilerinin gitmesini bekleyecektik.
Haliyle hemen denize atladık! Dünkü gibi balıkları takip etmeye başlayıp, dev bir akvaryumda yüzme hissini yeniden yaşıyorduk. Her şey harikuladeydi!
Çıkıp şezlongda kururken görevli boşalan bir yeri işaret etti ve oraya geçtik. Bu sefer cumartesi olduğundan 5’er Euro şezlong parası ödedik ki bu rakam Yunanistan’da ödediğimiz en yüksek şezlong ücreti idi. Dünküne benzer bir menü söyledik, yüzdük, pinekledik vs. daha ne olsun!
Dağ yolunu geceye bırakmamak için saat 18.30 civarında arabaya atladık ve feribotla Pounta’ya oradan da eve vardık. Kısa bir süre sonra kapımız çalındı. Ev sahibimiz, eşinin yaptığı kadayıf tatlısı ve yanında kaymaklı dondurma ikram ediyordu! Şerbetinin az tatlı olmasına bayıldım, tarçınlı olmasına ise şaşırdım ama inanılmaz yakışmıştı ve çok lezzetliydi! Yarısını yedikten sonra gerisini dönüşe bıraktık ve akşam yemeği için ev sahibimizin önerisi olan Trata’ya geçtik.
Denizin dibine koydukları masalardan birine oturduk. Tam karşımızda adayı ve girişindeki eski evlerin ışıklarını görüyorduk.
Zeytinyağlı ahtapot, domates, salatalık ve peynirden oluşan Yunan salatası ve ilk kez orfoz balığı ile yanında da pembe şarap sipariş ettik. Orfoz oldukça lezzetli ve roka salatası efsaneviydi!
Yemek sonrası eve döndük ve denize nazır bahçemizde nefis kadayıf tatlımızı hüplettikten sonra günü tamamladık.
10 Temmuz 2016, Cumartesi (Porto Heli)
Çoğunluğu tek şeritli yoldan olmak üzere 300 kilometre uzağımızda olan ve sygicin “5, 5 saatte gidersiniz!” dediği, gezimizin en uzun güzergâhı olan Porto Heli’ye gitmek için saat 8’de Monemvasia’ya “elveda” dedik ve arabaya atlayıp yola koyulduk. Şoför koltuğunda ben vardım ve 150 kilometrelik ilk kısmı ben sürdüm. Yolculuğun otoban bölümü benim açımdan oldukça enteresandı. Zira yoldaki eğimler, dönüşlerde neredeyse hiçbir şey manevra yapmamadan yol almamı sağlıyordu! (Bu konuda yeniyim ve ufak tefek şeylere heyecanlanıyorum. Mazur görün lütfen!)
Saat 13’de Naxos adası yerine plana dâhil ettiğimiz Porto Heli’deki Blue Beach hoteldeydik.
Plajın dibinde bulunan hotelin, bölgedeki airbnb evlerinden bile daha ucuz olması enteresandı doğrusu. Odaya yerleşirken bize yardımcı olan orta yaşlı kadın Türkiye’den olup olmadığımızı teyit ettikten sonra bir akrabasını görmüşçesine heyecanla ve gülümseyerek, “ben Midilliliyim Türkiye’yi biliyorum. Ailem hala orada yaşıyor” dedi ve gülümsedi. Biz de adayı bildiğimizi söyleyip sıcaklığından ötürü teşekkür ettik.
Bir süre dinlendikten sonra önce öğle yemeği yedik ardından da hotelden bir şemsiye alıp plaja kurduk. Deniz gayet güzel görünüyordu ve yüzerken bir sürü dil balığı görüyordum. Balıklardan biri ise oldukça enteresandı. Muhtemelen benden korktuğu için kısa süreli yüzüp ardından kendini kumların üstüne atıp ölü taklidi yapıyordu. Kısa bir süre takip ettikten sonra rahatsız etmemek için uzaklaştım.
Denizden çıktıktan ve bir süre pinekledikten sonra ana limanın açıldığı ve iç denize benzeyen yere doğru yürüdüm. Tahtadan yapılmış ve sandalların bağlandığı ufak yerler dışında görülecek pek bir şey yoktu.
Sonrasında oldukça minik görünen Ekklisia Panagia kilisesini gözüme kestirip ona doğru yürümeye başladım.
Kiliseye vardığımda kapalı olduğunu fark edip içeriye baktığımda maksimum 10-15 tane sandalye bulunduğunu gördüm. Tarihi bir kilse olmamasına rağmen bu kadar küçük olmasına şaşırmıştım.
Akşamüzeri limana gidip dolaştık. Lokal bir şeyler almak için girdiğimiz bir dükkândan zeytinyağı ve birkaç hediyelik aldık. Akşam yemeği için dükkân sahibi 2 tane lokanta önerdi. Biz de 4,5 kilometre uzağımızdaki Hinitsa’ya gitmeye karar verip arabaya atladık.
Lokanta aynı adlı bir hotele aitti ve hotelin kendine ait plajının dibinde bulunuyordu. 2 kişilik yer istediğimizi söylediğimizde orta yaşlı garson nereli olduğumuzu sordu. “Türkiye” deyince “hoş geldin komşu!” dedi ve kahkaha attı. Sonra birkaç bildiği kelimeyi sıraladı ve bizi deniz kenarındaki bir masaya yönlendirdi.
Izgara ahtapot, ızgara çipura ve balzamik sirkeli ve parmesanlı bebek roka salatası salatası söyledik. Çipura ve ahtapot tahmin ettiğimiz gibi nefisti ama asıl sürpriz parmesanlı bebek roka salatasıydı. Balzamik sosla inanılmaz lezzetliydi!
Biz yemekleri ve akabinde gelen ikram karpuzu mideyi indirirken saat 10’a geliyordu ama 3 tane 10’lu yaşlarındaki erkek çocuğu hala denizde oynuyorlardı. Enerjilerinin nereden geldiği konusunda bol muhabbet edip eğlendik.
Böylece bir günü daha gerimizde bırakmıştık.