Tarihinde 2. kez katıldığı UEFA Kupası’nda, ilk turda İngiltere’den Blackburn Rovers, ikinci turda Portekiz’den Sporting Lisbon ve 3. turda İtalya’dan AC Parma‘yı eledikten sonra, son 16 takım arasında kalan Gençlerbirliği’nin 4. turdaki rakibi, İspanya’nın o sezon en flaş takımı olan Valencia olmuştu.
Bir önceki sezon La Liga’da 5. olarak UEFA Kupası’na katılan Valencia, bu sezon Rafael Benitez’in önderliğinde bambaşka bir grafik çiziyordu. Bir yandan La Liga’da 6. şampiyonluğunu kovalarken, bir yandan da UEFA Kupası’nda yenilgisiz olarak yoluna devam ediyor ve her iki kupanın da en büyük favorisi olarak görünüyorlardı. Benitez’in, mücadele ettiği 2 kupada da farklı kadrolarla sahaya çıkması ve her iki takımla da “aynı sistemi” sahaya yansıta bilmesi en büyük başarısıydı.
Müzelerinde 1 tane Kupa Galipleri Kupası ve 1 tane de Süper Kupa bulunan Yarasalar, 2 kere de Şampiyonlar Ligi finali oynamış ama kaybetmişlerdi. Bu sezon ise, özellikle deplasman galibiyetleriyle nam salan siyah-beyazlılar (evet turuncu değil!), sırasıyla AIK Stockholm ve Maccabi Haifa’yı gol yemeden eledikten sonra 3. turda Beşiktaş ile eşleşmişler ve Mestalla’da 3-2, İnönü’de de 2-0 kazanarak tur atlayan taraf olmuşlardı.
15 gün önce İstanbul’da Beşiktaş’la karşılaşan Valencia, bu sefer de Gençlerbirliği için Ankara’ya geliyordu. Maçtan bir gün önceki akşam 19 Mayıs’ın yakınlarından geçerken stadyumun ışıklarının yandığını görüp Valencialıların antrenman yaptıklarını fark etmiştim.
Alıştığımız üzere maç günü büyük bir kalabalık vardı. Her ihtimale karşı 20:30’daki maç için 16:30’da yola koyulmuş ve 17 civarlarında tribünde bulunan Savaş Eniştem ile kuzenlerimin yanına mevzilenmiştim.
Maçtan önce eniştem bana doğru dönüp, “mali, bugün Beşiktaş’ın hıncını almalısınız!” diyor, ben de biraz da onu kırmamak için, “alacağız enişte!” derken, aklımdan “ama çok zor maç olacak!” diye geçiriyordum.
Parma maçında ufacık tefecik kadın yan hakemi gördükten sonra bu sefer sahada hem uzun boylu hem de oldukça iti bir Norveçli hakem vardı. Uzunca süre onu izleyip geyikler döndürmüştük.
Kayserispor, Bursaspor ve Eskişehirspor’un bazı taraftar gruplarının gönderdikleri pankartlar tribünlerdeki tellere asılıydı.
Aynı gün Madrid’de yaşanan ve 190 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırısı yüzünden, takımlar sahaya üzerinde “Compartimos el dolor de Espana” (Acını paylaşıyoruz İspanya) yazan bir pankartı beraberce taşıyarak çıkmışlardı. Maçtan önce de hayatını kaybedenler için 1 dakika saygı duruşu yapılmıştı…
Avrupa Kupalarında yoluna devam eden tek Türk takımı olan Gençlerbirliği, sahadaki yerini aldığında tribünlerdeki coşku görülmeye değerdi. Tek renk, turuncu forması ile sahada yer alan Valencia’ya ise maç başlar başlamaz gıcık olmuştum. Çünkü fosforlu forma nedeniyle nereye baksam onları görüyordum! Sanki bizim takım yok olmuş onlar ise sırıtıyorlar gibiydi… Bir formanın rakip taraftar üzerinde bu kadar etkili olduğunu ilk kez şahit oluyordum…
Bu maçtan birkaç yıl sonra Gençlerbirliği (bildiğim kadarıyla) tarihinde ilk kez kırmızı-siyah ve beyaz dışında bir renk kullanarak, tek renk, turuncu bir deplasman forması yaptırmıştı. Dönemim kulüp müdürünün isteği ile yapılan ve Valencia’nın formasından esinlenildiği şüphesiz olan forma, koleksiyoncuları için en ilginç parçalardan biri olsa da sadece 2 kere giyildi. O da, 18 ve 34. haftalarda…
Maça kupadaki son 3 maçta olduğu gibi yine baskılı oynayarak başlamıştık. Ama rakip neredeyse hiç boş alan bırakmıyor ve tüm kademeleriyle inanılmaz bir uyum içinde oynuyorlardı. Hatta bir ara işi gücü bırakıp yanımdakilere, ataklara çıkarken ve defansa çekilirken takım olarak yaptıkları hamlelerini şaşkınlık ve hayranlıkla anlatmaya çalışıyordum.
12. dakikada bir hava topu mücadelesi sırasında Ayala’nın Mustafa Özkan’ı itmesi ile hakem penaltı noktasını gösteriyor ve havalara fırlıyorduk. Kalbim o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki, yerimde duramıyordum. Tam o sırada, önümdeki sırada bulunan Tanıl abi, arkasını döndü ve “mali ne olur gol olsun!” dedi. Tanıl abinin heyecanını görünce kendi heyecanımı unutup, emin bir şekilde, “atacağız abi!” diye cevap verdim. Filip gerildi… Düdük çaldı… Sahadakiler koşuşmaya, biz olduğumuz yerde tepinmeye başladık!
İlk 3 turda deplasmanda oynadığı maçlarda hiç gol yemeyen Valencia’ya ilk golü atmıştık!
Maçın geri kalan kısmında ara ara etkili olsak da Turuncu Yarasalar, oyunda ipleri ellerine alıp sağlı sollu atağa kalkıyorlardı. Ama Alkaralar’ın kora kor mücadelesi ve en tecrübeli oyuncumuz olan Skoko’nun takımı rahatlatacak şekilde, topu ayağında tutup zaman kazandırması ile ilk yarı 1-0 bitti.
Maç sırasında bol bol 4 tribün sırasıyla Kırmızı-Siyah-Şampiyon-Gençlerbirliği diye tezahürat yapıyorlardı!
Devre arasında bulutlar üzerindeydik. Ama bir yandan da Benitez’in nasıl hamleler yapacağını düşünerek telaşlanıyorduk.
İkinci yarı benzer bir oyun vardı sahada. Birkaç tane önemli pozisyon dışında sürekli Valencia’yı durdurmaya çalışıyorduk. Rakip takım sistemini hiç aksatmadan makina düzeninde oyununa devam ediyordu. Ama skor değişmedi. Bitiş düdüğü ile havalara fırladık. Artık çeyrek finale biraz daha yaklaştığımızı düşünüyorduk. Çünkü önceki turalara bakarak Valencia’nın evinde daha kötü oynadığını biliyorduk!
Maçtan sonra Benitez’e, bir önceki turda karşılaştıkları Beşiktaş ile Gençlerbirliği arasındaki farkın ne olduğu sorulmuştu. O da, “Beşiktaş’da çok iyi futbolcular var ama Gençlerbirliği takım oyunu oynuyor” diye cevap vermişti.
Maçtan birkaç gün sonra, pek huyum olmasa da, “ne diyecekler acaba” diye merak ederek, NTV’de yayınlanan 90 dakika programını açmıştım. Sunucu, tartışmasız geçen haftanın en önemli futbol olayı olan maçı es geçip doğrudan İstanbul takımlarının lig maçlarını anlatmaya başlamıştı. Televizyon karşısında şok yaşıyordum. Bir süre sonra, Haşmet Babaoğlu, geçen haftanın en önemli olayının Gençlerbirliği’nin deplasmandaki flaş galibiyetleriyle tanınan ve kupanın en büyük favorisi olan Valencia’yı Ankara’da yenmesi olduğunu söyleyip. Maçı yorumlamaya başlamıştı. Ardından söz Hıncal Uluç’a geçti. Uluç, maç günü Moskova’da olduğunu ve hotele dönünce maçın tekrarını izlediğini söyledi ve bu galibiyetin başarı falan olmadığını, Gençlerbirliği’nin Valenica karşısında çok ezildiğini dakikalarca anlatarak sinirden televizyonu kapatmamı sağlıyordu!
Bu olaydan 2 gün sonra Türkiye Kupası yarı finalinde deplasmanda Fenerbahçe ile karşılaşıyorduk. Nefis bir oyunun ardından sarı-lacivertlileri evlerinde 4-2 yenerek finale yükseliyorduk. Ali Tandoğan’ın tıpkı Sporting Lisbon deplasmanında olduğu gibi, bir kere daha güzel bir frikik golü attığı maçtan sonra Fenerbahçe’nin ünlü oyuncusu Pierre van Hooijdonk, “Gençlerbirliği bugün çok iyiydi. Sadece bugün değil, Blackburn, Sporting Lisbon ve Parma’yı yenerken de çok iyiydiler. Çok hızlı ve ofansif oynuyorlar. Daha dikkatli olmalıydık. Onları tebrik ediyorum” diyordu.
15 gün sonraki rövanş maçı için Gençlerbirliği başkanı İlhan Cavcav’a, “Madrid’deki terör saldırısı nedeniyle İspanya’daki maçın başka yere alınması için başvuruda bulunacak mısınız?” diye sorulduğunda, Cavcav, “terörle mücadele etmek için birlik olmak gerek. Biz aynısını yıllardır yaşıyoruz. Ne olursa olsun orada olacağız” diye cevap veriyordu.
Maç günü Mestalla önünde düzgün bir şekilde “Gençlerbirliği” demeyi başaran İspanyollara maç bilet veriliyordu. Tanıl abi de o gün tribünlerdeki yerini alırken, ben, evde televizyon karşısında heyecandan tırnaklarımı yiyordum. Yıllar sonra Tanıl abi bu maçın biletini koleksiyonuma eklemem için hediye edecekti…
İlk dakikalarda beklenildiği gibi Valencia daha etkili başlamıştı. Ama kısa bir süre sonra kırmızı-siyahlılar dengeyi kurup pozisyonlara giriyorlardı. Önce Mustafa Özkan’ın ardından da Ali Tandoğan’ın avuta giden vuruşları ile heyecanlanmıştım. Sonrasında yeniden Valencia’nın atakları izlemeye başladık. Kora kor, dişe diş bir mücadele vardı sahada ve her geçen dakika bizim hanemize kar olarak yazılıyordu. İlk yarı 0-0 bitti.
İkinci yarıda Valencia bu sefer daha fazla baskı kurmaya ve pozisyon bulmaya başladı. Derken sonradan oyuna giren Mista’nın şutu ile skor 1-0 olurken morallerimiz altüst olmuştu. Golden sonra Youla’nın kaçırdığı bir gol pozisyonu ile saç baş yolarken, 86’da Mustafa Özkan’ın kırmızı kart görmesi tüm gardımız düşürmüştü. Normal süre 1-0 bittikten sonra tek amaç maçı penaltılara taşımaktı. Ama uzatma dakikalarının ilk devresinde, yine sonradan oyuna dahil olan Vicente’nin attığı “gümüş gol” ile Valencia’ya yoluna devam ederken biz kupadan eleniyorduk…
Maçtan sonra Ersun Yanal, “önümüzdeki yıllar için tecrübe kazandık” diyerek içimize su serpse de, sezon sonunda Milli takımın başına gidiyor ve 2 yıldır istikrarlı bir şekilde korunan ve güçlenen takımın dağılma süreci de başlıyordu…
İspanya’nın gelmiş geçmiş en başarılı 3. takımı olan Valencia, tahmin edildiği gibi sezon sonunda, hem La Liga’da şampiyon oluyor, hem de Gençlerbirliği maçından sonra hiçbir maçta yenilmeyerek UEFA Kupası’nı müzesine götürüyordu. Yarasalar, bunlarla da yetinmeyip, 2003-04 sezonunda Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Porto’ya karşı 2-1’lik galibiyet alarak, Süper Kupa’yı tarihlerinde ikinci kez havaya kaldırma başarısını gösteriyorlardı.
“2003-04 Sezonu UEFA Kupası 4. Turu: Valencia” üzerine bir yorum