Wuhan… Çin… Covid 19… Nefes darlığı… Öldürücü virüs… Pandemi… 11 Mart… Türkiye’deki ilk vaka… Maske… Sokağa çıkma yasakları… Salgın…
Tarih sayfalarında 2020’nin özeti sanırım bu kelimeler olacak.
Biz de aylarca eve kapandıktan ve vaka sayılarının düşmesiyle birlikte ülkede esnetilen salgın kurallarıyla birlikte, birazcık nefes almak adına, Cansın’ın annesinin yaşadığı Seferihisar’a gitmek için uçak biletlerimizi aldık ve düştük yollara.
23 Haziran 2020, Salı
Esenboğa’ya giderken, yasaklar sonrası uçak seferleri başlayalı birkaç hafta olduğu için, kafamızda bir sürü soru işareti vardı. Çünkü çağrı merkezinden verilen bilgilerle maille gelen bilgiler uyuşmuyordu. Haliyle biz de tüm planı ne olur ne olmaz diye “en kötü olana” göre yaptık.
Bize gelen ilk bilgilerde 3 saat önce havalimanında olmamız öneriliyordu, uçuşa birkaç gün kala uçuş saati değiştiği için gelen telefon mesajında ise 1 saat önce havalimanında olmamız öneriliyordu. Kesinlemek için çağrı merkezini aradığımızda ise görevli “3 saat önce” bilgisi verilince biz de havalimanında bir sürü sağlık kontrolü ve yığılma bekleyerek saatler öncesinde düştük yollara.
Oysa Engin bizi havalimanına bıraktığında uçuşa 3 saat, ortalıkta ise çok az kişi vardı. “İçeride yığılma vardır” dedik. Ama içeri de de in cin top oynuyordu. Tek ekstra kontrol girişteki bir görevlinin alnımızdan ısımızı ölçmesiydi.
Türk Havayollarında daha önce uçuşa 24 saat kala online check-in yapıp ücretsiz koltuk seçebiliyorduk fakat pandemi sonrası, muhtemelen zararlarını bizden çıkartmak için, bu uygulama paralıya dönmüştü. O yüzden bagajları verip biletleri alırken “cam kenarı istiyorum” dedim. Görevli “arada birer boşluk bırakarak bilet verebilirim isterseniz arkalı önlü cam kenarı vereyim” dedi. “Yok, aynı 3’lüde bir boşluklu olarak uygundur” dedik ve “D-F” şeklinde biletleri aldık. Oysa gelmeden önce konuştuğum çağrı merkezi “uçağınızda ara koltukların boş bırakılması gibi bir şey görünmüyor” demişti! Fakat sağlığımız için yapılan bu “boş bırakma uygulaması” hoşumuza gitmişti.
2. güvenlik kontrolünden geçerken de nerdeyse kimse yoktu. O yüzden salına salına uçuş kapısına doğru ilerledik ve 3 saat önce in, cin ve biz havalimanında beklemeye başladık.
Bekleme salonlarındaki tek farklılık sosyal mesafeyi korumak adına koltukların birer boşluk bırakacak şekilde ayarlanmış olmasıydı. Oldukça isabetli bir uygulama idi.
Muhtemelen virüsün olası yayılımını engellemek adına klimaların çalışmıyor olması nedeniyle ağzımızdaki maskelerle uçuşu beklemek oldukça zordu fakat hem kendimizi hem de başkalarını virüsten korumak için kurallara uymaya devam ettik.
Uçak saati geldiğinde “sosyal mesafe korumak için koltuk numarasına göre yolcu alacağız” denip “1-14” numaraları anons edilmesine rağmen bir sürü kişi ayağa fırlayıp dip dibe sıraya girmeye başladı. Fakat sıra ilerledikçe birçoğunun daha büyük koltuk numaraları olduğu anlaşılıp sıradan çıktılar filan filan. Kısacası salgın öncesinde olduğu gibi insanların “heyecanlarında” değişen hiçbir şey yoktu.
Koltuğumuza geldiğimizde ise bizi bir sürpriz karşılıyordu. Boş olması gereken “E” koltuğunda bir kadın oturuyordu. Durumu izah ettik o da, “E benimkisi” dedi. Hemen etrafa bakınca gerçekten de tüm koltukların dolu olduğunu görüp şaşkına döndük. Neyse ki rica ettik hanım efendi F’ye geçti biz de Cansın’la D ve E’ye oturduk.
Bilet aldığımız anla binene kadar geçen sürede kurallar mı değişmişti acaba! Komikti gerçekten.
Anımsadığım kadarıyla ilk kez güneş batarken batıya doğru uçuyordum. O yüzden güneşin oldukça yavaş batışını izlemek çok keyifliydi.
Uçaktan inerken de “koltuk numarasına göre iniş yapılacak o yüzden lütfen biz anons yapana kadar yerinizde kalın” denmesine rağmen yolcular arasında tıpkı binişteki gibi “heyecanlar” yaşandı!
İndiğimizde Cansın’ın Annesi ve Şerif Abi bizi karşıladı. Arabaya atladık ve Seferihisar’a doğru yola koyulduk.
Gezi uzun ve bazı yerlere defalarca gittiğimiz için, gezdiğimiz yerleri karışık olarak yazmak sanırım daha mantıklı olacak 🙂 Buyurun;
24 Haziran – 9 Temmuz 2020
Seferihisar’da kaldığımız sürece genelde sabah kahvaltının ardından sıcak suyumuzu, balık tutma aparatlarını, öğlen yiyeceklerimizi hazırlayıp arabaya atıp o günün şanslı plajına doğru ilerliyorduk.
Azmak Plajı
İlk gün ve sonraki günler birkaç kere Seferihisar’a yaklaşık 10 km uzaklıkta bulunan ve adını tatlı suyunu bu noktada denizle buluşturan Azmak deresinden alan Azmak plajına gittik.
Plaja doğru yol alırken, günümüzde oldukça revaçta olan ve birilerinin büyük bir tarla arazisini satın alıp, 400-500 m2 bölerek “hobi bahçesi” adında sattığı alanları görüyorduk. Biz de gelmeden önce deniz kenarında bir tarla/arsa alabilir miyiz diye bakındığımız için bu uygulamanın oldukça sıkıntılı olabileceğini öğrenmiştik. Çünkü sadece bu alanlara değil imarlı arsa dışında aklınıza gelebilecek tüm arazilerin bölgeye, belediyeye has özellikleri olabileceğini, bu alanlara beton, ahşap, prefabrik ya da konteynır şeklinde yapılabilecek tüm yapıların izine tabi olduğunu biliyorduk. Hobi bahçeleri de bu bakımdan oldukça tartışmalıydı ve ne olacağı belli değildi. “Burası Türkiye nasıl olsa af gelir” diyenler de vardı, “bugün ya da yarın yıkarlar” diyen de…
Tüm gezimiz sırasında en çok hoşumuza giden şey, kendi akşam yemeğimizi doğadan çıkartabiliyor olmamızdı. Mesela Azmak’a giderken yol kenarında yetişmiş ve daha önce hiç yemediğim kadar ufak ve leziz yapraklara sahip olan semizotlarını toplayıp akşamları bazen kavurarak, bazen de sarımsaklı yoğurtlu salatasını yapıp mideye indirdik.
Küçük taşlı plaj oldukça temiz ve güzeldi. Bu plajda sadece bir kez yüzdük.
Çünkü ilk gün hava kapalıydı sonraki günler ise buraya plajın solunda yer alan kayalıktan ya da daha da yolun ilerisine giderek bir sonraki koyun etrafındaki kayalıklardan balık tutmaya geldik.
Cansın’ın Annesi, Şerif Abi ve Cansel her fırsatını bulduğunda oltaları hazırlayıp olta atıyorlar ve bize de “hızlandırılmış kurs” veriyorlardı.
Biz de hünerlerimizi gösterip tüm yolculuk boyunca genelde karagöz ya da ot balığı tutup oldukça keyif aldık.
Onlar ise kefal gibi daha büyük balıklar tutuyorlardı. Sonuçta onlar ustaydı ve bizim birkaç fırın daha ekmek yememiz gerekiyordu! 🙂
Teos Plajı Ve Teos Antik Limanı
Bir sonraki durağımız Seferihisar’a 8-9 km uzaklıktaki Teos plajı ve Teos Antik Limanı idi.
İlk olarak Azmak plajına benzeyen taş ve temizliğe sahip plajda yanımızda getirdiklerimizi atıştırıp ardından palet ve şnorkellerimizle deniz canlılarıyla göz teması kurmaya çabalayarak yüzdük.
Ardından Anadolu kıyılarındaki en iyi korunmuş iskele örneklerinden biri denilen Teos’un güney limanının güney iskelesini dolaştık. MÖ 1000 civarlarında kurulduğu düşünülen eski İyonya’nın batısında yer alan Teos antik şehrinin limanından geriye kalanlara göz gezdirip birkaç fotoğraf çekindikten sonra geri döndüğümüzde bizi bir sürpriz bekliyordu.
Yüzmeye gelen birkaç kişi çalılıklar arasında göbek bağı hala üstünde duran ve açlıktan bayılmak üzere olan bir kuzu bulmuşlardı. Bizimkilerin tahmin ettikleri çobana vermek üzere koyunu teslim aldık. Özellikle Cansel’i annesi olarak düşünen ve hiç yanından ayrılmayan kuzu bir süre bizimle kaldı.
İlk gün inek sonrasında ise bir çiftlikten ricayla koyun sütü alıp biberonla besledik. Balkonda durduğu zaman sürekli melediği için altına bez bağlayıp evin içinde tutmaya çalıştık. Yanında biri olunca inanılmaz uysal ve oyuncu olan kuzuya Cansel “Ceku” adını verdi.
Kuzu iyice kendine geldikten sonra sahibini bulmak için birkaç meraya gittik. Sonunda sahibi olduğunu düşündüğümüz meraya geldiğimizde meradaki kuzuların durumunu görüp teslim etmekten vazgeçip “ne yapabiliriz?” diye düşünmeye başladık. Birkaç gün sonra Cansel ve Şerif Abi ishal olan kuzuyu veterinere götürdüğünde şans eseri kuzunun sahibi ile karşılaştılar. Merada gördüklerimiz konusunda açıklamalarını dinleyip kuzuyu teslim ettik.
Akarca Plajı
Kuzuyu vermekten vazgeçtiğimiz için onu da yanımıza alıp Akarca plajına gittik.
Kısaca Teos Antik Limanı’nın diğer ucu olan plajın hemen karşısında Çiçek Adası bulunuyor. Denizde gördüğüm kayalıkları Şerif Abiye gösterdiğimde oranın adayı karaya bağlayan deniz içinden sığ bir yol olduğunu öğrencektim.
Aklıma Yunanistan’da gittiğim karaya bağlanmış bir ada olan efsanevi Monemvasia Adası ve yıllar önce gittiğim Marmaris Bozburun’daki Kızkumu geliyordu.
Seferihisar’da gördüğüm 3 plaj da birbirine benziyordu ve güzellerdi ama sonraki günler çok daha güzellerini görecektim!
Sığacık
Seferihisar’da bulunduğumuz 2 hafta sonundan birinde üniversite sınavı nedeniyle sokağa çıkma yasağı vardı. Diğerinde ise hem hafta sonu yoğunluğundan kaçmak, hem de dinlenmek için evde kalmayı yeğledik.
O günlerin bazı gecelerinde, çok şirin bir balıkçı kasabası olan ve 1522’de yapılmış bir Osmanlı kalesin barındıran Sığacık’a gidip dolaştık ya da deniz kenarına oturup olta attık.
Sığacık’ın kale surları içinde kalan dar sokakları çok güzeldi.
2009 yılına kadar bir balıkçı köyü olan Sığacık, Seferihisar sakin şehir unvanı aldıktan sonra, sakin bir tatil beldesi olarak ün kazanmış.
Gündüzleri oldukça sıcak olmasına rağmen akşam deniz kenarı serin ve çok güzel oluyordu. Bir nevi nefes alıyorduk.
Bir yandan güneş batışı izleyip bir yandan da olta atıyorduk. Sonraları Şerif Abinin nasıl yapıldığını anlattığı ve Cansın’la birlikte yaptıkları kıbrıs oltasına ekmek sarıp denize atıyor ve irice bir kefalin yemesini bekliyorduk.
Olta attığımız tüm günler eve elimiz boş dönmedik. E, haliyle hem bu toplanan balıkların hem de bizimkilerin bizden önce yakaladıkları balık, ahtapot ve yengeçlerin de mideye de indirilmesi gerekiyordu. Biz de üzerimize düşeni yapıp Şerif Abi ve Cansel’in yapımını üstlendiği deniz ürünlerini afiyetle mideye indirdik. 🙂