14 Temmuz 2015, Salı (Mostar, Herceg-Novi, Perast, Kotor)
Saat 10.30 civarında Mostar’a veda ettik ve arabaya atlayıp Karadağ’a doğru yola koyulduk. Sygic’i son bir şans, birkaç kez daha denesem de bir türlü başarılı olamadım. Çünkü bizi önce Saraybosna’ya geri döndürüyor oradan da (Karadağ’dan dönerken, Bayram sayesinde gitmekten vazgeçtiğimiz ve korkunç kötü bir yol olduğunu öğreneceğimiz) başka bir yoldan Hergec-Novi’ye götürüyordu. Bu yüzden tabelaları takip etmeye karar verdik.
Herceg-Novi, Dubrovnik’in yakınlarında olduğu için Dubrovnik tabelalarını takip ediyorduk. Ama bir süre sonra, Hırvatistan vizem olmadığı ve yolun bizi Hırvatistan’a sokma ihtimalinin yüksek oluşundan ötürü, bir benzinliğe danışmaya karar verdik. İlginçtir ki, kafamdan bunları geçirirken, dün Kravice şelalelerini bulmamıza yardımcı olan benzinliğin yakınlarındaydık.
İçeri girdik ve vizemiz olmadığı için, Hırvatistan’a girmeden Hergec-Novi’ye nasıl gidebileceğimizi sorduk. Bizi dinleyen kadın (muhtemelen, Avrupa Birliği vatandaşı olduğumuzu düşündüğü için) neden vizemizin olmadığını bir türlü anlayamıyordu. İngilizce bilmeyen diğer adama kendi dilinde durumu aktarırken “pasaportları yokmuş”u duyduk ve hemen müdahale edip, pasaportumuz olduğunu ama AB vatandaşı olmadığımız için Hırvatistan’a giremeyeceğimizi söyledik. Kadın sorunumuzu anlamıştı ve adama bir kere daha anlattı ve o da telefonundan bir harita açıp, (dün olduğu gibi) yine üç kilometre geri gitmemizi ve sağa dönüp, önce Stolac ardından da Trebinje tabelalarını takip etmemizi söyledi.
Böylece 145 kilometrelik yolculuğumuza başlamış olduk. Bol dağlı, az ovalı ve daha az ağaçlı yolculuğumuz sırasında, uzunca bir süre tabela görmediğimiz birkaç yerde “doğru yolda mıyız?” diye sorma gereği duyduk.
Trebinje’ye girdiğimizde her yerde Sırp bayrakları olduğunu görüp, “herhalde Sırp kantonu” diye düşünüyordum. (Oysa döndüğümde buranın Bosna-Hersek içinde yer alan Sırp Cumhuriyeti’nin bir şehri olduğunu ve savaş sırasında Müslümanlara karşı yapılan en büyük katliamlardan birinin burada yaşandığını öğrenecektim.)
Kısa bir süre sonra, önce Bosna’dan çıkış ve ardından Karadağ’ya giriş yapacağımız sınır noktalarına ulaştık. Karadağ’a girerken yanımıza gelen bir polis, “arabada deklare etmeniz gereken bir şey var mı?” diye sordu. Onun dışında görevliler kısa bir süre pasaportlarımızı inceleyip, ardından pasaportlarımıza arabayla geçiş mührü bastılar. (Dönüşte Bayram ve Bahar’dan sınır geçişleriyle ilgili bir sürü ilginç hikâye dinledik. Bunlardan birinde, Kosova’dan çıkıp Sırbistan’a girerlerken, Sırp görevlinin (Kosova’yı ülke olarak kabul etmedikleri için) onlardan habersiz olarak Kosova mührünü kalemle çizip üzerine Sırpça “geçersiz” yazmasıydı. Bir diğeri de; sınırdaki görevlinin pasaportlara baktıktan sonra, “yana çekin” dediğini ve 15 dakika bekledikten sonra memurun eşinin elinde iki kahveyle gelip Türk dizileri hakkında muhabbet etmek istemesi ve bizimkilerin haliyle dumura uğramalarıydı.)
Kontrolden geçtikten kısa bir süre sonra tepeden Adriyatik Denizi’ni görüyorduk. Bu sırada tekrar kontrol ettiğim Sygic, Karadağ’da çalışmaya başlamıştı. (Program bizim gezi programımıza göre sadece güney Bosna’da düzgün çalışmıyordu.)
Merkeze doğru devam ederken, denize girmek için Topla’daki Mića Vavića sokağının girişinde yer alan park yerine arabayı bırakıp (yazıyı yazarken üsteki gibi ayrıntılı yer adlarını bulma konusunda spor aktivite uygulaması endomondo çok işe yaradı) sahile doğru yürüdük.
5’er Euro ödeyerk kiraladığımız şezlonglarda (“ne kadar pahalı” diye düşünsek de, bir sonraki gün daha fenasını göreceğimizden bihaberdik) kısa bir süre dinlendikten sonra denize girdik. Hafif soğuk su, çok ferahlatıcıydı.
Yüzdükten ve bir süre pinekledikten sonra tekrar arabaya atlayıp yönümüzü 34 km uzaklıktaki Perast’a çevirdik.
Körfez yolundan gitmek istemeyenler için Herceg-Novi – Kotor arasında arabalı feribotlar çalışıyordu. Aslında biz de feribota binebilirdik ama dönüşü kaçırınca körfez yolundan devam ettik (ve sonrasında “iyi ki de öyle yapmışız” dedik).
Deniz kenarından kıvrıla kıvrıla Kotor Körfezi’ni takip ederek Perast’a doğru yol alırken Lipci’de kısa bir ara verdik ve nefis görünen dağların ve denizin birkaç fotoğrafını çektik.
Lipci’de denize girmek için ufacık beton açıklıklar yapmışlardı. Bizim durduğumuz yer de onlardan biriydi.
Arabalara atladık ve yine deniz kenarında kıvrıla kıvrıla Perast’ın girişinde park edip, yürümeye başladık. İlk ilgimizi çeken şey tam karşımızda duran iki adacıktı. (Bir süre sonra ne olduklarını öğrenecektik.)
İlk önce, yerleşimin her yerinden görünen Aziz Nicholas kilisesinin (St. Nicholas Church, 17.yy) çan kulesine gittik.
Birer Euro ödeyip 50 metre yüksekliğindeki kulenin dar merdivenlerinden tırmanmaya başladık.
Dağlar, evler, üzerinde kilise ve manastır bulunan adacıklar ve deniz manzarası gerçekten çok etkileyiciydi.
Kuleden indikten sonra sahilin bir arka sokağında, taş evlerin arasında yürümeye başladık.
Dönüşte sahil yolunu tercih ettik ve yanımıza yanaşan bir bot turu satıcısının anlattıklarıyla adacıklardan biri olan Gospa od Škrpjela’ya (Our Lady of the Rocks) doğru botla yol almaya başladık.
Denizin üzerinde yan yana iki tane adacık bulunuyor. Bunlardan bizim gittiğimiz adacık, 1452 yılında kıyıdan kayalar taşınarak, yapay bir şekilde oluşturulmuş ve üzerine bir Katolik kilisesi inşa edilmiş.
Efsaneye göre 22 Temmuz 1452’de bir denizci şu an adacığın bulunduğu yerde yer alan bir kayanın üstünde Bakire Meryem ve Oğlu tablosunu bulmuş ve bunun kutsal bir işaret olduğunu düşünerek kıyıdan kayalar taşımaya başlamış. Bahsi geçen tablo şu anda kilisenin içinde bulunuyor.
Her yıl 22 Temmuz günbatımında fašinada adı verilen bir etkinlik düzenleniyormuş ve yerli halk botlarıyla taşıdıkları kayaları adanın yanından denize atıyorlarmış.
Adaya çıkıp kiliseyi ve ardından içinde yer alan müzeyi dolaştık. Müzedeki en hayret edici eser, bir kadının 25 yılda, inanılmaz incelikte bir iple işlediği Bakire Meryem ve Oğlu portresiydi. Dibine kadar girip baktığınızda bile iplikleri seçmek çok çok zordu. (Fotoğrafı oldukça kötü çekmiş olsam da en azından neye benzediğini görmeniz için ekledim.)
Adacığın yanında yer alan ve ziyarete kapalı olan Sveti Đorđe, doğal bir adacık ve üzerinde 12.yy’dan bu yana Aziz George Benedictine Manastırı (Saint George Benedictine Monastery) bulunuyor. Yanına bir yatın gelmiş olması ve adanın kenarına çıkıp oradan denize giriyor olmaları da ilginçti.
Arabaya döndükten sonra, sahil yolundan 16 km uzaklıktaki günün son durağı Kotor’a doğru hareket ettik.
Sygic’de işaretlediğim hostelin koordinatına geldiğimizde herhangi bir giriş bulamadığımız için kısa bir süre ilerleyip, gördüğümüz bir park yerinde Old Town Hostel East Wing’in (Old Town 284) yerini sorduk. Kadın, hostelin kale içinde olduğunu ve arabayla gidemeyeceğimizi, o yüzden buraya park edip yürümemizi önerdi. Biz de geceliğine 10 Euro ödeyip arabayı bıraktık ve bavullarımızı alıp yürümeye başladık.
Kale kapısından içeri girdiğimizde, bugüne kadar gördüğüm en güzel korunmuş kale içi yerleşkesine şahit oluyordum.
Kaldığımız yer eski yapılardan birinin çatı katıydı ve ufak meydanlardan birine açılıyordu.
Görevli bizi odaya yerleştirirken, meydandan hostela çıkarken kullandığımız merdivenin Kotor kalesine gittiğini ve girişte bir görevlinin bu yolu kullanmak isteyenlerden 3 Euro aldığını, bu yüzden oda anahtarını gösterip çaktırmadan kaleye bedava çıkabileceğimizi söyledi. Aklıma bir hafta önce buralarda bulunan Efe’nin, “kesin Kotor kalesini çıkın ama sakın güneşte çıkmayın!” sözleri geldi. Güneş etkisini kaybetmişken çıkmaya karar verdim.
Z şeklinde zikzak çizerek ilerleyen taş yollardan tırmanmaya başladığımda, güneş tepenin ardında görünüyordu ve aklımdan “bu iş kolay olacak” diye geçiriyordum. (Oysa hiç de öyle olmadığını bir süre sonra anlayacaktım.)
Kale içi oldukça güzel görünüyordu. Limana demirlemiş cruise gemisi ise gerçekten devasaydı.
Tırmanmaya devam ederken Aziz John Kilisesi’ni (Saint John / Our Lady of Health Church, 15.yy ortası) görüp, “bu kadar mıymış?” diye aklımdan geçirdim.
Burada biraz nefeslendikten sonra kafamı yukarı doğru çevirdiğim an, aslında daha yolun üçte birine geldiğimi fark ettim. İşte o an, kaleden dönenlerin, nefes nefese kalmış bir şekilde tırmananlara neden pis pis gülümsediklerini anladım!
Yükseldikçe tepenin ardındaki güneşi görmeye başladım.
İnsanlar her gördükleri açıklıkta oturup nefesleniyorlardı. Benim de belim ağrımaya başlamıştı ama gaza gelmiştim bir kere.
Sanırım bugüne kadar yürüyerek çıktığım en dik ve en uzun yolculuğun ardından kaleye ulaştım.
Dönüş yolunda, kat ettiğim yolun 1909 basamak + adım (merdiven araları ve dönüşler) olduğunu görüp “yuh!” çektim.
Hostela döndüğümde kan ter içinde kalmıştım. Ama kuşbakışı kaleiçi, Kotor, deniz ve dağ manzaraları gerçekten nefisti.
Akşam yemeğine gittiğimizde, kale içindeki lokantaların neredeyse tamamının iki, üç kişiye ait olduğunu, bu yüzden de kalitelerinin aynı olduğunu öğrendik. Hostelin önündeki lokantada deniz mahsullü kırmızı risotto yedim. Hem doyurucu hem de çok lezzetliydi.
Yemeğin ardından canlı müzik olan bir mekanda oturup bir şeyler içtikten sonra kaldığımız yere doğru yürürken, galeriye çevrilmiş olan Aziz Pavle Kilisesi’nde (Sv. Pavla / St. Pavle Church, 13-16.yy) sergilenen, Polonyalı sanatçı Victoria Domski’nin “correspondances” adlı sergisine bir göz attık.
Mehmet Ali bey,
Bu yaşta kalelere aşağıdan bakacağım için fotoğraflara için çok teşekkürler.
Schengen vizesi Hırvat ve sırp sınırında sorun yaşatırmı? Kolay geçiş yapabilirmiyim?
Sırbistan için vizeye gerek yok. Hırvatistan ise ya Hırvat ya da Schengen vizesi istiyor diye biliyorum. Biz gezimizde vizesiz olarak pasaportla Bosna ve ardından arabayla Karadağ’a geçmiştik…