Hem 22 Nisan’daki doğum günümü, hem de 23 Nisan tatilini düşünerek Amasra, Cide ve Safranbolu gezisine çıktık.
Daha önce Abreg ile 2011 Ağustos’unda Samsun-Hopa arasında uzunca bir Doğu Karadeniz ve sonrasında Ekim 2012’de Sinop turu yapmıştım ama ilk kez Batı Karadeniz’e gidecektim.
Geçen yıl 21-23 Nisan tarihleri arasında Ural, Zeynep, Pınar ve Yüce’yle birlikte Bolu turu yapmıştık. Bu sefer 20-22 Nisan aralığında 2 gece, 3 gün Amasra, Cide, Safranbolu gezisi yapacaktık ve yanımızda yeni katılımcı olarak Ural-Zeynep çiftinin 2 aylık bebekleri İdil de vardı.
20 Nisan, Amasra, Bartın
Cumartesi günü sabah 9 civarlarında Pınarların evinde buluştuk. Yüce’yi biz, Pınar’ı Ural’lar aldılar ve iki araba yola koyulduk. 11:05’de geçen yıl Bolu’ya giderken kahvaltı için durduğumuz ve gölde kuş gözlemlediğimiz Yeniçağa’da durduk. Yanımızda getirdiğimiz kahvaltılıklarla zengin bir masa kurduk ve atıştırmaya başladık. Kahvaltının sonlarına doğru soğuk rüzgâr şiddetini arttırdı ve hızlıca toplanarak kısa bir süre kuş gözlemledikten sonra arabalara atlayıp yola koyulduk.
Saat 17 civarlarında Amasra’yı tepeden gören cebe ulaştık. 2 tane uzun iskele ve 2 tane adadan oluşan nefis bir manzara vardı karşımızda. Fakat bu arada ben, iş yerinden gelen bir telefon yüzünden sıkıntılı dakikalar yaşıyordum ve ancak bir gün sonra Cide’ye doğru giderken aynı yerde durup manzaranın tadını çıkartabilecektim.
Amasra’ya ulaştığımızda doğrudan kiraladığımız apartman dairesine gidip eşyalarımızı yerleştirdik, atıştırdık ve kumsala doğru yürümeye başladık. Sahilde beklediğimden çok az “eski stil” ev vardı. Onların yerine hiçbiri diğerine benzemeyen üstün körü yapılmış binalar çevreliyordu sahili. Oysa ben, kumsalın çevresinde en azından bir sıra eski ev görmeyi umuyordum.
Kumsal boyunca yürükten sonra Ural’ın gelmeden önce yaptığı araştırmalar sonunda “en uygun lokanta” dediği “Balıkçının Yeri”ne akşam için rezervasyon yaptırdık. Ve çok yüksekte olmayan kaleye tırmandık. Artık etrafta daha fazla eski stil ev ve dar arnavut kaldırımı sokaklar vardı.
Önce karşımıza kırmızı tuğlalarla yapılmış 9. yy’dan bir Kilise çıktı. Tabeladan anladığımız kadarıyla şu anda kültür ve sanat evi idi ve kapalıydı. Kilisenin biraz ilerisindeki surlara çıkarak Amasra’yı seyrettik.
Fotoğraf çektirdikten sonra Ural, Zeynep ve Yüce normal yoldan gezmeye devam ederlerken biz de sağ tarafta bulunan deniz manzaralı bir pansiyonu görmeye gittik. Sonrasında pansiyonun yanında devam eden dar yolu takip ederek minicik bir koya ulaştık. Oradan da devam ettik ve karşımıza bir ada çıktı. Üzerinde kuşların uçtuğu ve tam ortasında belirgin tek bir ağacın bulunduğu ada çok güzel ve esrarengiz görünüyordu.
Tekrar kaldığımız yere dönerken Pınar, hiçbir işaret/yönlendirme bulunmayan ve kalenin giriş kapısı olan Ceneviz Kapısı’nı şans eseri gördü. Kapının hemen dibinde bulunan gecekondulara çok şaşırdık.
Normal güzergah üzerinden yola devam ettik. Bir süre sonra karşımıza eski bir ev çıktı. Önce bahçe duvarlarındaki içlerine çiçek dikilmiş çizmeleri fark etsek de bir süre sonra ön camda bir terazi ve ona asılı bir oyuncak bebek görüp irkildik. Çünkü son zamanlarda bol bol korku dizisi, filmi izliyorduk ve buna benzer esrarengiz evler, oyuncak bebekler görüyorduk.
Bolca korku geyikleri yaptıktan sonra aşağıya doğru yürümeye devam ettik ve karşımıza ikinci adayı anakaraya bağlayan köprü çıktı. Oradan “ağlayan ağaçlar”a gidiliyordu ama bizim zamanımız yoktu. Bu yüzden hızlıca karşıya geçip biraz dolaştım, köprünün fotoğrafını çektim ve geri döndüm.
Sonrasında Uralları bulup Balıkçının Yeri’ne gittik ve bol bol balık yiyip muhabbet ettikten sonra evin yolunu tuttuk.
21 Nisan, Cide, Kastamonu
Pazar sabahı kahvaltının ardından arabalara atlayarak Cide’ye doğru yola koyulduk. Hava sıcaklığı 14 derece civarı idi ve ara ara gökyüzü kapanıyordu. Dağ yolundan denize paralel olarak bol virajlı bir şekilde Cide’ye vardık. Yol boyunca dağların tepesini kaplayan bulutlar çok güzel görünüyordu.
Cide’de Yıldıray’ın önerdiği Has Bahçe’ye nasıl gideceğimizi öğrenmek için sahibine telefon ederken, Rıfat Ilgaz’ın doğduğu evin önünde olduğumuzu görüp şaşırdık. İçeride evin odalarının güzel bir şekilde düzenlendiğini gördük.
Müze evden çıktıktan sonra oldukça kuytu bir yerde olan Has Bahçe’ye ulaştık. Neredeyse her şeyin ağaçtan yapıldığı ve nefis bir şekilde dizayn edilen mekân çok güzeldi. Her ayrıntıyı inceledikten sonra oturduk ve buranın spesiyallerinden mantı ve etli ekmek yedik. Nefistiler…
Sonra Küre Dağları’na doğru yola çıktık. İdil’den ötürü çok fazla dolaşmayacaktık ama en azından güzel bir yere çıkıp etrafı izlemeyi ya da kısa bir yürüyüş yapmayı planlıyorduk. Yol sırasında git gide artan bir sis bizi karşıladı. Bir süre sonra Zeynep arayarak dönmek istediklerini söyledi. Onlar döndüler ama biz yolumuza devam ettik. İleride görüş alanı 10 metreden bile aşağıya düşmüştü. Bu arada karşı şeritte sadece beyaz farlarını fark ettiğimiz aracın, bir iki saniye içinde kocaman bir iş makinesi taşıyan yük aracı olduğunu görünce acayip tırstık ve şaşırdık. Bir süre daha devam ettikten sonra hiçbir şey göremeyeceğimizi düşünerek dönmeye karar verdik. Ama bir cepte durup etrafa bakmak istiyorduk.
Arabadan indiğimde görüş mesafesinin çok düşük olduğunu fark edip kendimi bir fanusun içindeymişim gibi hissetmeye başladım. Yolun kanarındaki ormanın yamacına geldiğimizde sadece önümüzdeki 1-2 ağacı görebiliyorduk. Bu arada bitkilerin yapraklarına yağmur damlaları düşüyordu ama yağmur yağmıyordu. Bir süre şaşkınlığın ardından ağaçların sisteki su taneciklerini çektiğini ve damlacıkların aşağıya düştüğünü gördük. Enteresandı.
Bu arada birbirimize bir şey söylerken sesimizin yankılandığını fark ettim. Ben defalarca bağırdım ve yankımı dinledim. Bizimkiler garip garip baksa da çok eğlenceliydi.
Bir ara görüş mesafesini ölçmek için Yüce’ye telefonumu verip 10-15 metre ilerledikten sonra fotoğraf çekmesini istedim. İşte durum buydu…
Cide sahiline döndüğümüzde Yüce, “İsmail abi gibi denize el sallıyordu”. Sinop’ta olduğu gibi birkaç tane enteresan renkte yassı taş topladıktan sonra bizimkilerin bulunduğu Gideros Koyu’na doğru yol aldık.
Eski bir evin olduğu yerden koya doğru döndük. Çok güzel bir manzara vardı. Aşağıya indiğimizde bizimkiler, her yerin kapalı olduğunu ve koyun diğer tarafına gitmek istediklerini söylediler. Diğer taraf ulaştığımızda durum pek farklı değildi. Daha sezon açılmamıştı. Oradaki işletmecilik yapan ailelerden biri bizi buyur etti ve çay yapmayı teklif etti mutlu olduk.
Koyda güneşin denize batışı izlenebiliyordu ama hem hava kapalıydı hem de zamanımız yoktu. Bu yüzden bir süre oturup çay içip sohbet ettikten sonra Amasra’ya dönüşe geçtik.
Amasra’da farklı bir mekânda balık yemek istiyorduk ama pazar kalabalığı nedeniyle baktığımız yerler doluydu ve dünkü yere göre pahalıydı. Bu yüzden bir kere daha Balıkçının Yerine gittik ve yine nefis balıkları mideye indirdik. Sonrasında Pınar ve Ural ile birlikte Ankara’da oynayacağımız Fenerbahçe maçımızı izlemek için dün keşfettiğimiz puba gittik.
Fenerbahçe’yi 2-0 yendiğimiz maçı büyük bir keyifle izledik. Hesabı ödedikten sonra gülüp eğlenerek kaldığımız pansiyona doğru ilerledik. Kapı açılırken ben “kırmızıııı” diye bağırdım ama karşılığında “sessiz! İdil uyuyor”u duydum. “Öfff” diyerek odaya geçtiğimde Zeynep, İdil’i uyutmuştu ve başında duruyordu. Her kelimemden sonra “sessiz!” diyordu. Oysa 2-0 kazanmıştık ve benim anlatacak o kadar çok şeyim vardı ki!
Tam bu sırada içeri Pınar girdi ve lambayı kapattı. Ben, “yahu konuşamıyoruz bir de uyuyalım mı ya abartmayın!” diye tepki gösterecekken, mumları yanan pasta ile odaya girdiğini gördüm…
22 Nisan dönüş yolunda olacağımızı düşündüğümden pastayı Ankara’da keseceğimizi tahmin ediyordum. Bu yüzden oldukça afallamıştım. Sonrasında bol bol muhabbet ettik pastamızı yedik, Yüce’ye Gençlerbirliği’nin nasıl oynadığını anlattık. Kısacası her şey çok güzeldi…
22 Nisan, Safranbolu, Karabük
Pazartesi sabahı ekmek almak için dışarı çıktım ve kumsalda bir süre oturup denizi izledim. Sonra kaldığımız yere dönüp kahvaltı yaptık ve ardından toplanarak Safranbolu’ya gitmek üzere arabalara bindik.
Bir süre gittikten sonra sağlı sollu ağaçların dalları ile yolun üstünü kapladığı nefis bir manzara ile karşılaştık. Bir açıklıkta durduk ve doğanın tadını çıkarttık.
Safranbolu’ya vardığımızda doğrudan şehri kuş bakışı görebildiğiniz Hıdırlık tepesine gittik. Gözlemeleri söyleyip etrafı izlemeye başladık. Evler ve yapılar beklediğimden çok güzel ve muntazam görünüyordu. Aklıma 2008’de gittiğim Madrid yakınlarındaki korunmuş ortaçağ şehri olan Toledo geldi. Sonuçta Safranbolu’daki Cami, Han, Hamam, evler de benzer şekilde çok eskiydi ve çok iyi korunmuş ya da restore edilmişti.
Yemeğin ardından Urallar Karabük’e doğu yola koyulurken biz Pınar’ın rehberliğinde Safranbolu’yu dolaşmaya başladık.
Önce bir avluda yer alan mermer üzerindeki güneş saatini gördük. Sonra İpek Yolu üzerindeki hanlardan biri olan Cinci Han’ı dolaştık. Hanın günümüzde otel ve lokanta olarak kullanıldığını görünce şaşırdım. En üst kata çıkıp şehri tekrar izledik ve fotoğraf çektirdik.
Dar sokaklarda ilerlerken İzzet Paşa “İzzet Mehmet Paşa” camisinin avlusuna geldik. Caminin içerisindeki motifler ve büyük avizesi çok güzeldi.
Ardından caminin yanında bulunan merdivenden aşağıya indik ve dev kayalar arasında akan dereyi gördük. Çok güzeldi.
Sonrasında arabayı alıp Şehir Müzesi’ne gittik. Pınar ile içeriye dolaştık. Çok fazla tatmin olmasam da eski fotoğraflar, eşyalar ve en alt katta yer alan eski ecza dükkânı çok hoşuma gitti.
Ardından müzenin arkasında yer alan ve şu anda lokanta olarak kullanılan cezaevini gezdik. Açıkçası pek bir şey anlayamadım. Çünkü tüm odalar ve avlu çok küçüktü. Sanki 20-30 kişi için yapılmış özel bir cezaevi gibiydi.
Sonrasında Pınar ile saat kulesine çıktık. Bizi İsmail amca karşıladı ve buyur etti. Küçücük mekânda 6-7 kişiydik ve oturup beklemeye başladık. Normalde kunduracı olan ama 1965’den bu yana ustasından devraldığı saat kulesinin bakımını ve kurma işlemini yapan İsmail amca hoş sohbet bir şekilde saati ve Safranbolu’yu anlatmaya başladı. Saatin 1796’da İzzet Paşa tarafından İngiltere’den getirtildiğini, birkaç yıl öncesine kadar önemsenmese de Gazi Üniversitesi tarafından Türkiye’nin en eski saat kulesi olduğunun ortaya çıkartıldığını, bunun üzerine Türkiye’deki en ünlü saat kulelerinin maketlerinin aşağıya yapıldığını, 1965’den bu yana saatin bakım ve kurma işini yaptığını, bakanlık tarafından kadro verilmediği için yerine birinin geçemediğinden bahsetti. Hayatımda gördüğüm en güzel “rehber sunumuydu” ama sanırım bunu hissetmemdeki en önemli sebep, İsmail amcanın büyük bir aşkla bu görevi sürdürüyor olmasından kaynaklanıyordu.
Aşağıya inip İsmail amcadan ve anlattıklarından bahsettikten sonra Ankara’ya doğru yola çıktık…
Şehir Notu: Bartın, Kastamonu ve Karabük, bir şekilde sınırları içerisinde bulunduğum 31 ve 32. il oldular. Bundan önceki 30; Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Bolu, Bursa, Çanakkale, Elazığ, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Muğla, Niğde, Ordu, Rize, Sakarya, Samsun, Sinop, Sivas, Tokat, Trabzon.
@malicetinkaya Oh! Sefanız olsun. Gıpta ettim vallahi.
merhabalar, çok güzel yerler ,bizde hafta döndük ve benim aklım AMASRA da kaldı(sınırsız balık), bir de yazmadan çıkamayacağım. Küçük bebekle nasıl gezdiniz, çok iyi etmişinizdiyeceğim, benim yapamadığımı siz yapmışınız. Ben daha önceleri planlamıştım, bebek küçük diye gidememiştim, aradan 24 sene geçti ancak şimdi gördüm.
Resimler için çok teşekkürler , Selamlar Zeynep
Merhabalar,
Kesinlikle çok güzel yerler. Hala tadı damağımızda. Gezmek ve güzel yemekler yemek herhalde bu hayatta yapılacak en güzel şeylerden. 🙂
O gün bizle dolaşan Nadir çiftinin ufaklığı İdil, büyüdü, dillendi nefis bir şey oldu hatta bir tane de kardeşi oldu 🙂
Yorumlarınızı paylaştığınız için teşekkürler.