Datça’ya ilk kez 2000 yılında arkadaşlarla yaptığımız “Marmaris ve Çevresi” çıkartması sırasında günübirlik gitmiştim. Kısa bir süre gezindikten sonra da bir tekne kiralayıp dolaşmış ve bayılmıştık. O zamanlar yollar gerçekten çok zorlayıcı ve yorucuydu. Belki de o yüzden oldukça bakirdi. Yıllar yıllar sonra Cansın’la bir kere daha gitmeye karar verdik ve hızlı bir şekilde bize en uygun tarih olan Nisan sonu, mayıs başı şeklinde Airbnb’den rezervasyonlarımızı yaptırdık.
Buna göre 25-30 Nisan için Eski Datça’ya 2 kilometre uzaktaki merkezi bir evde kalmak için 5847,07 TL ödedik. Hedefimiz evimize 709 kilometre ve 9 saat uzaklıkta olduğu için de tıpkı Gürcistan + Doğu Karadeniz turunda yaptığımız gibi hem giderken, hem de gelirken en az bir yere daha uğramaya ve kalmaya karar verdik. Daha önce hiç gitmediğim ve oldukça merak ettiğim Pamukkale’ye uğramaya karar verdik ve 24 Nisan gecesi için Sunrise Aya Hotel’den 1167 TL’ye odamızı ayırttık. Dönüşte ne yapacağımızı bir süre konuştuktan sonra “orada karar verelim” dedik.
Elbette kafamızdaki tek soru işareti, rezervasyonu yaptığımız günlerde meteorolojinin gösterdiği 20-22 derece ve çoğu zaman kapalı görünen hava durumu tahminiydi. Sonuçta insanlar tüm yıl rüzgârlı ve denizi soğuk olduğundan, ki bu hem Cansın’ın hem de benim deniz tatili tercihimizdir, Datça için genelde haziran+ tarihleri tercih ediyorlardı, biz ise nisan sonunda gidecektik o yüzden hava tahmini gayet normaldi. “En azından kafamız dağılır” dedik ve 24’ünü beklemeye koyulduk.
24 Nisan 2024, Çarşamba
Sabah 04.20’de tekerlekler Pamukkale’ye doğru dönmeye başladı. İlk durağımız Afyon Cumhuriyet tesislerinde verdiğimiz sucuk dönerli nefis kahvaltıydı. Ardından ful kapalı ve deli rüzgârlı bir havada yola devam ederek 10.45’de kalacağımız Sunrise Ray oteldeydik.
Odamıza yerleşip bir saat kadar dinlendikten sonra 100 metre uzağımızdaki Pamukkale ören yerine Müzekartlarımızla giriş yapıyorduk. Ful kapalı, sert rüzgârlı ama 32 derece sıcak havada ayakkabılarımızı çıkartıp yalın ayak travertenler üzerinde yürümeye ve oldukça garip olan ortamı inceleye inceleye dolaşmaya başladık.
Yukarıdan gelen sular travertenlerde oluşan havuzları doldurmuşlardı. Ziyaretçiler de bu sulara ayaklarını sokup bir yandan serinliyor bir yandan da fotoğraflar çektiriyorlardı.
Biz de kervana uyduk elbet. 🙂
Travertenlerde yalın ayak yürümek gerçekten zordu. Çünkü travertenler bazı yerlerde oldukça kaygan ya da kesici bir hal almışlardı.
Aslında bu eşsiz güzellikteki alanı korumak için, Madeira’daki bazı sahillerde, Olimpos Ören Yeri’ndeki ya da Sümela Manastırına giden patika yoldaki gibi yerden ya da havadan asma ahşap bir yol yapılsa, insanlar alana zarar vermeden rahatça gezebilirler aslında diye düşünüyorduk.
Buz mavisi havuzlar ve beyaz travertenleriyle Pamukkale gerçekten çok masalımsı ve oldukça büyüleyici bir yerdi. Çok sevdik.
Travertenlerin en üstüne ulaşınca ayakkabılarımızı giydik ve Yunanca “Kutsal Şehir” anlamındaki Hierapolis Antik Kentini dolaşmaya başladık.
Frigler döneminde ana tanrıça Kibele kültünün merkezlerinden biri olarak faaliyet gösteren antik kent oldukça büyük bir alanı kapsıyordu. Bu yüzden biz de gözüme çarpan yerleri dolaşmaya karar verdik.
Zamandan ötürü ilk olarak müzeye giriş yaptık. Ufak bir müzeydi ama güzel birkaç lahit ve heykel vardı.
Ufak gezimizin ardından yan binaya geçtik. Objelerin sergilendiği yapıdaki bana göre en ilginç parça dönemin Antik Mısırından armağan olarak gelen Oturan Mısırlı Heykeliydi (MÖ 7. yy). Açıklamalara göre bu heykel Mısır ile Anadolu arasındaki siyasi ilişkileri de ortaya çıkartmıştı.
Müze bahçesinde de bir süre dolaştıktan sonra Grek Tiyatrosu tipindeki antik tiyatroya doğru tırmanmaya başladık.
9.500 kişilik tiyatronun tam olması ve sahne alanı oldukça ihtişamlıydı. Merdivenlerine oturup binlerce yıl öncesini düşünmemek elde değildi. Gerçekten büyüleyici bir atmosferi vardı.
Her antik kentin ikonik bir simgesi, yapısı oluyor. Sanırım “Kutsal Şehir”in simgesi de antik tiyatroydu.
Tiyatrodan sonra antik havuza doğru yürümeye başladık. Antik Havuz, Pamukkale’nin en önemli simgelerinden birisiymiş. Özellikle sağlığa faydalı olan suyu ile dünyanın sayılı havuzlarından biri olarak kabul ediliyormuş. Yılda binlerce kişinin yüzdüğü bu havuz, birçok hastalığa da iyi gelmekteymiş. Bu yüzden özellikle Roma İmparatorluğu Dönemi’nde Hierapolis ve çevresi tam bir sağlık merkezi durumundaymış.
Biz de dibinde antik kentin kalıntıları olan havuzu inceleyip kaynak suyunu tattık.
Buraya gelirken aklımızda Hierapolis gibi yakınlardaki Laodikeia Antik Kenti’ne de uğramak vardı ama ne yazık ki zaman olmadığı için bu antik kenti “bir sonraki” listesine ekledik.
Ayrıca yol yorgunluğunun üstüne eklenen basık, sıcak hava ve rüzgâr yorgunluk katsayımızı yükseltmişti. Bu yüzden de geldiğimiz yoldan yani buz mavisi havuzlar ve travertenlerden yürüyerek çıkışa doğru ilerlemeden önce kısa bir ara verip travertenlerin diğer taraflarına bir göz gezdirmeye karar verdim.
Bizim çıktığımız taraf gibi diğer tarafların tamamı da travertenlerle kaplıydı fakat muhtemelen suyun azalmasından ötürü diğer yerlerdeki travertenler tamamen kurumuştu. Oldukça üzücü bir görüntüsü vardı. 🙁
Bir yandan buruk ama bir yandan da “en azından bu halini gördük” diye mutlu bir şekilde çıkışa doğru ilerlerken birkaç “turist fotoğrafı” çektirmeyi de ihmal etmedik elbet. 🙂
Ören yerinden çıktığımızda karnımız acıkmıştı. “Denizli’de ne yenir?” sorusunun cevabı için bir süre araştırma yaptıktan sonra Bağlı Kokoreç’e gittik.
Önce tavada çevrilmiş ardından da klasik kokoreç yedik ve çok beğendik.
Kokareçin ardından bir süre nette Denizli’ye has olduğu yazılıp çizilen bir börek aradık ama bulamadık. Yorgun olduğumuz için çok da üzerine düşmeden otelimize döndük ve gezinin ilk gününe noktayı koyduk.
25 Nisan 2024, Perşembe
Sabah hotele veda edip Datça’ya doğru ilerlemeye başladık. Yol sırasında gördüğümüz kahverengi “Afrodisias Antik Kenti 36 km” tabelası bir anda planlarımızı değiştirmemize sebebiyet verdi ve yönümüzü Antik Kente doğru çevirdik.
İlginç bir şekilde asfalt yol tam anlamıyla kaymak gibiydi! Bu yüzden oldukça keyifli bir şekilde hedefimize ulaşıyorduk.
Tanrıça Afrodit’e adanmış birçok eski çağ kentinin ortak adı olan Afrodisias (ya da Afrodisyas) adlı kentlerin en ünlüsü eski Karia bölgesinde, günümüzde ise Aydın ilinin Karacasu ilçesine bağlı Geyre mahallesinin bulunduğu yerde bulunan Antik Yunan kentine Müzekartlarımızla giriş yaptık.
Depreme dayanıklı olmadığı için müze kapalıydı bu yüzden biz de kenti adımlamaya koyulduk.
Bizi ilk karşılayan şey maskelerden oluşan ve üst üste koyulmuş mermer duvardı.
Çok güzel ve etkileyiciydi.
Ardından sütunlar üzerinde yükselen ve dış yüzleri heykel ve kabartmalarla süslü nefis bir yapıyı görüp hayran hayran incelemeye başladık.
MÖ 5. yüzyılda kurulan kent, Roma İmparatorluğu döneminde gelişmiş, MÖ 1. yüzyıl ile MS 5. yüzyıllar arasında, başta heykelcilik olmak üzere önemli bir sanat merkezi haline gelmiş, Afrodit tapınağıyla ve Afrodit adına yapılan törenlerle ün salmış.
Bir sonraki durağımız antik tiyatroydu.
Oldukça güzeldi.
Tiyatronun yanından antik kenti dolaşmaya devam ettik ve Afrodisias’ın kurulma mitini anlatan tavşan avlamış kartal figürüne ulaştık. Yazılana göre kısaca şehir kartalın avladığı tavşanın düştüğü yere kurulmuş.
Bir sonraki durağımız uzun elips şeklindeki stadyum kalıntılarıydı. Aklıma Atina’daki Panathenaic Stadyumu (M.Ö. 566) geliyordu.
Afrodisias’ın medyada sıklıkla ünlü fotoğrafçısı Ara Güler tarafından tesadüfi biçimde keşfedildiği söylense de Antik kent, 18. yüzyıldan bu yana bilinmekteymiş. İlk keşfedildiği dönemde şehir duvarlarına işlenmiş zengin yazıt koleksiyonunu kayıt altına almak üzere antik kente birçok keşif gezisi düzenlenmiş. Güler’in katkısı ise yıllar sonra uluslararası camiada bu antik kentin ihtişamının tekrar öne çıkarılmasına katkıda bulunması olmuş. Fotoğraflardan köydeki insanların Aphrodisias’a ait sütun ve taşları, evlerinin ve işyerlerinin belli kısımlarında kullanıldığını görülmüş. Fakat fotoğraflar dönemin sanatçı-aydınlarına göstermiş ama ilgi gösterilmemiştir. Bunun üzerinde Amerika’da bir dergiye fotoğraf ve yazılar öndermiş ve çok ilgi görmüş.
Ve son olarak kentin en güzel simgesine ulaşıyorduk; Tetrapylon.
Afrodit tapınağının kutsal alanına girişi sağlayan anıtsal kapı M.S. 200 yılı civarında inşa edilmiş.
Kapıya yaklaşıp tavandaki enfes işlemeleri görünce aklıma Efes’teki efsanevi Celsus Kütüphanesi geliyordu.
Uzunca bir süre hayranlıkla kapıdaki işlemeleri izledik. Kapının rekonstrüksiyonu 1991’de tamamlanmış. Ünlü İhtişamlı eserin yanında ismi Afrodisias kazıları ile özdeşleşmiş Türk arkeolog Kenan Erim’in mezarın bulunması da kentle ilgili oldukça ilginç bir ayrıntıydı.
1961’de şahsi girişimleri ile bizzat organize ettiği bir keşif ve kazı programı ile Afrodisias’ta çağdaş araştırmaların başlamasını sağlayan Erim, bu simge eserin yeniden düzenlenmesi tamamlamadan 61 yaşında vefat etmiş ve o güne kadar Afrodisias’ta çalışmaya devam etmiş.
Bu nefis antik kent gezisinden sonra arabaya atlayıp Datça’ya doğru yol almaya devam ettik ve Tavas’ta bir pide molas verip 16.30’da hedefe ulaşıyorduk.
Dubleks ev fotoğraflarda gördüğümüzden de güzeldi. Bu yüzden keyfimiz oldukça yerindeydi. Eve yerleşip arabaya atladık ve Kargı Koyu’na sürdük.
Hava kapalı ve güneş gücünü yitirmekte olduğu için serin suda kısa bir süre yüzdük. Ardından da kumsalda laklak edip yol yorgunluğunu attık.
Akşam yemek için Eski Datça’ya gittik. Fakat henüz sezon açılmadığından ortalıkta kimsecikler yoktu. Çoğu mekân da kapalıydı. Ayrıca burada kalacağımız günlerde bolca şahitlik edeceğimiz üzere akşamları rüzgârlı hava nedeniyle oldukça serindi.
Ama Eski Datça begonviller kaplı taş yapıları ve dar sokaklarıyla oldukça keyifliydi. Dolaşırken gözümüze çarpan Nil Cafe’ye oturduk.
Mekan oldukça keyifliydi.
Karidesli mango soslu risotto,
Şarap soslu levrek yedik.
Tatlı olarak da elmalı, keçi peynir soslu crostata yedik. Hepsi oldukça lezizdi.