Her şey bundan birkaç hafta önce başladı. Alkaralar Samsun temsilcisi Abreg Ç. ile yaptığımız bir telefon konuşmasında, “şöyle güzel bir gezi yapsak” planı ortaya atıldı. Yaklaşan bayram tatili de düşünülünce, çocukluğumdan beri gitmeyi çok istediğim Doğu Karadeniz’de karar kıldık. Bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi…
27 Ağustos 2011, Cumartesi
Saat 13:30’da Ankara’dan otobüsle Samsuna gittim. Abreg Ç. beni karşıladı ve malikanesinin kapılarını açtı. Abreg’in bir süredir anlata anlata bitiremediği, kendi imalatı olan Majupsı (Çerkezce’de Ateş Suyu) adındaki acı biber likörünü deneme anı yolculuğun güzel geçeceğinin işareti idi. Tamam, tat almadan duyumsanan yakıcı bir acı hissi bir süre insanı allak bullak edebiliyor ama yine de özel ve farklı bir içecek… Samsuna yolunuz düşerse… 🙂
İlk yolculuk planı, Samsun’dan yola çıkıp Hopa’ya, oradan da Batum’a geçip sonra geri dönmek iken, dönüşün yoruculuğu düşünülerek, ilk gün bir solukta Hopa’ya gidip oradan geze geze dönmenin daha mantıklı olduğuna karar verdik.
28 Ağustos 2011, Pazar
Sabah arabaya atlayıp Samsun’dan düştük yola. Yıllar önce Anadolu Kavağındaki Ceneviz kalesinden en batı noktasını gördüğüm Karadenizle tekrar karşılaşmak güzeldi. Samsun’dan Hopa’ya kadar gittiğimiz yolun sahil yolu olması ve dümdüz olması çok hoşuma gitti. Karadeniz’e paralel seyir hali…
Gitgide yeşillenen yollar… Tekrar dünyaya dönersek sahildeki okullarda okuma ve ardından yine sahildeki bir yerde çalışma hayalleri… Her şehir ve ilçede ilk gördüğümüz kızı oranın güzeli ilan etmelerimiz… Hopa’ya kadar neredeyse tüm ilçe ve şehirde “4 km kaldı” tabelası görmemiz ve “4’ün ne özelliği var yahu” diyişlerimiz… Öğle yemeği yediğimiz Ordu’da tüm apartman numaraları ve sokak tabelalarının Mor-Beyaz olması… Orman ve dağ konusunda ciddi anlamda mala dönüşlerimiz ve sürekli “abi manzaraya bak” sözleri… Ki daha sadece sahil yolundayız… Rize’den geçerken uzun süredir konuşmadığım Çamlıhemşinli İsak’ı arayıp “neredeyim olm ben” sözüme “çamlıhemşin mi lan!” diyişi ve ardından onlarca öneride bulunması… Birçok yerde sahil yolunun denizi doldurarak yapılmasından ötürü orada yaşayan halkın sahile inmesinin aşırı derecede zorlaştırılmış olması… Tüm şehirlerdeki statların deniz kenarında olması ve deplasman planları yapmamız… Derken Hopa’ya vardık…
Kalacak bir otel bulup akşam yuvarlak “Hopa pidesi” yedik. Güzel ve farklı idi. Zaten o günden sonra birçok öğle yemeğinde bulunduğumuz yerin karışık pidesini denedim. Çünkü bir çok il ve ilçe kendine özel pide yaptıkları iddiasındaydı…
29 Ağustos 2011, Pazartesi
Yolculuğa çıkmadan önce Batum’a vize, hatta pasaport olmadan KKTC gibi kimlik ile geçilebileceğini duymuş ve birkaç yerde okumuştuk. Ama Hopa’da sorduğumuz birçok kişi kimlik uygulamasının başlamadığını ve pasaportla girildiğini söyledi. Ayrıca gitmeyi planladığımız yerleri de düşününce Perşembe günü Ankara’ya döneceğimiz için Batum’a gitmeyi başka bir geziye bırakmaya karar verdik. Sarp sınır kapısı Hopa’ya 30km olduğundan gelmişken sınır kapısı görelim diyerek sabah ilk iş olarak Sarp’a gittik.
Sınır kapısının Türk ve Gürcü taraflarındaki dağlardaki yerleşimleri gördüğümde şaşırmıştım. Ama Abreg Ç., sınır çizilirken en uygun yer olarak bu noktanın kabul edildiğinden, Türk tarafındaki adı Kemalpaşa olan ilçenin ikiye bölünüp sınırın yapıldığını anlattı. Sınırı geçer geçmez Gürcü tarafında yer alan plaj da enteresan geldi doğrusu…
Sarp’tan sonra Hopa’da bulunan Kazım Koyuncu’nun mezarına gitmeye karar verdik. İlk kez sahil yolundan içlere doğru gittiğimizden doğanın daha bir haşin ve yeşil olması karşısında çok şaşırdık. Fındık ve çay tarlalarının arasında bulunan Kazım Koyuncu’nun mezarında birkaç foto ve kısa bir video çekiminden sonra tekrar yola koyulduk. Dönüş yolunda karşımıza çıkan iki yaşlı amcayı arabaya aldık. Amcalar arabaya biner binmez arkadaki Gençlerbirliği atkısına gönderme yapıp, “Gençlerbirliği?” dediler. Biz de evet Gençlerbirlikliyiz dedik. Ben Ankaralı olduğumu söyledim ve hemen akabinde amca “Samsun’dan geliyorsunuz” dedi. Araba 06 plakalı olduğundan ve Samsundan geldiğimizi fark ettirecek hiçbir şeyimiz olmadığından biraz şaşırdık. Abreg dayanamadı ve “nereden anladınız?” diye sordu. Adam da “plaka 55” dedi. Abreg, “yoo Ankara plakası” dedi. Diğer amca bizden önce geçen arabanın 55 plaka olduğunu ve ondan dolayı şaşırdıklarını söyledi. Burada herkes evliya herhalde diye düşünmekten vazgeçtik…
Amcalardan birinin Batum’a gittiniz mi sorusundan sonra, yaptığı Antalya-Batum benzetmesini de Abreg ile benim bilmem daha doğru bence 🙂
Ayder yaylasına doğru yol aldık. Doğanın daha bir haşinleştiği, yeşillendiği ve dikleştiği bir yoldan önce Çamlıhemşin, ardından da Ayder’e vardık. Pansiyonların bulunduğu en uzak yer burası imiş. Orada şirin bir pansiyonda oda tuttuk ve pansiyondaki elemanın yönlendirmesi ile Kavrun yaylasına çıkmaya karar verdiğimizde saat 12:30 civarı idi. Ayder’e yaklaşık 10-12 km uzaklıkta olan ve ciddi anlamda kötü bir dağ yolundan arabayla ya da minibüsle gidilen Kavrun’a önce araba ile çıkmaya karar verdik. Benim aklımda oraya çıkıp oradan 2 saatlik yürüme yolunda bulunan krater gölüne ulaşmak vardı. 4. km civarında araba ile devam edemeyeceğimize karar verip yanımıza içecek ve atıştıracak bir şeyler alıp yürümeye koyulduk.
Öncelikle hava çok sıcak ve güneşli idi. Ki bu hava Karadeniz için çok da normal olmayan bir şeymiş. Bu yüzden yürüyüş çok yorucu idi. 6 ila 8 km yürümemiz gerekiyordu. Ama çıktık bir kere yola diyip yola devam ettik. Sağlı sollu dönen araba yolunu dağa tırmanarak kestirmeden alt etmeyi denedik birkaç kere. İlkinde çok başarı olsak da ikincisinde bambaşka bir yere tırmanmıştık. Sonra yoldan gitmeye karar verdik. Yürürken en çok ilgimizi çeken şey, her yerden su akması idi. Sanki tepelerden birileri sürekli su döküyordu. Elimizdeki petleri bitirir bitirmez hemen dağdan gelen su ile doldurup devam ediyorduk. Suyun soğukluğuna ise tapmaya başladık…
Yukarı Kavrun’a vardığımızda dağdan gelen bir çay/ırmağın yanında durduk ve ayaklarımızı soğuk suya soktuk. Tüm yorgunluğumuzu almış olacak ki ben gaza geldim ve oradan suyun geldiği en yüksek noktaya tırmanmayı önerdim. Abreg Ç. önce caz yapsa da sonradan okeyledi ve tırmanmaya koyulduk. Ben suyu takip etmeye ve ıslanmamış kayalardan tırmanmaya başladım…
Ders 1: Asla ıslak taşa basma.
Ders 2: Bastığın taşa yüklenmeden önce ayağınla bir ileri geri yaparak sağlamlığını test et.
Ders 3: Dağ yolunda bulunduğun yerden kafanı kaldırınca gördüğün zirve her zaman zirve değildir.
Derslerini aldığımız tırmanışta en ilginç olan anlardan biri, kafam öne eğik bir şekilde tırmanırken kafamı kaldırdığımda kocaman bir örümcek ağı ve üstünde duran kocaman bir örümcekle göz göze gelmem oldu. Kucaklaşmadığıma sevindim doğrusu…
Yüksekliğimizin 2400 olduğu yerde birkaç foto çektirdik. Yukarı Kavrun’ta hiç durmadan silahlar ateşleniyordu. Önceleri bunun birkaç avcının işi olduğunu düşünsek de sonradan bunun bayram kutlaması olduğunu öğrendik. Saat 17’ye geliyordu. Ben hala krater golüne gitsek mi diye düşünürken güneşin dağın arkasına inmeye başladığını görüp dönmeye karar verdik. Sonradan öğrendiğime göre burası Kaçkar’a 1 km uzaklıktaymış. Dolmuşa binip önce arabaya ardından da Ayder’e ulaştık. Pansiyonda duş alıp dışarı çıktığımızda sanki birkaç saat önce sıcaktan kavrulan yer burası değilmiş gibi soğuk bir rüzgâr estiğini ve sıcaklığın 10 derece falan düştüğünü fark ettik.
Ayder’den biraz aşağıda bulunan bir alabalık çiftliğine gidip benekli alabalık, kuymak ve salata yedik. Üçü de birbirinden leziz olan yiyeceklerin faturası ise sadece 29 lira idi. Zaten tüm Doğu Karadeniz turu boyunca hem kalacak yerler hem de yiyecek fiyatları gerçekten çok uygundu…
Pansiyona dönerken TRT’de onlarca kez gördüğümüz yeşil eğimli bir çimlik ve sırtlara doğru ahşap evlerin bulunduğu yayla yerine portatif sandalyelerimizi koyup bir şeyler içmek istedik. Üstümüzde bulunan hırkalara rağmen esen soğuk rüzgârdan dolayı ancak 10 dakika falan dayanabildik. Kahveye gidip sıcak bir şeyler içmeye karar verdik. Ufak ve güzel kahvehanede sadece 50 üstü yaşlarındaki oranın yerlileri vardı. Arife günü olmasından ötürü muhabbetlerine kulak verdim… Oralarda yaşayıp yaşlanmak geldi aklıma… Güzeldi…
30 Ağustos 2011, Salı
Bayramın ilk günü Ayder’de bol silah atışı vardı yine. 10 civarlarında yola çıktık. Ömer abimin önerisi ile Rize Kalesine gitmeye karar verdik. Kaleye vardığımızda nefis bir görüş açısında olduğumuzu fark ettik. Ormanlarla ve çaylarla kaplı ormanlar bir tarafta, şehir ve deniz diğer tarafta… Foto ve kamera çekimleri sırasında bir patlama oldu. Bayağı tırstım doğrusu. Ne alaka ise ilk aklıma benzinliklerden birinde patlama olduğu geldi. Ama etrafımdakilerin sakin hallerini görünce rahatladım. Bayram dolayısı ile top atışı yapılıyordu. Top da dibimizde olunca… Bir yanlışım yoksa 5 kere daha top atışı yapıldı. Birinde üzerime bir parça düştü. Bu ne derken, sert bir karton olduğunu fark ettim. Elime aldığımda barut kokuyordu…
Yeni rotamız Uzungöl idi. Rize’deki dağların dik yamaçları ve daha basık, haşin orman alanlarından sonra Uzungöl yolundaki dağlar ve orman şekli daha normal ve geniş geldi bize. Adını çokça duyduğum Uzungöl’e geldiğimizde inanılmaz bir kalabalık vardı. Bir de gölün çevresinde sadece yolun dibi ve güneşin doğrudan üzerinize vurduğu tarafta birkaç tane bank dışında dışında oturup etrafı izleyeceğiniz bir yerin olmaması çok canımızı sıktı. Yani illa bir yere girip bir şeyler içmeniz ya da yemeniz gerekiyordu.
Güzel bir yer olmasına rağmen çok da hoşumuza gitmedi Uzungöl. Abreg Ç. işte o anlardan birinde, “buraya çok yakın bir göl daha varmış. 6 km uzakta. Balıklı göl. Hadi oraya gidelim da” dedi. İtiraf etmeliyim ki, Doğu Karadeniz turumuz sırasında Abreg abi ortamam uyum sağlayıp laz aksanıyla konuşmaya başlamıştı…
“E hadi o zaman” diyip yola koyulduk. Ayder-Kavrun olayındaki gibi Uzungöl’den çıkar çıkmaz yol acayip derecede bozuldu. Yine gördüğümüz su kenarlarında, güzel manzaralarda durup etrafı izledik ama yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Derken bir yol ayrımına geldik. Tabelada “Balıklı Göl 9km” yazıyordu. Şaşkınlık ve küfür anlarından sonra orada durup biraz dinlenmeye, ayağımızı soğuk suya sokmaya karar verdik. Ve paşa paşa geri döndük…
Trabzon’a doğru yola koyulduk. Atatürk Alanında, Park Otel’de oda tutuk ve çıkıp etrafı dolaşmaya başladık. Geç saatlere rağmen Atatürk Alanındaki insan yoğunluğu hoşumuza gitti. Fark edilebilecek kadar çok Trabzonspor formalı insan, Atatürk Alanında bulunan TS anıtı gibi Trabzonspor ile ilgili bir sürü şey gördük… Zaten Roma’dan sonra ilk kez bir şehirde bu kadar yoğun bir şekilde şehrim futbol takımı ile ilgili obje görmüştüm. Hediyelik eşya dükkânlarından sokaklara kadar her yerde Trabzonspor ile ilgili bir şeyler vardı…
31 Ağustos’da Sümela Manastırına doğru yola çıktık. Maçka ve ardından Sümela’ya 1 km kalana kadar araba ile tırmandık. Ardından yürümeye koyulduk. 1 km kala uzaktan Sümela’yı görmek inanılmazdı. Dağın sırtında, 1150 metrede, ormanların arasında bir yapı/kale/manastır…
Orman köklerinin merdiven görevi gördüğü patika yoldan Sümela’ya doğru yol aldık. Sağlı sollu her şeyin manzara olduğu nefis bir yere ulaştık. Dik bir merdiven tırmanışının ardından Sümela Manastırına girdik.
İlk şaşkınlığım, burayı hayalimde hep mağara şeklinde düşündüğüm için Manastırın ön yüzünün bayağı bayağı ev gibi olması idi. İç yüzü ise kayalara oyulmuştu.
Duvarlardaki dini motifler/freskler ve pencerelerden dağları izlemek enfesti. Hele bir ara hava kapanmaya ve bulutlar karşımızdaki dağları kuşatmaya başladığında…
Sümela bu yolculuk boyunca beni en çok şaşırtan yerdi. Ve sanırım Dünyadaki en özel ve farklı yerlerden biri. Çok hoşuma gitti doğrusu…
Sümela’dan sonra, Trabzondaki Ayasofya Kilisesine gittik. Sahilde sayılacak bir yerde bulunan Kilisede bir süre zaman geçirip ardından birkaç magnet aldık.
Geliş yolunda Ordu’da gördüğümüz teleferiğe binme fikrimiz, kalabalıktan ötürü değişiklik gösterdi ve teleferiğin çıktığı Boztepe’ye araba ile çıkmaya karar verdik. Ana baba günü olan Boztepe’den Ordu’yu tıpkı Rize’de olduğu gibi kuş bakışı izlemek gerçekten müthişti. Ayrıca bulutlarla aynı seviyedeydik ve çok güzeldi.
Bu arada teleferik dönüş kuyruğunu gördükten sonra Abreg Ç.’nin bir kere daha haklı çıktığını (toplamda en fazla 2 kere olmuştur ama olsun) gördük…
Ünye güzelini* bir kere daha görme hayalleri ile Ünye’ye geldiğimizde hava kararmıştı. Sahil kenarındaki bir çay bahçesinde içtiğim 3 çaydan sonra Samsun’a doğru yola koyulduk. 21:30 civarında Abreg Ç.’nin malikanesindeydik… Toplamda 1426 km yol yapmıştık…
1 Eylül 2011, Çarşamba
Öğlene doğru Ankara’ya doğru yola koyulmadan önce birkaç gün önceye dönelim. 28’inde Abreg Ç., Samsun Terme’den geçerken “Amazon Kadınları”nın burada yaşadığını söyledi. Saf bir insan olduğumdan olacak ki, Amazon isminden ötürü Amazon kadınlarının gerçekten Amazonlarda yaşadıklarını düşündüğümden Abreg abiyi makaraya almıştım. İşte bu nedenden dolayı 31’inde Samsuna dönerken tabelada gördüğüm ama görmezden geldiğim “Amazon Adası” yazısından sonra, 1 Eylül’de Abreg Ç. beni Amazon adasına götürmeye karar vermişti… Yapım aşamasında olan yerde Amazon kadını anıtı ve amazon kadınlarının yaşadığı bir köy inşa edilmekteydi…
Ankara’ya dönerken yeşilliklerin azalması karşısında yaşadığımız üzüntü ve yorgunluk ile birlikte evime döndüm.
* Abreg abi yazmamak için çok uğraştım ama yazmadan edemeyeceğim. 28 Ağustos’da Samsun’dan Hopa’ya giderken Ünye’de saat 10 civarlarında, yol kenarında gördüğümüz siyah elbiseli ve uzun saçlı “Ünye güzeli” cidden güzel değil miydi ya… :)
Şehir Notu: Samsun, Trabzon, Ordu, Rize, ve Artvin, bir şekilde sınırları içerisinde bulunduğum 25, 24, 23, 22 ve 21. il oldu. Bundan önceki 20; Adana, Afyonkarahisar, Aksaray, Ankara, Antalya, Bursa, Çanakkale, Elazığ, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kırşehir, Kocaeli, Konya, Kütahya, Manisa, Muğla, Niğde, Sakarya, Sivas.
Super bir gezi olmus, tebrikler iyi bir rota hopa dan baslamak cok mantikli olmus. Ayder in yukarisindaki yayla bildigim kadariyla KAVRON yaylasi olmasi lazim, kavruk diye bor yer duymamistim ben yaniliyorda olabilirim. Uzungol icinde soyleyebilecegim, yillarca yapilan yapilasmalar ve golun etrafinin betonlanmasi yuzunden havuza dondu resmen. Ayrica binbir dertle gittigimiz kotu yollar bence kotu kalmaya devam etsin yoksa oralarida rezil olucak.
Kavruk değil kavrunmuş zaten ben yanlış yazmışım hemen düzeltiyorum 🙂 aynen uzun göl havuz gibi bir şey olmuş… kötü yol için bir dert yok bence sıkıntı tabelalarda. 6. km yazan tabeladan sonra bir süre gidip ardından 9 km görmek moral bozuyor 🙂
:)) Tabela hatalarida laz esprisi olsun artik :))