Avrupa’nın göbeğinde, yıllarca süren (1992-1995) ve her gün Saraybosna’da, Mostar’da, Srebrenitsa’da ya da başka bir bölgede öldürülen, evlerinden uzaklaştırılan, sniper ateşinden kaçmak için koşan insanları, patlayan bombaları, yemyeşil, cennet gibi yerlerde birbirlerini öldürmeye çalışan insanların görüntülerini izleyerek büyüyen biri olarak, Bosna-Hersek her zaman görmek istediğim yerlerin başında geliyordu.
Yıllarca gitme planları yapıp, her defasında “herhangi bir nedenle” ertelemek zorunda kaldığım gezi için sonunda uçak biletlerimizi aldık ve gerisi çorap söküğü gibi geldi.
İlk hamle olarak, yıllar önce geniş bir Balkan turu yapmış olan arkadaşım Saygın Süt ve Tanıl Abilerin yılbaşında Bosna-Hersek’e yaptıkları ziyarette onlara büyük yardımları dokunan Bayram Şen’den bilgiler topladım. Bunların ışığında 6 günlük gezimizin, hem içimize sinmesi, hem de az koşuşturmalı ve ucuz olmasını göz önünde bulundurarak, Bosna-Hersek ve Karadağ’a gitmeye karar verdik.
Sıradaki aşamada kendimize kalmak için üç tane üs belirledik; Saraybosna, Mostar ve Kotor. Bu üç şehirde hostelleri araştırdık ve yorum, fotoğraf ve puanları yüksek olan üçünde rezervasyon yaptırdık.
Kalacağımız yerler de belli olduktan sonra artık sıra göreceğimiz yerlere gelmişti. Bayram, Saygın ve Anıl’ın verdiği “görülmesi gereken yerler” listesine, bir de kendi araştırmalarımda gördüğüm yerleri ekledim ve gezi planımız ortaya çıktı.
Son olarak orada nasıl seyahat edeceğimize karar vermemiz gerekiyordu. Bayram, trenlerde kapkaç hadiseleri olabildiğini, otobüsün de zamanlarını ayarlama konusunda ayak bağı olabileceğini söyledi ve benzin fiyatları uygun olduğu için (Bosna’da 2,06 KM (1,03 Euro), Karadağ’da 1,20 Euro), araba kiralamamızı önerdi. İşin ilginç yanı büyük araba kiralama şirketlerinin sadece birinde otomatik vites araba bulabilmemizdi ki, o da tuzluydu. Bu konuda da (daha sonraları birçok kez olacağı gibi) Bayram, hayatımızı kurtardı ve Gumax adında bir Bosna firmasını önerdi. Biz de oradan arabayı kiraladık.
İnternete ihtiyaç duymayan ve GPS ile çalışan Sygic’i telefona kurup Ankara’da birkaç deneme yaptıktan sonra sıra, kalan günleri saymaya gelmişti!
11 Temmuz 2015, Cumartesi (Saraybosna)
(1 Bosna-Hersek Markı: 1,5219 TL – 1 Dolar: 2,6655 TL – 1 Euro: 2,9708 TL)
Planlamayı yaparken aklımda olan şeylerden biri de, gezimiz sırasında bulunduğumuz şehirlerden birinde, oynanmakta olan Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi ön eleme maçlarından birine denk gelip gelmeyeceğimizdi. Yola çıkacağımız gün, son bir umut uefa.com’dan maç programına baktım ama ya biz başka bir şehirdeyken diğerinde maç vardı, ya da bulunduğumuz şehrin takımı rakip sahada maç yapıyordu. Oraya kadar gitmişken, futbol atmosferini solumak güzel olurdu ama olmadı. Bir dahaki sefere ve umarım bu sefer Gençlerbirliği için oralara gideriz diye düşündüm.
Yola çıkarken yanıma okumak için, Rana’nın önerisi olan Louis-Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk’unu aldım. Havaalanına doğru giderken kitabın ilk satırlarına bayıldım; “Yolculuk etmek, çok işe yarar, düş gücünü çalıştırır. Gerisi yalnızca düş kırıklığı ve yorgunluktan ibarettir…”
Esenboğa’ya ulaşıp 15 İstanbul uçağına (Çanakkale) biletimi alırken, 14 İstanbul uçağının iptal olduğunu görüp kısa bir süre duraksasam da bizim uçak için her şey normal görünüyordu. 14.45 civarlarında bir yetkili, uçağın 16’ya ertelendiğini söyleyip ardından birkaç şehir sayarak, aktarması olanların yanına gelmesini istediğinde, bir şeylerin ters gittiğini anladım. Saraybosna aktarmamı yetkiliye gösterdiğimde, “siz yetişiyorsunuz, önceliğimiz diğerleri” yanıtını aldım. Bu arada 14 uçakları ikinci kez ertelenenler, otobüsler biletleri yananlar, yanlarında hastaları olanlar çok sinirlenmişlerdi. Uzun süreli tartışmalar yaşandı. Uçak 16’da geldi ve ancak 16.35 civarında havalandı. Atatürk’e inmesi, yer bulması, aktaracak servisin gelmesi derken 17.55’te ancak havalimanındaydık. Allah’tan Ankara’da yurtdışı çıkış pulu almayı akıl ettiğim için görevli beni, uçuşuna bir saatten az süre kalan yolcuların pasaport kontrolünün yapıldığı gişeye yönlendirdi ve oradan geçerek uçağa ulaşabildim. Bu arada İstanbul’a uçanlar arasında Gençlerbirlikli futbolcu Mervan Çelik de vardı ama bende onunla muhabbet edecek enerji bile kalmadığı için, hamle bile yapmayı denemedim.
Saraybosna uçağına binmek için biletlerimizi uzattığımızda, görevli “koltuğunuz değiştirilmiş” dedikten sonra koltuk numaralarımızın üzerini çizdi. “Hayda, bu sefer ne oldu!” diye söyleniyorduk ki görevli, “business uçacaksınız” dedi. (Sonraki günler Bayram, kendisinin bizim biletleri upgrade ettirdiğini söylese de, İstanbul’a geri uçarken durumu aktardığımız bir hostes neden böyle olmuş olabileceğini biraz da şaşkınlıkla anlatacaktı.)
Ekonomik uçan yolculara göre business’ın farkı, ikram edilen taze meyve suları ve güzel yemeklerdi. (Dönüşte Saraybosna uçuşunun yurtdışı uçuşu olsa da mesafe kısa olduğu için yolculara yiyecek olarak yurtiçi uçuşlarındaki gibi; sandviç, ufak bir ek yiyecek ve tatlı ikram edildiğini öğrenecektik.)
Saraybosna’ya yaklaştıkça, yemyeşil ormanlarla kaplı dağlar arasında kıvrılarak akan nehirlerin nefis görüntülerini ve aralara serpiştirilmiş tek katlı evleri görüyorduk.
Uçak yere inip yavaş yavaş duracağı yere doğru ilerlerken, hemen havaalanının dibinde yer alan bir sebze bahçesinde anne babasının yanında duran iki çocuğun gülümseyerek bize doğru el sallayışlarını görüp gülümsedik. Gerçekten çok güzeldi.
İki tane bavul alma yeri olan (ve dönüşte 5 tane uçuş kapısı olduğunu öğreneceğimiz) Saraybosna havaalanı “kutu gibi” ufacıktı.
Uzunca bir süre benimkini almak için bekledik ama yoktu. Hayatımda ilk kez bavulum kaybolmuştu. Kayıp eşya bölümüne başvurup biletimizi uzattığımızda kadın görevli kısa bir süre inceledikten sonra, bavulun İstanbul’da unutulduğunu, yarın sabah uçağı ile havaalanında olacağını söyledi ve bir belge düzenleyip uzattı. Normalde kaldığımız yere bavulu getirebileceklerini ama bir sonraki gün Pazar olduğu için bizim gelip almamız gerektiğini de ekledi. Biz de bir sonraki gün Mostar’a doğru yola koyulacağımız (ve sonradan yolumuzun üstünde olduğunu öğrenip sevineceğimiz) için gelip alabileceğimizi söyledik.
Gumax’tan kiraladığımız Nissan’ın Mostar’dan gelmediği için günlük 5 Euro farkla bir üst model olan dizel Renault Megan’ı teslim aldık ve navigasyonu kurup kalacağımız Franz Ferdinand Hostel’a doğru yola çıktık. Sygic, bizi hostelin yakınlarına getirmişti ama hangi sokakta olduğunu tam görebilmek için yönümüzü sağa çevirdiğimizde karşıdan bir araba geliyordu ve işlek caddeye geri geri çıkmak zaman alacaktı. Bu sırada yoldan geçen bir adam yolu durdurup bize “gel gel” yaparak yola çıkmamızı sağladı. “Walla” dedi ve bana dönüp “Boşnakçada teşekkür ederim demek” dedi. (Sonraları aslında teşekkür ederimin “Hvala” olduğunu “eyvalla” gibi telaffuz edildiğini öğrenecektik.)
Hostel sokağına dönüp arabayı bıraktığımızda yaşlı bir kadın gelip, yardımsever bir şekilde, Boşnakça konuşarak ve el kol hareketleriyle buraya park edemeyeceğimizi, çünkü arabanın dar yolu kapattığını anlattı. Ben de hostela gidip arabayı nereye park edebileceğimizi sordum ve park yerini öğrendim. Dışarı çıktığımda arkadan bir araba gelmişti ve bizim araba dar sokakta sıkışmıştı. Bu arada yoldan geçen başka bir adam yardım önerisinde bulundu ve şoför koltuğuna oturup, arabayı ince ayarlar yaparak geri çıkarttı ve anahtarı bize teslim edip gitti. 15 dakika içinde yaşadıklarımız ve gördüğümüz yardımseverlik inanılmazdı!
Arabayı 100 metre ilerideki bir parka bırakıp çantalarla kalacağımız yere geri döndük. Adından da anlaşılabileceği gibi Franz Ferdinand, I. Dünya Savaşı üzerine dekore edilmiş butik bir hoteldi. Her yerde savaşla ilgili yazılar, espriler ve fotoğraflar yer alıyordu. Bizim kalacağımız odanın adının “Gelibolu Cephesi” olması ve her yerde Gelibolu ile ilgili yazı ve fotoğrafların yer alması da oldukça enteresan ve güzeldi.
Aşağıdaki araba koşuşturmacası sırasında telefonum sürekli bilmediğim bir Türkiye numarasından aranıp duruyordu. Yurtdışında olduğum için önce cevap vermesem de ardından birinde açtım ama bu sefer de ses gelmiyordu. Aklıma Bayram geldi ve odaya yerleştikten sonra internet üzerinden arayarak ona ulaştım ve hostelin önünde buluşmak üzere sözleştik.
Kaldığımız yerin (şans eseri) Başçarşı’da (Baščaršija) yer alması, oldukça işimize gelmişti. Bayram ve eşi Bahar’la hostel önünde buluştuktan sonra onların rehberliğinde bir yandan dolaşmaya, bir yandan da laklak etmeye başladık. Süper sıcakkanlı, konuşkan ve eğlenceliydiler.
Bir yandan dolaştığımız yerleri anlatıyorlar, bir yandan da Bosna Savaşı, Bosna-Hersek, Saraybosna ve diğer birçok konuda bizlere nefis ayrıntılar veriyorlardı. Savaşla ilgili bilgiler bir yandan bizi şaşırtırken bir yandan da içimizi burkuyordu.
11 Temmuz, aynı zamanda, Sırp Cumhuriyeti Ordusu’nun Srebrenitsa’ya (Srebrenica) karşı giriştiği Krivaya ’95 Harekâtı esnasında yaşanan ve en az 8.372 Boşnak’ın General Ratko Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Bosna Sırp ordusu tarafından öldürüldüğü, Srebrenitsa Katliamı’nın 20. yıl dönümüydü. Bu yüzden havaalanından şehre gelirken ve Başçarşı’da birçok anma yazısına, fotoğrafa ve posterlere şahit olduk. Sokaklardan birinden geçerken Bayram, gazeteci Mete Çubukçu’yu gördü ve selam verip konuşmaya başladı. Ben önce anımsamasam da sonrasında sesinden, 20 yıl önce, savaş sırasında Bosna’dan haber sunduğunu hatırladım ki kendisi de ondan bahsederek “20 yıl sonra beni de davet ettiler, sabah Srebrenitsa’daki anmadaydım” dedi.
Bayram, toprakların %51’ine sahip Hırvat ve Boşnakların oluşturduğu Bosna-Hersek Federasyonunun 10 Kanton’dan oluştuğunu, her birinin diğerinden bağımsız olarak yönetildiğini, bu yüzden de ortak yapılması gereken neredeyse hiçbir işin yürümediğini ve ülkedeki işsizlik oranının %47 olduğundan bahsetti.
Bosna’da, 10 kantonlu Bosna-Hersek Federasyonu dışında bir de toprakların %49’una sahip Sırplardan oluşan Sırp Cumhuriyeti bulunuyor. (Zaten bir gün sonra başlayacağımız gezimiz sırasında, geçtiğimiz kantonlardaki nüfusa göre, Sırp, Hırvat ya da Bosna bayraklarının dalgalandığını görecektik.)
Boşnak kahvesi içmek için bir yere oturduk. Sunum gayet güzeldi. Bayram, buralarda simgelerin çok önemli olduğundan bahsetti. Mesela, kulplu fincandan kahve içerken, Sırp milliyetçilerinin kullandığı çetnik selamındaki gibi üç parmak kullanıldığı için Bosnalıların, kulpsuz fincan kullandıklarını anlattı.
Ara ara bol kahkahalı muhabbetler yapsak da, bir süre sonra muhabbetimiz bir şekilde yine savaş anılarına dönüyordu.
Bosna Savaşı sırasında Saraybosna’nın 3,5 yıl boyunca susuz ve elektriksiz olarak, tepelere konuşlanmış Sırp sniperları tarafından kuşatıldığını ve halkın dışarıda hareket edebilmek için birçok yerin üstünü tahtalar çakarak ya da kenarlara otobüs, tramvay gibi araçlar çekerek sniperlardan gizlenmeye çalıştıklarını öğrendik. Birçok binada hala kurşun izlerinin duruyor olması da oldukça iç burkucuydu.
Bayram, savaş sırasında Belgrad’da birçok Sırp’ın Bosna’da yaşananları protesto ettiklerini ama bunların Türkiye’de pek duyulmadığını da anlattı.
Savaşın üçüncü ayında sadece bir günlüğüne ateşkes olduğunu ve o gün, İsrail uçaklarının gelip vatandaşlarını tahliye ettiğini öğrendik. Bayram, en başta bunun bir komplo teorisi olduğunu düşündüğünü ama araştırdığında gerçekten de böyle bir durumun yaşandığını söyledi.
Savaşı yaşamış olanların, çoğunlukla o günleri konuşmak istemediğini ve savaşta yer alan ve Lahey’de de yargılanmış olan ev sahiplerinin, savaştan nefretle bahsetmesine karşılık “o zaman silahımız yoktu, artık var. Hadi bir kere daha, bu sefer eşit şartlarda çarpışalım” diyen, o günleri yaşamamış genç ve milliyetçi bir jenerasyonun da yetiştiğini anlattı.
Bayram, Bosna’ya gelen Türklerden bazılarının oldukça garip olduklarını ve birçok kez, karşısındaki Boşnak garson ya da satıcıyı Türkçe olarak “neden Türkçe konuşmuyorsun, Türkçe konuşsana” diye azarlamasına şahit olduğunu ve kendini gerçekten zor tuttuğunu anlattı.
Bunca bilgi bombardımanının ardından sonunda sıra, Bosna gezilerinden sonra Tanıl Abi ve Aksu Abla’nın övgülerle anlattıkları ve o günlerde Türkiye’de oldukça popüler olan, üç farklı sütten yapılan tirileçe tatlısının orijinalini denemeye geldi. Ankara’da yediklerime göre daha az sütlü ve keki daha sıkı olan tatlı oldukça lezizdi.
Saatler ilerledikçe serin hava ve esen rüzgadan ötürü üşüyorduk. (Oysa sonraki günler bu havayı özleyeceğimizden bihaberdik.)
Sonrasında, Boşnak sanat müziği olan Sevdalinka’nın çalındığı bir kafeye oturduk. Orada Yaban mersininden (Borovnica) yapılmış oldukça hafif ve güzel bir meyve suyu içerken, Bayram ve Bahar’ın balkanlar ve Avrupa’da yaşadıkları bol kahkahalı anıları dinledik.
Gece 1.30 civarında bizi Franz Ferdinand’a bıraktıklarında hala gülüyorduk. Her şey çok güzel başlamıştı.
12 Temmuz 2015, Pazar (Saraybosna)
Pazar günü sabah 8 gibi uyanıp, dün akşam Bayram ve Bahar’ın bizi gezdirdiği yerleri gündüz gözüyle görmek ve yolda atıştıracak bir şeyler almak için Başçarşı ve etrafında yürümeye başladım.
Franz Ferdinand’ın bulunduğu sokak (Jelića 4), barışı, birlikte yaşamayı ve hoşgörüyü simgeleyen ve Osmanlı ile Avusturya mimarisinin ayrıldığı yeri gösteren Saraybosna Kültürlerin Buluşması işaretine denk geliyordu. Bu yüzden turuma Avusturya-Macaristan tarafından başladım.
İlk durağım Bosna-Hersek’in en büyük Katolik kilisesi olan, Saraybosna Katedrali’ydi (Katedrala Srca Isusova / Sacred Heart Cathedral, 1884-1887).
Katedralin tam önündeki kaldırımda, Bayram’ın, savaş sırasında insanların topluca öldürüldüğü noktalara konulduğunu söylediği, Saraybosna Gülleri’nden birini gördüm.
Şehrin her yerinde Srebrenitsa katliamının 20. Yılına dair posterler yer alıyordu.
16’sında tekrar Saraybosna’ya geldiğimizde, Küçük Prens kitabı satın alacağımız, kitap çadırlarının yer aldığı Aliya İzzetbegoviç – Özgürlük Meydanı’ndan (Trg Oslobođenja – Alija Izetbegović) geçerken, bir alt sokakta yer alan ve kubbesi oldukça ilgi çekici görünen yapıya doğru ilerlemeye karar verdim.
Yapı, Saraybosna’daki en büyük Sırp Ortodoks Katedraliydi (Saborna Crkva Rođenja Presvete Bogorodice / Cathedral Church of the Nativity of the Theotokos, 1874).
Önceki akşam dolaşırken Bayram’ın “içeride çok leziz kuru etler satılıyor” dediği Şehir Pazarı’nı (Gradska Tržnica Markale, 1894) gördüm. (Normalde 16’sında kuru etleri denemek için uğramayı planlıyorduk ama şehre akşamüstü geldiğimiz için arada kaynadı.)
Bu tarafta dolaşırken yapıların mimari özellikleri nedeniyle aklıma sürekli Avrupa şehirleri geliyordu.
Eski tramvaylar da oldukça güzel görünüyordu.
(16 ve 17’sinde bir şeyler içerken, şehri kuşbakışı seyredeceğimiz) Hecco Otel’in hemen yanında yer alan ve II. Dünya Savaşı sonrası faşizme karşı kazanılan savaşı simgeleyen Sönmeyen Ateş Anıtı’nın (Vječna Vatra / Eternal Flame, 6 Nisan 1946) alevleri, bugüne kadar sadece savaş sırasında sönmüş. Bayram, bu anıtın aynı zamanda çok fazla olmasalar da evsizler için kışın çok işe yaradığını söylemişti. Avrupa ülkeleriyle kıyaslayınca, işsizliğin %47 olduğu bir ülkede, evsizlerin çok az olmasının nedeni de sanırım aile ve kültür yapısından kaynaklanıyor.
Dolaşırken birçok güzel grafitiyle karşılaştım.
Ayrıca, Türk Hava Yolları’nın FK Sarajevo futbol takımına ve çeşitli kültürel etkinliklere sponsor olduğunu gösteren afişlerle de bol bol karşılaştım.
Bazı binalar, hala savaş günlerini anımsatan mermi izlerini taşıyordu. Aklıma Bahar’ın, bazı ev sahiplerinin maliyeti yüksek diye binaları onarmadığını söylemesi geldi. Ama bir yandan da bu izlerin, dışarıdan gelenler için savaşı, kötü günleri anımsatması açısından iyi olduğunu düşündüm.
Avusturya-Macaristan bölümünü bitirdikten sonra ana caddeden yürüyerek Osmanlı tarafına geçtim. Burada yürürken aklıma, Beypazarı, Göynük ya da Ankara’daki Hamamönü geliyordu ama elbette burası daha derli toplu ve orijinal görünüyordu.
Her yerde ünlü Boşnak köftesi olan Ćevapi dükkânları, kafeler ve hediyelik eşya dükkânları yer alıyordu.
Çocukluğumdan beri tarih derslerinde duyduğum ve (nedense) hep merak ettiğim, Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü ve I. Dünya Savaşı’nın ateşlendiği Latin Köprüsü’nün (Latinska Ćuprija, Latin Bridge, 1541) tam karşısındaki yere, bir önceki gün Bayram ve Bahar ile gitmiş ve onlardan uzun uzadıya konuyla ilgili bilgi almıştım. İşin garibi çocukluğumdan beri 1914’teki suikastın köprü üzerinde olduğunu zannediyor olmamdı. Neyse ki işin aslını yerinde öğrenmiş oldum.
Köprünün üstünde tıpkı Ljubljana ve birçok Avrupa ülkesinde gördüğüm gibi, sevgililer tarafından kitlenip (muhtemelen) anahtarı nehre atılan kilitler asılıydı.
Osmanlı tarafının meydanında heybetli bir Sebil (Sebilj, 1753) yer alıyordu ve oldukça güzel görünüyordu.
Oradan çıkıp ana caddeye doğru yürüyerek Bosna-Hersek Ulusal ve Üniversite Kütüphanesi’ne (Nacionalna i Univerzitetska Biblioteka Bosne i Hercegovine / National and University Library of Bosnia and Herzegovina, 1894) ulaştım.
Bayram burayı anlattığında doğrudan aklıma, savaş sırasında bombalandığında tüm pencerelerinden ateş alevlerinin fırladığı ve yanarak usul usul yere düşen kitap sayfalarının görüntüleri geldi.
O anlardan bazıları, U2 ve Pavarotti’nin Miss Sarajevo video klibinde de kullanılmıştı. Hostela döndüğümde ilk yaptığım iş 95’te yüzlerce kez izlediğim klibi bir kere daha izlemekti ve bir kere daha tüylerim diken diken oldu.
U2’nun solisti Bono, 2009’da Irish Times’a U2’nun şarkıları arasında favorisinin Miss Sarajevo olduğunu söylemişti.
Osmanlı mimarisinin en göze çarpan eserlerinden biri olan ve Mimar Sinan tarafından inşa edilen Gazi Hüsrev Bey Camii (Gazi Husrev-Begova Džamija / Gazi Husrev-Beg Mosque, 1531) oldukça heybetli görünüyordu. Cami aynı zamanda Bosna-Hersek’deki en büyük tarihi cami olma özelliği taşıyor.
Yakınlarda bir de Osmanlı mimarisinin güzel örneklerinden Ferhat Paşa Camii (Ferhadija Džamija / Ferhat-Pasha Mosque, 16.yy) bulunuyordu.
Dolaşırken meyve, sebze satılan ufak yerler gördüm ve Mostar’a doğru giderken yemek için, birkaç meyve satın aldım. Özellikle ahududu nefis görünüyordu. Tüm gezimiz sırasında gördüğümüz her yerde satın aldık ve afiyetle yedik.
Mehmet Ali bey tesadüfen googleda arama yaparken sayfanıza girdim. Lisedeyken bosna hersek e gitmiştim ve gittiğim yerleri resmen unutmuşum. Gezi yazınızı okuduğumda bütün anılarım gözümün önüne geldi. Çok güzel yazmışsınız elinize sağlık. ☺
Çok teşekkürler Ayşenur Hanım. Ben de unuttuklarımı tekrar anımsamak için yazıyorum. Sizin de işinize yaramış olmasından ötürü çok mutlu oldum. Bosna her şeyiyle gerçekten nefis ve eşsiz bir yer…
Mehmet Ali bey,
Yakın zamanda Gitmeyi düşündüğüm bir yer, bilgilendirme akıcı bir üslüpla yazılmış.
Emeğinize ve elinize sağlık çok teşekkürler.
Bosna gerçekten çok güzel ülke… İyi eğlenceler…