7 Temmuz 2016, Perşembe (Corinth Canal, Nafplion)
Kahvaltının ardından Atina’ya geçici olarak veda edip gezimizin en enteresan noktalarından biri olan 86,5 km uzaklıktaki Corinth kanalına doğru ilerlemeye başladık. Saat 11.15 olmasına rağmen Atina’da dünkü gibi tampon tampona bir trafik ve sivrisinek sürüsü gibi motosikletli vardı.
Saat 12.15’de kanaldaydık. Arabayı park edip kanalın üstündeki köprünün yaya geçidinden efsanevi kanala bakmaya başladık. Corinth ve Saronic körfezlerini birbirine bağlayan ve 1881’de Yunan-Macar işbirliği ile “elle” açılmış olan kanal bir yandan da Mora Yarımadasını adaya çeviriyor.
6,4 km uzunluğunda ve 21,4 km yüksekliğindeki kanal Corinth körfezine gelen gemilerin ege denizine açılmasına olanak tanıyor.
Kanaldan sonra otobana çıkıp gezimizin ikinci durağı olan ve 1829-1834 yılları arasında Yunanistan’ın ilk başkenti olan Nafplion şehrine doğru sürmeye başladık.
65 km sonra Pinelopis Delta, Nafplion’da kiraladığımız evin önünde George ile buluşup anahtarları teslim aldık. airbnb deneyimimize Marianna gibi şeker gibi bir ev sahibi ile başladığımızdan ötürü çıtamız yükselmişti. Bu yüzden George’nin acele bir şekilde evi tanıtıp gitmesi, yatak odasının dipte ve karanlıkta olması ve buzdolabın boş olması haliyle canımız sıkmıştı ama dediğim gibi aslında normali buydu herhalde bu işin!
Bir süre dinlenip duş aldıktan sonra 4,5 km uzaklıktaki Karathona plajına gittik. Şezlong ücretinin 2 Euro olduğunu görüp sevindirik olduk, zira hem Türkiye’de, hem de en son Karadağ’da çok daha fazla ödemiştik.
Egede olduğumuz için rüzgârlı bir hava ve soğuk bir deniz beklerken, hem oldukça ılıman bir deniz, hem de çok az rüzgârla karşılaşmak oldukça enteresandı. Fakat sonradan burasının aslında Argolis körfezi olduğu ve egeye göre oldukça içeride olduğunu fark ettik.
Denizde yüzüp, sahilde dolaşıp, şezlonglarda pinekleyip, patates kızartması, sandviç ve lokal içeceklerle deniz tatilimize de resmen başlamış olduk. Sahilde takılırken bize buraları öneren Atilla’dan, “soğuk Yunan kahvesi Frappe” için önerisi geldi. Süt, buz, kahve ve istenirse şekerle gayet basit bir şekilde yapılan Frappe gayet serinletici ve güzeldi. (Tatilimizin geri kalan bölümünde Yunanistan’ın nerdeyse her yerinde ellerinde soğuk kahve bulunan insanları gördük.)
Saat 5,5 gibi toparlanıp şehre daha yakın bir yerde bulunan Arvanitias plajına doğru giderken, tıpkı Atina’dan gelirken olduğu gibi, yol kenarlarında minyatür kiliselerden gördük. Sonradan bunların trafik kazasında ölen insanlar için yapılan bir anıt olduğunu fark ettik.
Kalenin dibinde yer alan, ufak çakıllı plaj diğerine göre daha dalgalı ve bir nebze daha soğuktu.
Birkaç saat de burada takıldıktan sonra hep aklımda olan yere, yani kaleye doğru yol aldık. Fakat girişteki görevli, kapanışa 25 dakika kaldığını ve dolaşmanın 1 saatten fazla sürdüğünü söyleyerek yarın gelmemizi önerdi. Ben gelmişken dolaşma taraftarıydım ama aynı görevli saçma bir şekilde “tripodla giremezsiniz” deyince planı iptal ettik.
Çok uzun bir aradan sonra tekrar araba kullanmaya başlayan ve iki haftadır pratik yapan biri olarak Yunanistan’da ilk kez şoför koltuğuna oturdum ve kısa dönüş yolunda ben kullandım.
Evde bir süre pinekledikten sonra ilk olarak markete gidip biraz bakındık. Kahvaltı için sabah bir şeyler almayı planladığımız süpermarketin fırınındaki ürünler oldukça iştah açıcı görünüyordu, neler alacağımı kafama not ettim. Bu arada ilk kez beyaz patlıcan görüyorduk, enteresandı.
Ev sahibimizin önerdiği limandaki Arapakos’a doğru yol alırken apartman altlarında gördüğümüz benzinliklere şaşırıyorduk. (Sonraki günler Atina dâhil şehir içindeki benzinliklerin büyük bir çoğunluğunun apartman altında olduğunu fark edip iyice afallayacaktık.)
Domates, peynir ve salatalıktan oluşan Yunan salatası, risotto ve ızgara sebzeli lagosu tsipouro eşliğinde mideye indirdik. Balık servisi sırasında bir kasede getirilen limon, zeytin yağı ve baharatlarla hazırlanmış sos oldukça lezizdi! Evde fırında balık yaparken aynı taktiği kullanacağını hemen aklıma not ettim.Yemekten sonra alıştığımız gibi ikram olarak yine karpuz geldi.
Hesabı ödedikten sonra garson bize nereli olduğumuzu sordu. “Türkiye” cevabını duyunca bize bir süre dikkatlice baktı ve “birbirimize çok benziyoruz, aynı ailedeniz” demesi çok hoşumuza gitti. Yürüyerek evimize döndük ve İkinci günümüzü de tamamlamış olduk.
8 Temmuz 2016, Cuma (Nafplion, Monemvasia, Elafonisos Adası)
Saat 10 gibi Monemvasia’ya doğru yola çıkacağımız için saat 7’de kalkıp her yerden görünen heybetli kaleyi es geçip limana doğru yürümeye başladım.
Hem güneş etkisizdi, hem de ortalıkta kimseler yoktu.
Tatil yörelerinden alışık olduğum renk renk begonvillerin balkonlardan sarktığı sokaklar çok güzel görünüyordu.
Limana ulaştığımda (sonradan hapishane olduğunu öğrendiğim) adayı görüyordum.
Bisikletiyle kıyaya gelmiş bir adam, deniz fenerinin çaprazında balık tutuyordu.
Özellikle ortaçağda Argos ve Nauplia Lordluğu’nun (1212-1388) önemli bir deniz limanı olan şehri çevreleyen birçok tepede kale surları yer alıyordu.
Şehir sonraları Atina Dükalığı’nın (1205-1458) ve akabinde Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetine geçmiş.
Saat 9 gibi dün uğradığımız markete uğrayıp hem kahvaltılık bir şeyler, hem Şükrü’ye taze sakız birası ve hem de ilginç gördüğüm Yunan çikolatalarından alıp eve döndüm.
Saat 10.30 civarlarında arabaya atlayıp 225 kilometre uzaklıkta yer alan ve yolculuğumuzun en fazla merak ettiğim yeri olan Monemvasia’ya doğru tekerlekleri döndürmeye başladık.
Yolun son 20 kilometresinde şoför koltuğuna yine ben oturdum. Kalacağımız yer denizi yukarıdan gören nefis bir villanın giriş katıydı! Netten haberleştiğimiz Mary’nin babası bizi karşıladı ve evi dolaştırdı. Gerçekten şanslı olduğumuzu düşüyorduk. Eve yerleşirken kapı çalındı ve ev sahibimiz elinde 2 bardak limonlu naneli gazoz ve 2 bardak soğuk su ikram ediyordu.
Birkaç saat dinlendikten sonra arabaya atlayıp önce 42 km uzaklıktaki Pounta’ya ardından da hayatımda yüzdüğüm en berrak ve en güzel yer olan Simos plajına doğru yola koyulduk.
Pounta’ya doğru giden yolun 20 kilometresi bol dönemeçli ve çok dar dağ yoluydu. Çoğu yerde yan yana iki arabanın geçmesi bile gerçekten oldukça zor görünüyordu.
Bir şekilde yolu atlattıktan sonra limana ulaştık ve Elafonisos adasına geçmek için 1 araba + 2 kişi için 12,5 Euro ödeyip feribota bindik.
Yolculuğumuz yaklaşık 15 dakika sürdü ve adaya indik. 5 km sonra Nuri ve Burçak’ın öve öve bitiremediği Simos plajındaydık.
2,5’er Euro verip şezlonglarımızı kiraladık ve hazırlanıp cumburlop denize atladık!
Plajın 2 tane bölümü vardı. Biz küçük olan taraftaydık.
Hayatımda gördüğüm en berrak denizde yüzüyordum. Elbette bunda sapsarı kumların da etkisi vardı.
Denize girdiğimiz yerin hemen girişinde, üzeri ufak deniz bitkileriyle örtülü uzunca bir kaya bulunuyordu ve 4 ya da 5 farklı çeşit balık bitkilerden besleniyordu. Ben de herhangi birini balık seçip onu takip ediyordum. Kendimi dev bir akvaryumda gibi hissediyordum. İlk kez deniz içinde yüzen balıkları bu kadar net ve tüm ayrıntılarıyla görebiliyordum. Gerçekten muhteşemdi!
Denizden çıktıktan sonra dünkü gibi sandviç, patates ve içecek söyleyip pineklemeye başladık. Bir süre sonra hemen sağımızda yer alan ve Sinop’taki Sarıkum’daki kumula benzeyen tepeliğe doğru yürümeye başladım.
Dönüş gününde Eleni’nin annesinin “çöl gibi” dediği kumuldan plajı çok güzel görünüyordu.
Geldiğimizden beri özellikle şemsiyelerin bulunduğu plajda rüzgâr esiyordu ama bu sefer iyice sertleşmişti.
Saat 19 gibi toparlanıp önce limana ardından feribotla Pounto’ya geçtik. Yönümüzü sağa çevirdik ve Nuri ile Burçak’ın bir başka önerisi olan 21 km uzaklıktaki Neraida’ya doğru sürmeye başladık. Lokantaya ulaşmak için önce deniz kenarından, ardından da kısa da olsa bir süre dağa tırmanarak yol aldık.
Bir köyün içinde yer alan lokantaya girdiğimizde ilk ilgimizi çeken şey tavanda asılı renk renk süs kabaklarıydı. Çok güzel görünüyorlardı.
Hemen içeri geçip dolaşmaya başladığımda duvarlarda eski Yunan film artistlerinin fotoğrafları ve eski reklam materyallerinin asılı olduğunu görüyordum.
Normal bir okul defterine yazılarak hazırlanmış menü çok orijinaldi. Hele ilk sayfada yer alan ve kısaca, “yemek yaparken kullandığımız her şeyi ve içeceklerin bir bölümünü kendimiz üretiyoruz ya da lokal yerlerden temin ediyoruz” yazısının sonundaki “…ama hala bekarız!” imzasına kahkahalarla güldük!
Kısa bir süre sonra lokantanın iki sahibinden biri geldi. İlk olarak Nuri’lerin burayı önerdiğini söyleyip onlar hakkında kısa bilgiler verince, “hatırladım, hatırladım!” diyerek kahkaha attı. Ardından, “ne önerirsiniz?” diye sorduk. Saydıkları arasında hünkârbeğendi de vardı. “Biz Türkiye’den geliyoruz ve lokal şeyler arıyoruz” deyince önce şaşırdı sonra güldü ve önerilerini sıraladı. İlk önce aperatif olarak karabiberli füme et ve kabak çiçeği dolması geldi ki tek kelimeyle harikaydı!
Keçi tandır, incir yaprağına sarılı yöresel bir peynir, peynirli ve sebzeli Yunan böreği ve patates kızartmasını büyük bir zevkle mideye gönderdik. Beni tek rahatsız eden şey ise içinde ne olduğunu bilemsem de tulum peynirine benzeyen peynirdi. Keçi tandır, börek ve patates kızartması (muhtemelen kızartmada kullandıkları yağdan ötürü) nefis ötesiydi.
Yemekleri bitirip tatlı menüsünü beklerken arkadaş yanımıza geldi ve “sadece denemeniz için” diyerek bir tabak hünkârbeğendi bırakıp gitti. Cidden çok başarılıydı! Tebrik etmek için çağırdığımızda bir süre laklak ettik. Son 10 yılda 2 kere İstanbul’a gittiğini ve içerideki film yıldızlarının fotoğraflarını asma fikrini İstanbul’daki bir mekânda görüp yaptığını kahkahalar arasında anlattı. Hünkârbeğendiyi sevmemize çok sevindiğini söyledi.
Tatlı olarak geleneksel kaymaklı dondurma önerdi, biz de yanına portakallı dondurma ekledik ve getirmek için masadan ayrıldı. Döndüğünde elinde dondurmalar dışında yine ikram olarak ceviz likörü vardı. Likör bana biraz ağır gelse de dondurmalar harikulade idi!
Hesabı ödedikten sonra kendisine defalarca teşekkür ettik ve işlerin nasıl olduğunu sorduk. Kalbini gösterip, “çok iyi” akabinde de cebini gösterip “çok kötü” dedi ve “ama olsun mutluyum” diye ekledi. Hiç şüphesiz bugüne kadar gördüğüm en sıcak ve iyi niyetli lokanta sahibiydi!
Dönüş yoluna geçtiğimizde hava kararmıştı ve aklımızdaki soru, Monemvasia’ya giden 20 kilometrelik daracık dağ yollarıydı.
Karanlık ve daracık dağ yollarında, sık sık yavaşlayarak ve bazen “uuu!” diye inleyerek sahil kenarına inip evimize ulaştık. Yolculuk sırasında 1 porsuk, 2 tane de tilki görmenin mutluluğu ise aklımızda kalan en güzel şeylerdi. Evde Salda’ya giderken gördüğümüz alacasansarı hatırladık.
Çok güzel bir günü daha gerimizde bırakmıştık!