Bu aralar Cem Zamur’un İletişim’den çıkan, Onun Gibisi Gelmedi kitabını okuyorum. Yazarın, uzun yıllardır Tam Saha dergisinde yayınladığı eski futbolcu biyografilerini derlediği kitapta, özellikle Beykozlu “Kelle” İbrahim’i anlattığı yazıyı çok beğendim.
1930’ların İstanbul’u. Futbolun sadece spor olduğu günler. Beykoz’un en önemli simalarından Kelle İbrahim’in amatörlükle dolu yaşam ve futbol hikayesi. Yokluklar içinde Beykoz’u ayakta tutma çabaları…
Cem Zamur, Kelle İbrahim’in 1934’de Spor Postası’na verdiği röportajından alıntıları birebir yazıya dahil ederek çok güzel bir atmosfer yaratmış. Özellikle küçücük kulüp binasının anlatıldığı bölüm beni doğrudan, birkaç hafta önce Rafi abinin Gençlerbirliği’nin 30 metrekarelik eski kulüp binasında anlattıklarına götürdü…
Buyurun;
Erken Cumhuriyet dönemi, Türkiye’de başka birçok alanda oldu gibi futbolda da ilk önemli hamlelerin atıldığı bir dönüşüm süreci olmuştur. Kazanılan zaferin getirdiği rüzgârla yeni bir ulusun temelleri atılırken, modernleşme ve dünyanın ileri medeniyetleri seviyesine erişme emeli bu yeni ulusun ilk hedefi olmuştu. Bilim, sanat ve spor olmak üzere her alanda yeni bir yapılanma ve oluşum söz konusuydu. Bunun sonucunda futbolda da ilk önemli hamleler bu dönemde atıldı. Yusuf Ziya Öniş önderliğinde ilk Türk Futbol Federasyonu 1923 yılında Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı salonunda yapılan toplantıda “Futbol Hey’et-i Müttehidesi” adıyla kuruldu. Ardından FİFA’ya başvuruldu. 21 Mayıs 1923 tarihinde Türkiye FİFA’nın 26. üyesi oldu.
Ve FIFA üyesi Türkiye’nin ilk milli maçı cumhuriyetin ilanından üç gün önce yapıldı.
26 Ekim 1923 tarihinde Taksim Stadı’nda Çekoslovak hakem Cratky’nin yönettiği maçta ilk rakip Romanya’ydı. Milliler, Rumen Ganzel’in 25. dakikada attığı golle 1-0 mağlup duruma düştü. Zeki Rıza Sporel’in iki golü millileri öne geçirse de beraberlik golüne engel olunamadı ve ilk milli maç 2-2 sonuçlandı. Maçta tüm kafa toplarına vuran, bitmek bilmeyen enerjisi ve tekniğiyle sahada basılmadık yer bırakmayan genç bir adam vardı. Türk futbol tarihinde bambaşka bir yeri bulunan bir efsane adam: İbrahim, ya da herkesin bildiği ismiyle “Kelle” İbrahim…
1897’de Beykoz’da doğmuştu Kelle İbrahim. Babası Beykoz Kasrı’nın bahçıvanı olduğundan kasrın müştemilatındaki bahçıvan kulübesinde dünyaya gelmişti. Saray terbiyesiyle büyümüştü. O dönemde bambaşka bir güzellikteki Boğaz’ın en güzel köşelerinden birinde dünyaya gelmesi, belki de onun en büyük şansı oldu. Denizle ormanın birbirine karıştığı bu güzel Boğaz kasabası onun en büyük aşkı oldu ve üzerine kimseyi sevmedi. Beykoz onun ilk aşkıydı ve öyle de kaldı. Bilenler bilir, eski ve köklü İstanbul kulüplerinde semt ve kulüp, oyuncu ve halk ayrıştırılamazdı, hepsi iç içeydi. Biri diğerinden beslenirken, öbürü ondan destek alırdı. Kelle İbrahim de yeteneğini bu doğal antrenman sahasıyla besledi ve geliştirdi. Beykoz çayırı onun ilk meskeniydi, futbolla ilk orada tanıştı. 14 yaşındayken semtin takımına girmişti bile.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında İttihat ve Terakki tarafından finanse edilen Altınordu Kulübü çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca kulübün kurucusu Aydınoğlu Raşid Bey, Beykoz Kulübü’nden yardım ricasında bulunmuştu, Beykozlu yöneticiler de bu yardım isteğine kayıtsız kalmamışlar ve en istidadı iki genç oyuncuları Kelle İbrahim ve Emin Beyi Altınordu’ya yollamışlardı. Kelle İbrahim o günlere ait hatıralarını yakınlarına şöyle anlatmıştı: “Rahmetli Emin ile sabah peynir ekmeğimizi alır, yola çıkardık. Beykoz’dan yürüye yürüye Kadıköy’e giderken yolda kumanyalarımızı yer, karnımızı doyurmaya çalışırdık. Sonra da sahaya çıkar, aslanlar gibi maçımızı oynardık,” O dönemin zor koşulları göz önüne alındığında belli ki abartısız, mütevazı bir bakış açısı o günleri yaşayan çoğu insanın olduğu gibi Kelle İbrahim’in de kişiliğini belirlemişti. Destek amacıyla verildiği Altınordu’da yıldızı bir anda parlamış ve Milli Takım kadrosuna çağrılmıştı. Bununla beraber oynanan ilk milli maçta Altınordulu İbrahim olarak kadroda yer almıştı. Arkasından 1924 Paris Olimpiyatlarına katılan milli kadroya çağırıldı. Milli Takımın ilk yurtdışı deneyimi Olimpiyatlartlaki Çekoslovakya maçıydı. O, 5-2 kaybedilen bu maçta yer almadı, fakat Olimpiyatlara bambaşka bir anlamda damgasını vuracaktı. Federasyon o dönemde Olimpiyatlarda hazırlaması için Milli Takım’ın başına İskoç Billy Hunter’ı getirmişti. Paris’e varıldığında kafile Olimpiyat köyüne yerleşmişti. Olimpiyat köyünde yapılan çalışmalarda turnuvaya katılan dünya futbolcuları arasında düzenlenen bir yarışmaya Kelle İbrahim de katılmıştı. İlk önce antrenörü Billy Hunter la karşılıklı olarak topu yere düşürmeden 250 kafa pası yapmış, bireysel yarışmada ise tek başına topu düşürmeden 163 kez kafasında sektirerek rekor kırmıştı. Olayın esas ilginç yanı ise bu yarışmaları seyreden Uruguaylı yöneticilerin Kelle İbrahim’den ricası olur. Teknik olarak üst düzeyde olan Uruguaylı futbolcular ayaklarına ne kadar hâkimseler, hava toplarına o derecede uzaklardır. Yöneticileri Kelle İbrahim’den, oyuncularına kafa vuruşu antrenmanı yaptırmasını istemişlerdir! Böylece İbrahim (hem de futbolcu olarak katıldığı bir turnuvada) Uruguay Takımı’nı çalıştırmaya başlamış; ama daha ilk antrenmanda oyuncuların ağzı bir karış açık kalmış, çünkü kafası üzerinde topu düşürmeden bir kaleden öbürüne götürmüş ve “şimdi sıra sizde,” demiş. Sonuçta dersini iyi çalışan Uruguay Takımı ayakları kadar olmasa da kafalarını da çalıştırıp Andrade, Arispe, Casella, Cea, Chiappara, Etchegoyen, Ghierra, Petrone, Scarone, Urdinaran ve Zingone’li kadrosuyla Olimpiyat şampiyonu olunca, Uruguaylı yöneticiler Kelle İbrahim’e bir teşekkür belgesi vermişlerdir. Bu başarısının ardından 1934’te Soyadı Kanunu çıktığında, başka isim aramasına gerek kalmadan soyadına kavuşmuştur: “Kelle”.
Olimpiyat dönüşünde Milli Takım’ın ünlü “Şimal Turnesi”ne katıldı. Bu arada Altınordu Kulübü kapanınca gerçek yuvası Beykoz’a döndü. Bir süre sonra büyük bir talihsizlik yaşadı ve ayağından çok ciddi bir sakatlık geçirdi. Öylesine büyük bir sakatlıktı ki bu, hayatının sonuna kadar bir ayağı ciddi bir şekilde aksak kaldı. Buna rağmen ne çok sevdiği futboldan uzak kalabildi, ne de Beykoz’dan. 45 yaşına kadar futbol oynadı. Hiç evlenmedi. Niçin evlenmediği sorusuna verdiği cevap tek aşkının Beykoz olduğunu açıkça ortaya koyar: “Beykoz’da doğup büyüdüm, Beykoz’da yaşadım. Benim anam, babam, çoluğum-çocuğum hep Beykoz’dur. İnşallah Beykoz’da ölürüm…”
Kelle İbrahim üzerinden biraz da Beykoz’a bakalım. 1908 senesinde Ahmet Mithat Efendi’nin Kırmızı Yalı ismiyle tanınan evinde, arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde ortaya çıkmıştır Beykoz Kulübü. Semtin gençlerine spor yapma imkânı verecek bir cemiyet kurma fikri şekillenmiş ve akabinde Beykoz İttihadı Teavün Cemiyeti Mümarasatı Bedeniyye Şubesi kurulmuştur. Yakın tarihte yine Beykoz’da Anadolu Derneği adı altında bir kulüp daha kurulmuş, bundan hemen sonra Şark Kulübü adı altında futbol oynayan gençler tarafından yeni bir oluşum meydana getirilmiştir. İşte bu kulübün oyuncularından, olan İbrahim Kelle ve arkadaşları İdman Yurdu adını ekleyerek Şark İdman Yurdu adım almışlardır. Daha sonra bütün bunlar Zindeler Yurdu adı altında ve Şark İdman Yurdu renkleriyle (sarı-siyah) birleşerek bugünkü Beykoz Kulübü’nü meydana getirmişlerdir. Anlaşılacağı üzere kulübün kurucusu olmasa da, Kelle İbrahim’in Beykoz Kulübü’nün kurulmasında büyük payı vardır. Futbolu bırakması da bir şey değiştirmemiş, yine varını yoğunu Beykoz için harcamıştır. Oyuncu bulmuş, çalıştırmış, yetiştirmiştir. Kulübün her şeyiyle ilgilenmiş, üye kaydından sporcu kayıtlarına, muhasebeden ihtiyaç listesine her şey ondan sorulmuştur. Sadece futbol değil birçok başarılı sporcu barındıran Beykoz’da kürek, yüzme, atletizm, boks, güreş branşlarında nerede kimin ihtiyacı olursa Kelle ibrahim oradaymış.
Nüktedan yapısı onu birçok hikâyede başrole taşımıştır. Harfleri yutarak konuşması ve esprili kişiliği onunla zaman geçirenlerin bugün bile onu zevkle anmalarına vesile oluyor, öyle ki futbol takımı için izin almaya gittiği bir paşanın aslında futbolu pek sevmediğini ve güreşten hoşlandığım öğrenince, paşaya kendisinin de futboldan pek hazzetmediğini, güreşi çok daha sevdiğini söyleyerek, hem takım için izin koparıp hem de paşanın gönlünü almıştır.
İslam Çupi, beş yüz bin nüfuslu İstanbul’un eski değerlerinden dem vurduğu harika bir yazısında, başlarında Kelle İbrahim olduğu için Beykozlu sporcuların ne kadar şanslı olduğunu anlatır. Beykoz’un Akbaba köyüne krosa götürdüğü futbolcuları üveyik gübreleri altında koşturmasının nedenini açıklar. Kelle İbrahim’in inandığı halk tababetine göre üveyik gübresi insan vücuduna zindelik verir.
Belki de onu şimdilerde anlatmanın en iyi yolu 1934 yılının Spor Postası dergisindeki M. Niyazi imzalı röportajdır. Virgülüne dokunmadan alıntılarsak:
“…Bu esnada kulübü için canla başla çalışan ve memleket spor tarihinde iyi bir yeri olan İbrahim Bey geldi. İbrahim Beyle tanışmamız pek candan oldu. İbrahim Bey bana güler yüzle:
– affınızı rica edeceğim Beyim. Arkadaşlar egzersize gidecekler, biraz onlarla meşgul olacağım.
– Buyurunuz efendim.
…Rıdvan Bey kulüp hakkında izahat verirken kağıt kalemi çıkardığımı görünce: Rica ederim… Benim söylediklerim pek sathidir. Kulübümüzün canlı tarihi İbrahim Ağabeyimizdir. Size en iyi malumatı o verebilir.
Gençler gittikten sonra İbrahim Bey geldi. İbrahim Beye kulüpleri hakkında izahat vermelerini rica ettim. İbrahim Bey derin bir düşünüşle mazinin spor hatıralarını alevliyerek anlatmaya başladı.
Beykoz’da spor merakı pek eskidir. […] Birinci kümedeki yerimizi fevkalade muhafaza etmekteyiz. Hiçbir zaman ikinci kulüpler meyanına düşmedik. Oyunlarımızla İstanbul halkına kendimizi sevdirerek, teşekkülümüzden beri lig maçları hariç olmak üzere, İstanbul’un birinci takımları arasında yaptığımız hususi maçların yüzde doksanını kazanmışızdır.
Kulübümüz hiçbir yerden bu güne kadar maddi yardım görmemiştir. Beykoz halkı ekseriyetle bize yardım edecek vaziyette değildi. Sporun bize bahşettiği büyük savaşla çayırda kendimize göre ufak bir saha meydana getirebildik ki bu da spor âleminde büyük bir muvaffakiyet sayılabilir. Beykoz halkı evvelce söylediğim gibi spora çok meraklıdır. Belki ilk spor teşkilatı memlekete buradan yayılmıştır.
…Kulüp binası ilk görünüşte pek küçük. Fakat bu küçük kulüp binasındaki gençlerin azim, irade ve başarıları o kadar geniş ve büyük ki… İşte bu daracık binanın tek odasında, kulüpleri çok büyük olanlarla başa baş gitmesi, şüphesiz spora karşı içlerinden kaynayan spor aşkının şevkinden olsa gerek.
Yüzünün çizgilerinde sporun hudutsuz izleri olan İbrahim Beye sordum: Bu kulüp binası size dar gelmiyor mu? İbrahim Bey acı bir gülüşle: Dar, fakat mecburuz; zira hiçbir yerden yardım görmeyen bizler, daha uzun seneler bu binada oturmak mecburiyetindeyiz. Gördüğünüz bu küçük oda, heyet-i idare odası, toplanma odası, soyunma odasıdır. Yedi yüz azamızın kaçını bu oda istiap edebilir ki?
Kulübünüze varidat temin eden membalar var mıdır?
Beykoz halkının yüzde sekseni, belki daha fazlası işçi ve ameledir. Biz ancak yedi yüz azanın verdiği para ile yaşamaktayız.
Çok paranız olsa evvela hangi kusurlarınıza sarf edersiniz?
Sahaya bir kulüp binası yaparız. Sahanın etrafını duvarla çeviririz. Alın teri ile vücuda getirdiğimiz bu sahayı bakımsızlıktan kurtarırız.
Akşam oluyordu. Beykoz kulübünün spordaki büyük muvaffakiyetlerine nazaran yardım cihetinden unutulmasına hayret etmemek elde midir?
Gençler bu yardımsızlıktan şikâyetçi midirler?
Şüphesiz. Fakat müteessir değildirler. Onların teşvik edicileri çoktur. Bilhassa muhterem Beykoz halkı. Çünkü Beykoz’da hiçbir kadın, hiçbir erkek ve çocuk yoktur ki sporu ve kulübümüzü sevmemiş olsun.
İbrahim ve Rıdvan Beylerle vedalaşırken, İbrahim Bey;
Beyefendi, kulübümüze teşrifiniz yalnız vazife dolayısıyla olmasın. Her zaman gelmenizi beklerim…”
1934 yılındaki bu röportajı okuyunca insan bir tuhaf oluyor. İmkânsızlıklar içinde tırnaklarıyla kazıyarak, inandığı değerler uğruna çırpınan insanlar ve şimdilerin spor ortamı. Eğer şimdiki profesyonellikse, bu insanların amatörlükleri evla değil mi? Gece yarılarına kadar goldü, penaltıydı tartışması mı önemli, yoksa yeni nesillere bunun spor olduğunu anlatmak, benimsetmek mi? Sponsorlar bulup oyuncu alıp satarak günü kurtarmak mı doğru olan, yoksa hem o takım için hem de çevresindeki insanlar için sportif anlamda onları bir üst seviyeye çıkarabilecek altyapı yatırımları mı? Kısacası rant mı aslolan, bir çivi çakabilmek mi? Bu insanlar kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çalıştılar, artık sıra başkalarında. Belki de spor tarihimizi yeniden yazmalıyız. Tarih sadece şampiyonları değil, Kelle İbrahim’leri de yazmalı ki, onların dünyaları iyice özümsenebilsin, yeni spor politikaları üretilebilsin.
Son sözümüzü bir hatırayla bağlayalım. Sene altmışların ortası, Beykoz çayırının bir köşesinde üç-dört arkadaş oturmuş laflıyorlar. Yanlarına şişman, kel kafalı, topallayan, dev gibi cüsseli, fakat devamlı gülümseyen bir adam yaklaşıyor. Adam yanlarına yaklaşıyor ve gülümseyerek eksik harflerle çocuklara soruyor: “Beni tanıdınız mı?” Çocuklar hep bir ağızdan cevap veriyorlar: “Yok, tanımadık,” Yaşlı adam gülümsüyor ve şöyle diyor “Tanımadınız mı? Beni tavuklar tanııırrrr, kuşlar tanııırrr, ben kafamda iki yüz kere top sektirdiiimmmm…”
Gülümseyerek yoluna devam ediyor. Çocuklar arkasından bakakalıyor bu devin. Şaka mı, gerçek mi olduğundan bihaber. Oysa arkalarından bakakaldıkları belki de bir sene sonra oynamak için can atacakları Beykoz Kulübü’nü Beykoz yapan adam. Bir canlı tarih, o Kelle İbrahim…
Ona tavuklar tanıyor, kuşlar tanıyor lakin bir biz tanımıyoruz galiba…
Mayıs 2005, Cem Zamur
Onun Gibisi Gelmedi’den macanilari.com’a yapılan alıntılar…
Onun Gibisi Gelmedi: Memleket Futbolundan Portreler, Futbol Kitapları, 27