26 Nisan 2024, Cuma
Sabah kahvaltının ardından “Datça Altılısı” olarak bilinen, alfabetik sıraya göre, kuzen Ceren, Emine, Fahriye ve eşleri Erkan, Murat ve ufaklık Deniz’in ortak önerisi olan Palamutbükü’ne doğru yol almaya başladık.
Burası bizim altılının en sevdiği kumsaldı. Yani ilk olmayı hak ediyordu! Kumsala vardığımızda o kadar da ilgimizi çekmedi ve normal dönemde yoğunluktan ve ufaklığından ötürü çok da keyifli olmadığı söylenen yakınlardaki Akvaryum Plajı Palamutbükü’ne doğru sürdük.
Yeşilden maviye doğru giden denizi, çakıllı plajıyla yukarıdan gerçekten çok güzel görünüyordu. Ve voilà! Kimsecikler yoktu!
Aklıma ilk olarak, o kadar da değil elbet, Samos Adası’nda gittiğim ve “Takılıp Kalınan Büyüleyici Manzaralar” listemde yer alan “Küçük” Mikro Seitani plajı geliyordu.
Ufaklığı nedeniyle muhtemelen sezonda sabahın köründe dolduğu için Erkan’ın “sakın gitmeyin!” dediği koy gerçekten çok güzeldi. Uzunca bir süre Cansın’la yüzme, güneşlenme, dinlenme arasında gelgitler yaptık. Burası Datça’da ördüğüm en güzel 3 plaj/koy/bükten biriydi. Burası da Altılı’nın favorilerindendi elbet.
Saatler ilerledikçe birkaç kişi daha geldi. Biz de keşfe devam dedik ve toplanıp bir sonraki durağımız olan Akçabük Kampı’nın hemen dibindeki, Akvaryum Plajı’na benzeyen, ama dalga nedeniyle hem denizin getirdiği ıvır zıvırlar, sazlıklar ya da daha önce gelenlerin attıkları nedeniyle, daha “bakımsız” durumda görünen Akçabük koyuna gittik.
Burası da yukarıdan çok güzel görünüyordu ve aşağıya inen bir merdivene sahipti. Aslında burası da oldukça güzeldi ve maps’te yer almadığı için muhtemelen sezonda diğer plaj/koy/büklere nazaran daha bakir bir yerdi. Fakat biz gittiğimizde koy oldukça dalgalıydı bu yüzden de sadece bir kere yüzme girişiminde bulundum. Ama zevk almadım çünkü hem şnorkelle deniz altında hiçbir şey görünmüyordu hem de yukarıda sürekli plaja itiliyordunuz.
Bir süre takıldıktan sonra “keşfe devam” dedik. Günün üçüncü durağı biraz daha ilerideki Kurubük’tü. Burası yukarıdan bakınca, az önce gittiğimiz Akvaryum’un büyütülüş hali gibiydi ve nefisti.
Arabayı park ettik ve sandalyelerimizi getirip bir süre bükte takıldık. Esen rüzgâr, deniz, güneş, çakıllar, muhabbet, yiyecekler kısacası her şey gerçekten çok keyifliydi.
Şnorkelle yaptığımız gözlem sırasında zargana / külah ya da zurna balığı gördük. Uzun ince olan balık oldukça ilginçti. Sanırım en son Olimpos’ta görmüştüm.
Bugün gittiğimiz tüm plajlarda yer alan çakılların büyük çoğunluğunun pembemsi olması da oldukça ilginç bir ayrıntıydı.
Kurubük Datça’da gördüğüm en güzel 3 plaj/koy/bükten biri oluyordu.
Saatler ilerliyordu ve birazcık da yorulmuştuk ama “buraya kadar gelmişken” diyerek en azından sonraki günler için bir göz atalım diye Ovabük ve Kızılbük’e uğradık. Ovabük’ün siyahımsı kumsalı aklıma Madira’daki siyah kumlu “Praia” Formosa plajını getiriyordu!
Fakat bugün gördüklerimizle karşılaştırınca her iki bük de o kadar güzel değillerdi. O yüzden “sonraki günler gelinecek plaj/koy/bükler” listesinden isimlerini siliyorduk.
18’de evdeydik. Dinlendik üstümüzü değiştirdik ve Datça merkeze gidip Datça Altılısı’nın önerdiği badem içerikli yiyeceklerden sepete eklemek için ilk gözümüze çarpan Datça Badem Kurabiyecisi’ne uğradık. Badem kurabiyesi ve sonradan alacağımız sürülebilir badem ezmesini çok beğendik.
Sonrasında bir kere daha Eski Datça’daydık. Yine oldukça rüzgarlıydı ve çok az mekân açıktı. Biz de yine Altılının “dondurma yiyin” dediği için açık gördüğümüz tek yerde dondurmacıdan dondurma yedik. Güzeldi ama çok da güzel değildi. “Yanlış yerden yedik muhtemelen” dedik. Sonraki günler başka mekânlarda da denedik ama bir dondurma delisi olarak ne yazık ki çok da beğenmediğimi itiraf etmeliyim.
Bu yazıyı yazana kadar beni büyüleyen en orgazmik dondurmalardan biri hem hikayesi hem de tüm dondurmaları efsane olan Arles’daki efsanevi dondurmacı Soleileïs, diğeri özellikle romlu üzümlü dondurmasıyla Den Haag’daki (Lahey) İtalyan dondurmacısı Marinello ve bir diğeri de, hala var mı bilmiyorum ama, Kekova kalesinin yakınlarında yer alan sadece şeftalili dondurma yapan nefis dondurmacı.
27 Nisan 2024, Cumartesi
Datça’daki 2. totalde 3. günümüzde kahvaltı yapıp Cansın’la bir tane daha Antik Kent skoru yapmak için yarım adanın en ucunda yer alan Knidos’a doğru sürmeye başladık.
Anadolu’nun yerli halkı olduğu konusunda tarihçiler arasındaki mutabakatın genişlediği Karyalılar dönemine ait antik yerleşim yerine saat 11.20’de Müzekartlarımızla giriş yaptık.
Arkeolojik veriler ışığında antik harabelerin Helenistik ve Roma Dönemi yerleşimini işaret etmekte olduğu kentte çok az büyük yapı var.
Kenti dolaşırken ilk gözümüze çarpan yapılardan biri Boulakrates Çeşmesiydi.
Antik kentin Akropol alanı sur temellerinin inşasını MÖ. 4. yüzyılda yapıldığını ve çevresindeki yerleşimlerin kesintisiz iskân edildiği sanılmaktaymış.
Knidos’un biri 20.000 diğeri 5.000 kapasiteli iki tiyatrosu varmış. Akropoldeki büyük tiyatro taşları ve mermerleri 19. yüzyılda gemilerle götürüldüğü (taşındığı) için bugüne ulaşamamış. Antik tiyatronun taşları İstanbul Dolmabahçe sarayının yapımında ve Kahire’de Mehmet Ali Paşa’nın sarayında ve camiinde kullanılmak üzere sökülerek taşınmış. Bizim gördüğümüz ise hala ayakta olan küçük tiyatroydu.
Kentin üst bölümünde yer alan mermer kapı ve sütunlar da oldukça hoşumuza gitti.
Bu yüzden de birkaç tane fotoğraf çektirmesek olmazdı.
Biz de çekindik elbet. 🙂
Knidos’un en önemli özelliklerinden biri Knidos Afroditi ya da Çıplak Aphrodit heykeli. Wikipedia’da konu şöyle anlatılıyor.
Knidos Afroditi ya da Çıplak Aphrodit, Datça Yarımadasının batı ucunda yer alan antik Knidos şehrinde bulunan ünlü Afrodit heykelidir. Atinalı heykeltıraş Praksiteles’in beyaz, sert mermerden yaptığı heykel, dünyadaki ilk çıplak kadın heykeli olması bakımından önemlidir. Heykelde tanrıça Afrodit, sol elinde kıyafetini tutar ve sağ eliyle de cinsel bölgesini kapar biçimde betimlenmiştir. Heykeli görmek için diğer birçok şehirden Knidos’a ziyaretçi geldiği anlatılır.
Pranksites, İstanköy Adası sakinlerinin siparişi için iki Afrodit heykeli yapar. Bunlardan birinde tanrıça figürü örtülüyken diğerinde tanrıça çırılçıplaktır. Ada sakinleri, çıplak heykeli almak istemez ve heykel Knidos şehri tarafından alınır ve şehrin en yüksek terasına yerleştirilir.
O zamana kadar tanrı heykelleri çıplak yapılır ama tanrıça heykellerinin sadece gerdan ve bir göğsü açık olurdu. Dünyadaki ilk çıplak tanrıça heykeli Datça’daki bu heykeldir. Knidoslular parlak dönemleri geride kalıp yoksullaştıklarında bile Bithynia kralının büyük para önerisini, yapılan halk oylaması sonucu geri çevirip heykelleriyle birlikte sıkıntıya katlanmayı seçerler.
Knidos Antik Kenti Anı Videosu
Knidos’tan sonraki ilk durağımız, bizim Altılının da “hiç gitmedik” dediği yarım adanın üst taraflarında yer alan plaj/koy/büklerden biri olan Değirmen Büküydü. Navigasyonu ayarladık ve büke doğru ilerlemeye başladık. Bir süre sonra ulaştığımız köyde navigasyon oldukça dar bir yoldan dönmemizi istiyordu. Bir süre düşündükten sonra güvenemeyip oradakilere sorduk. Onlar da bu yolun dere yolu olduğunu ve dönmememiz gerektiğini söylediler. Büke daha ileriden gidiliyordu!
Aklıma Mardin’de Deyrulzafaran’a giderken bizi traktör yoluna çıkartan, Dara Antik Kenti’nden de Midyat’a giderken bizi inanılmaz bozuk, tek şerit ve uçurum bir yola çıkartan navigasyon deneyimlerimiz geliyordu!
Biz de onların sözünü dinledik ve yola devam ettik. Bir süre sonra bol taşlı toprak bir köy yolunda ilerlemeye başladık. Arkamızda bol bol toz bırakarak yaklaşık 5 kilometre sonra oldukça bakir bir büke ulaştık.
Bir çift ve bir aile dışında kimsecikler yoktu. Biz de sandalyelerimizi kurup denizin keyfini çıkartmaya başladık.
Burası hiç şüphesiz ki Datça’da gördüğümüz en güzel plaj/koy/büktü! Deniz son derece temiz ve berraktı. Biz de doya doya şnorkellerimizle denizin tadını çıkarttık. Aklıma Dilek Yarımadası Büyük Menderes Deltası Milli Parkında yüzdüğümüz nefis kumsal geliyordu. Elbette orasının zemini sarı kumdu burası ise çakıldı.
Burasının en ilginç yanı nerdeyse denize kadar çevrilmiş tarlaların olmasıydı. Nasıl oluyordu da denize kadar yerler sahiplenebiliyordu? Ve bir ilginç nokta da kötü yola rağmen sağlı sollu bir sürü evin olmasıydı. Garipti…
Saatler ilerleyince aklımızdaki diğer iki bilinmeyen koya uğramak için arabaya atladık. Bol taşlı toprak yollardan giderken ibibik gibi özel kuşları görüp heyecanlandık! Çok güzeldiler.
Yol sırasında kuş sesleri eşliğinde, ağaçları ve denizi görmek çok keyifliydi. Ben yavaş yavaş hedefe doğru ilerken Cansın dağ yolu kenarlarındaki bitkileri gözlemliyor ve ara ara mola verip onları kesmeye başlıyordu. Ganimetlerimiz: dağ kekiği, altın otu, karabaş otu ve sarı kantarondu.
Oldukça keyifli bir yolculuktu fakat saatler ilerliyordu ve taşlı yolda yavaş yavaş ilerliyorduk. Bir ara internet ve naviasyon kayboldu. Biz de bir süre sonra görmeyi düşündüğümüz Murdala ve Merdivenli Koyu bir başka sefere bırakıp dönüş yoluna koyulduk. Ve döndüğümüzde Merdivenli’ye ulaşmak için arabadan sonra uzunca bir yürüyüş gerektiğini, Murdala’nın da “eh” olduğu konusunda yorumlar okuyorduk.
Akşam yemeği için Altılı’dan Emine’nin önerisiyle Culinarium Datça’ya gittik. Ortamda bizim dışımızda kimse olmamasına alışmıştık artık çünkü henüz sezon açılmamıştı. Ama bizim için hiçbir sorun yok aksine oldukça mutlu oluyorduk. Tüm mekân bizimdi. 🙂 Teras katının iç taraflarında ama denizi gören bir manzaraya kurulduk.
Bir yandan midelerimizi şenlendirmek ama bir yandan da yeni şeyler deneyimlemek için Cansınla gittiğimiz yerlerde birkaç farklı şey sipariş edip yarı yarıya yemeyi/tatmayı seviyoruz. Bu yüzden ilk olarak gözümüze Çerkez, peynir ve porcinili 3 farklı raviolili başlangıç tabağı çarptı.
Açıkçası lezzetliydi ama o kadar da delirmedik doğrusu. Çünkü çok daha iyilerini yemiştik. Bu arada not düşmek gerekirse siparişleri getiren hanımefendi çerkez raviolinin bir önceki aşçılarının imzasını taşıdığını söylemişti.
Ardından kuzu steak sipariş ettik. İşte bu nefisti! Etin kıvamı, lezzeti çok güzeldi. Küçük küçük lokmalarla tükettik ve çok beğendik. Tek eleştirim yanındaki patates püresinin “pürüzlü” olmasıydı.
Son olarak da tatlı olarak İtalyanca “yarı soğuk” anlamına gelen dondurulmuş tatlı Semifreddo sipariş ettik. Bu da oldukça keyifli ve lezizdi. Tatlının yanındaki kumkat marmelatı da kendi yaptığım marlelatı anımsatıyordu. Culinarium Datça’ya geldiğimiz için oldukça mutluyduk.
Böylece bir günü daha mutlulukla ve güzel anılarla arşivimize kaldırıyorduk.